GEORGES BATAİLLE



Elli yaşına gelirken nasıl bir Bataille portresi çizilebilir (1947'de ellisindedir) Onun hakkında Leiris’in, Piel’in, Klossowski’nin ve Rey’nin art arda yaptığı tablodan pek farklı değildir. Keza 1948 yılında onunla karşılaşan Françou Perroux’nun çizdiği tablodan da farklı değildir: 

"Daha ilk bakışta, Georges Bataille’ın yüzü yüreğime işlemişti; bizi gündelik bataklıklardan çekip kendi yolumuza yerleştiren ateşli 'araştırmacıların, aşırı şiddetli şahısların yüzü vardı onda."

 Demek ki yüzündeki öfke ve taşkınlık belirgin biçimde varlığını koruduğundan, onunla ilk kez karşılaşan biri bunları da onun güzelliğine ekliyordu. Ondan etkilenmiş olan Perroux bu güzelliği “ürkütücü” diye nitelemişti.

Kuşkusuz yine de kişiliğinin belli belirsiz aydınlığını (bu giderek artacaktır) dikkate ele almak gerekecektir. Bataille bir “sefih”ti (hâlâ da öyledir); hep olduğunu söylediği "deli" ve öfkeli biriydi; François Perroux’nun onda gördüğü gibi “taşkın” kişi, paradoksal bir şekilde, istikrarlı ve sabırlı biriydi; Bataille’da “heyecanlı” bir güzellik asla yoktu, örneğin her zaman yavaş konuşuyordu, yavaş ve ölçülü, ayrıntıların titizliğini önemseyen biriydi. Yıllar içerisinde daha da etkili konuşan biri oldu; sesinin güzel olduğunu herkes söylüyordu: Sesinin hafifçe titrek tınısı çok özel konuşma tarzına eklenince, çoğu kişi için bu onun belirgin baştan çıkartıcı yönüydü. Herkes bunu söyler, ama kimse Maurice Blanchot’dan daha iyi söylemez: Belki de aslında sadece Bataille gerçekten konuştu, Bu konuşma tarzı (ani ışıltıların geçtiği uyuşma anlarına riayet etse de) bezginlikten ya da yapmacıklıktan yavaş değildi; yarattığı etkileri dert edinen bir hitabetin olması gerektiği gibi yavaştı.




Yavaştı, çünkü belki de sadece Bataille konuşurken arıyordu. İnsanın ne söyleyeceğini bilerek konuşmaması enderdir; konuşmaya başlar başlamaz cümle —ve cümleyle birlikte, taşıdığı fikir— tamamen oluşmadan konuşmak enderdir. Bataille ise, tersine, kendi kendini keşfeden bir konuşma riskine kendini ve dinleyenleri maruz bırakıyordu. Söz böyle dile geliyordu; amaçlarında belirsiz, genellikle tereddütlü, kimi zaman göz kamaştırıcıydı; kendi yetersizliklerini kabul ederek uygun imgeyi ya da bunu destekleyen anıyı imdada çağırıyordu; kendisi için bile neredeyse her zaman öngörülemezdi. Kimi zaman böyle bir cümle bulmayı umduğu anlamın içinde bütünüyle ertelenmiş kaldığı gibi, bir amacının olmaması da mümkündü; o zaman bir el kol hareketi bu cümleyi tamamlıyordu, daha doğrusu, ertelenmiş bırakıyordu. Diane Bataille, daha ilerde söyleyecektir:

"Bataille, gecenin geç vakti... genellikle Tanrı’dan -çünkü belli ki sohbetlerinin en değişmez konusu, en sıklıkla zihnini meşgul edeni buydu- konuşurken olduğundan hiç daha fazla göz kamaştırıcı olmamıştı."

 "...cümlelerini kasıtlı olarak bir el kol hareketiyle bitiriyordu...” (J.-J. Pauvert); 

“Kimi zaman cümlesini tamamlamıyor, elinin ve bakışının bir hareketiyle onu sürdürüyordu” (Femande Schulmann). Femande Schulmann’ın yaptığı Bataille portresi de (kuşkusuz daha geç tarihlidir, 1955’e doğru) bütünüyle aktarılmayı hak eder:




“Hastalığına rağmen, güzelliğiyle hâlâ şaşırtıyordu: bembeyaz ve yumuşacık saçlar, kesin ve kusursuz çizgiler ve her şeyin üzerinde, etkileyici bir zarafetle hareket ediş tarzı. Kediyi andıran hareketleri, geniş ve yavaş, muhteşem bir yörünge çiziyordu. Bununla birlikte en büyüleyicisi boğuk sesi ve tuhaf bir şekilde bunu tamamlayan gülümseyişiydi; yok oluşun sınırındaki aynı ilgisizlik ve aynı yumuşaklık. Onun gösterişten ve kendini beğenmişlikten yoksun sesi ve gülümseyişi bir şeyi aşmış, bir yolu kat etmiş ve tam bir alicenaplık getirmişti” (Femande Schulmann,  Kasım 1963).

Maurice Blanchot'nun da dediği gibi Belki sadece Bataille yazdığı gibi konuşma yeteneğine sahipti:

“İşte, bu doğru sözün bize ilk bakışı: Konuşma bir şanstır, konuşma şansı aramaktır. dolaysızca ölçüsüz bir ilişki şansıdır," Sadece bu konuşma ciddidir, çünkü her türlü kurnazlık bundan dışlanmıştır ve kurnazlığın yerinde oyun vardır, iki kişinin oynadığı oyun sözün özünün her birine eşit mesafeye erişmesini sağlar, her biri kendisiyle oynanmasını kabul eder, bu oyunda unutma ve silme, yani ölüm kuraldır: 

"Daha söylenir söylenmez silinir, çaresizce yitip gider. Kendi kendini unutur. Unutma, bu sözün mahremiyetinde konuşur, sadece kısmi ve sınırlı unutma değil, üzerinde bütün belleğin yükseldiği derin unutma. Konuşan zaten unutulmuştur. Konuşan unutmaya güvenir, neredeyse taammüden; yani düşünme hareketini -Georges Bataille’ın kimi zaman adlandırdığı gibi, meditasyon hareketini- bu unutma zorunluluğuna bağlar. Unutma, oyunun kuralıdır.”



Bu konuşmanın ciddiyeti, ciddiyet kaygısından ya da bizzat aşkın olma arzusundan değildir. Bataille’ın bütün dostları, karşısındaki muhatap kim olursa olsun aynı şekilde konuştuğunu hatırlamaktadırlar. Alexandre Kojeve’le (örneğin) ya da Vezelay ya da Avallon’daki bir kafe müşterisiyle konuşmasında fark yoktur. Jean Piel Bataille’ın “en mütevazı, görünüşte en önemsiz insanlarla söyleşirken ki özeninden” sıklıkla etkilendiğini hatırlamaktadır. “Onların sorunlarıyla ilgileniyordu, kaygılarını, gündelik hayatlarının akışını çok büyük önemde şeyler söz konusuymuş gibi soruşturuyordu.” Helene Cadou da bunu doğrular: “Çevresindekilerin yaşadıklarına bu kadar özenli birini hiç tanımadım,” Bataille bu tutuma gereken anlamı vermekte gecikmemiştir:

 "İnsani düzeyde olmayı temel kabul ediyorum... Bir işçinin düzeyinde olmazsam eğer, sözde yüksekliğimi bir güçsüzlük olarak hissederim. Kafelerde, sokaklarda, kamusal alanlarda bunu hissediyorum... Bir araya geldiğim insanları fiziksel olarak yargılıyorum: Aşağıda ya da yukarıda olamazlar. Ben bir işçiden son derece farklıyım, ama onunla konuşurken sahip olduğum içkinlik hissi (eğer bizi birleştiren sempati ise), bu dünyada benim yerimi belirten işarettir: dalgalar arasındaki dalganın yeri.”

Kasıtlı olarak kendini göstermeye ya da ayartmaya (kadınlar hariç; Bataille sözün onlar üzerindeki gücünü bilmiyor değildi) çalışmayan, ikna etmeye çalışmayan -Bataille bu konuda ısrarlıdır: Sokratesçi bir sözden, öğretmeyi açıkça dert edinen bir sözden Bataille’a daha uzak hiçbir şey yoktur- bu sözü başkaları bambaşka anladılar: onun aşırı nazik hali onları durdurdu. Ve Bataille gibi bir insandan kaynaklı bu aşırı nezaket (zaten inkâr edilecek bir şey değildir), yazılarını bilen birinin gözünde yapmacık, gerçek niyetini gizleyen, liberten ya da şeytani olamazdı. Hitabetindeki nezaketin yanında, yavaşlık, ağırlık, davranışlarının ruhani görkemi de Bataille’da üst düzey din adamını, piskopos ya da kardinali çağrıştırmaktadır. Savaştan sonra onu iyi tanımış olan Jean-Jacques Pauvert’e (yaymcısı olur), kâh bir 18. yüzyıl kardinali olan Berrüs kardinalini, kâh Borgia’yı hatırlatır: “kaba biri olan Papa Alexandre’ı değil, eğitimli biri olan kardeşini.” Alexandre Kojeve dostça bir lakapla ona “Monsenyör” diyerek bunu iyice belirginleştirir.


Manuel Rainord daha ziyade Bataille’ın “musibet din adamı” yanını vurgular: “Soluk bir çehre, ateşli bakışlar, tekinsiz hal.” Musibet bir din adamı ya da “en üst düzeyde karşı-din adamı.”  Jean-Jacques Pauvert ekler: “Bataille sakin sakin konuşuyordu, dokunaklı bir şekilde, bir din adamı gibi ve cümlelerini bilerek bir el hareketiyle tamamlıyordu: Kardinal elleri vardı onda” (Le Magazine litteraire no 45, Ekim 1970). Bataille’ın ellerinin bir kardinal ellerini çağrıştırdığı kişi çoktur; hepsi de bu ellerin güzel olduğunu ekler. Rahatsızlık yaratmak ve bunun tadını çıkarmak için, “seyircilerin gösterisinden gizlice” haz almak için, kendi güçleriyle (bunları şeytansı kabul etmemiz istenir), varlığıyla, yeri ve sessizlikleriyle, bakışlarındaki kıvılcımla ve tekinsiz haliyle oynar (Manuel Rainord burada konferans veren Bataille’ı tarif etmektedir).

Görüldüğü gibi, portre “yön değiştirmektedir.” Kimilerine göre taşkın ve şiddetli; başkalarına göre, yavaş, sabırlı ve dikkatli; yine başkalarına göre, şeytani değilse de, sapkın... Kimsenin onun derin, ihtilaçlı kahkahasından söz etmemesi dikkat çekicidir. Bataille güldüğünde, hiç çekincesiz, bütün benliğiyle güler. Keza kimsenin onun görünüşteki (görünüşteki ve gerçek) masumiyetinden, insanı çaresiz bırakan, kafa karıştırıcı masumiyetinden söz etmemesi de dikkat çekicidir: Çocuksu bir masumiyet. Fakat Bataille’ın güldüğû kadar -güçlü bir kahkaha, bir dev kahkahası, bir çocuk kahkahası- ağladığını da söylemezsek bu portre eksik kalır. Duygularına kapılma kapasitesi, bunları kontrol etmesi gerekmediğine inanması, onu bütün duygu sıçramalarına, bütün irkilmelere açık bırakıyordu.

1950’lere doğru (bu tarihten sonra pek değişmeyecektir; daha doğrusu, benzer şekilde “yön değiştirmeye” devam edecektir) Georges Bataille’ın bu uzun ve çelişik portresinin ortaya çıkardığı bir şey varsa, savaştan sonra, en örnek oluşturacak, en anlamlı, hatta olası en otobiyografik tarzda iki kez ortaya koyduğu ikizleşmeye tuhaf biçimde benzer bir şeydir bu.

*
Michel Surya
BATAİLLE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder