Melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayatın Pazarları / Cioran

Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk talihsizliğinin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir deneyim olurdu bu. Tek eğlencenin suç olacağı; sefahatin yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği mümkünden de öte. Zamanın sınırsızlığı duygusu her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, bir idam sehpasına çevirirdi. Şiirle dolu yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kilise ve kerhaneler iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren.... sıkıntının tasviri bu —evrenin de sonu... Tarih’in üzerinde sallanan laneti kaldırın: o anda kendini iptal eder, tıpkı mutlak tatilde varoluşun kendi kurgusunu sergilemesi gibi. Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder, kurar ve sağlamlaştırır; ilk sarhoşluk, "gcrçeklik"e olan inancı teşvik eder ve devam ettirir; oysa salt varoluşu seyredalış, hareket ve nesnelerden bağımsız seyredalış ancak Olmayan'ı kavrar...

Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler: ufuklarına sınır çeken hiçbir uğraş yoktur; sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler—ve kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, canın kuşkusu. Aylaklıktan çıldırmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü Hayat'ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik ne de kötülük yaparak —insanlık sarasının seyircileri olan onlar— bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun bükerler. Bazı öğleden sonraların sınırsız uzamasından niye ürksünIer ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığından başka. Bu durumda, gerçekte yoğunlaşmak onları, ötekileri taklit etmeye ve kendilerini, meşgalelerin küçültücü imrenişinde hoşgörmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevi kalıntısı tembelliği bekleyen tehlike budur.

(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına —ve sonsuzluğa dek— yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için, ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da varolma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişemez; ve onun gözünde varolmanın tek bir anlamı vardır: acısına gömülmek —gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin algısına yüceltene dek...)


Bak:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/Bulantı

EROS


...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.  

Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.

Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.











MELANKOLİ

Melankoli ruhun uçurumlarıyla ilgili bir şeyler fark etmemizi sağlar: Ruhun umutsuzluğunun ve kaygısının yanı sıra, yaralı umutlarını ve yanar döner, engin ışıklarla bezeli ufuklarını da görmemize izin verir. Melankoli, Leopardivari bir anlamda, yaratıcı imgelemin sonsuz bir kaynağı değil midir? Nietzsche'nin söz ettiği mutluluğun beraberinde sürüklediği deneyimden farklı olmakla birlikte, onun kadar anlamlı değil midir? Ve Simon Weil, o cesur ve ulaşılmaz, derin mi derin sözleriyle, Aiskhylos'u anarak, acısız bilgi yoktur dememiş midir?

Giacomo Leopardi, melankoliyi, insan olma halinden koparılamayacak bir Stimmung ve sonsuz bir acı kaynağı olarak yaşamış ve onu kendine has olağanüstü otoanaliz yeteneği ve köklü derinliğiyle betimlemiştir. Kendisinin Pietro Giordani’ye yazmış olduğu (meşhur) iki mektubundan birkaç cümleyi alıntılamakla yetiniyorum, ilki, 30 Nisan 1817 tarihlidir ve şöyle yazılıdır:

“Bütün bu dediğime beni törpüleyen ve yutan, çalışınca beslenen, çalışmayınca çoğalan şu saplantılı, kara ve korkunç melankoli belasını eklemeliyiz. Onun ne olduğunu iyi bilirim, onu yaşadım ama güzel şeyler, sevinçten de tatlı şeyler filizlendiren o tatlı melankoliyi artık hissetmiyorum. Tabiri caizse alacakaranlık gibidir o, öyle ki orada gece zifiri karanlık ve korkunçtur, zehirdir, zatıâlinizin de dediği gibi, bedenin ve ruhun gücünü tüketir.”

 19 Kasım 1819 tarihli ikinci mektupta ise şöyle yazılıdır:

 “Eğer şu an delirecek olsam, öyle sanıyorum ki benim deliliğim daima şaşkın gözlerle,
ağzım açık, ellerim dizlerimde, gülmeden ve ağlamadan öylece oturmaktan ve bulunduğum yerden ancak zorla kalkmaktan ibaret olur. Hiçbir şey, ölümü bile istemeye mecalim yok, ölümden korktuğumdan değil bu, ölüm ile acının bile gelip de beni teselli etmediği hayatım arasında hiçbir fark görmez olduğumdan.” 


Domenico Fetti Melancholy 1622

Ve sonuç bölümü dehşet içermektedir:

 “Hayatımda ilk defa sıkıntı beni bunaltmak ve yormakla kalmıyor, çok ağır bir sancı misali beni soluksuz bırakıp, paramparça da ediyor ve her şeyin öylesine boş olması ve benim gibi, tutkuları ölmüş bir insanın içinde bulunduğu hal bana dehşet veriyor, ruhumdaki tutkular söndü ve ben kendimden çıkıp umutsuzluğumun bile bir hiç olduğu kanaatine vardım.”


Giacomo Leopardi melankoliyi sadece öylesine acılı ve umutsuz bir insani deneyim olarak ele almaz, aynı zamanda ve bununla bağıntılı olarak, onu her kökten şiirin kaynağı ve anahtar kelimesi sayar.

Kendisinin Zibaldone adlı eserinde de, ateş gibi yakan bu düşüncelerle karşılaşırız: 

“Zamanımıza melankolik şiirden başka şiir uymaz ve şiir, hangi konuyu işliyor olursa olsun, ancak melankolinin yankısını taşır. Şayet bugün gerçek anlamda şairler varsa, ve gerçekten de şiirsel bir esin duyuyorlarsa ve bunun üzerine ya da herhangi bir konu üzerine şiir yazıyorlarsa, esinleri her nereden kaynaklanıyor olursa olsun, illa ki melankoliktir; şairin doğallıkla yalnız başına ya da başkalarıyla birlikte bu esini izlerken yakaladığı yankı illa ki melankoliktir (ve esin yoksa şayet, o zaman şiir olarak anılmaya layık bir şey de yok demektir).

Hiçbir şiirsel yaratıcılıktan koparılamayacak bir ruh hali olarak melankoli ve bilgi taşıyıcı: şeyleri ve şeylere dair edinilen deneyimleri parlatan ve ışıl ışıl kılan çok yoğun bir ışık demedi mahiyetinde melankoli...

Eugenio Borgna

BEKLEYİŞ


Bekleyiş, kaygıya demir atmış bir deneyimdir: Kaygısız bekleyiş yoktur. Sorunlu olduğu kuşku götürmeyen bu sav bir yana, bekleyişin zaman zaman gerçekten de, Minkowski'nin de savunduğu gibi, ölüm imgesine bağlı olduğunu söylemek isterim.

"Zaman zaman, görünürde hiçbir neden olmaksızın, içimizde,
tüm yıkıcı gücüyle büyük adımlarla üstümüze üstümüze gelen
ölüm, havada asılı ölüm imgesi uyanır; kaygı, dehşet bizi bağlar;
biçare kalmış bizler, kaçışı olmayan, kaçınılmaz ve eli kulağında
olan hiçleşmeyi bekleriz. Eli kulağında olan bir tehlike karşısında
bizler, olduğumuz yere mıhlanır, dehşetle öylece kalakalır, bekleriz."


Elbette ki Minkowski gerek sevinçli olayların, gerekse de acılı olayların bekleyişi olduğunu kabul etmeden edemez; ama bekleyişin, asli halinin daima kaygı ve korkuyla dolu olduğunu ve her
bekleyişin kolaylıkla ve büyük bir hızla acılı bir olaya dönüştüğünü söyler.

Bekleyişin duygulanımsal içeriklerinin doğası üzerine yapılan tartışma önemli değildir; önemli olan bekleyişin, kendi zamansal oluşumundan, zamansal yapısından yola çıkılmadan anlaşılamayacağıdır.
Bekleyiş, ancak açılabileceği ve kendisine hayat verecek bir geleceğin, bir istikbalin var olması halinde vardır.

Minkowski'nin bekleyişin zamansal yapısına ilişkin yaptığı değerlendirmeler özgün ve radikaldir: Buna göre bekleyiş, bir şimşek gibidir, hayatın bir an için havada asılı kalmasıdır, onda anilik
vardır. Ayrıca bekleyişte süre yoktur, zaman tanzimi yoktur ancak birbirini özel bir şekilde izleyen iki zaman öğesi vardır: Öyle ki, geleceğin ben'e doğru aldığı yol; şimdiki zaman dışlanarak, hani
neredeyse yalnız başına yaşanmaktadır. Kısacası bekleyiş sırasında, geleceğin ani bir şekilde, taşkınlık içinde bana yaklaştığını hissederim. Psikotik olan ve psikotik olmayan insan halinin derin yapılarına dair radikal ve belirleyici bir bilgi kaynağı olan yaşanmış zamanın, içsel zamanın sonsuz biçimleriyle ilgili teşvik ve değerlendirmelerle dolu olan bu kitaptan son bir alıntı yapacağım.

"Bekleyişte, yaşayan varlığın sıkıştırılması, etkinliğin yayılımına
karşı duran 'küçülme' mevcuttur. Bekleyişte kişi, kendi üzerine
eğilir, kıvrılır, hani sanki düşman çevrenin karşıtlıklarına olabildiğince
az maruz kalmaya çalışır ve bunu yaparken, çevreden kopar,
onunla olan ilişkisinin sınırlarını saptar."


Eugene Minkowski'nin bekleyişe ilişkin fenomenolojik söylemi, o halde, zamanın gelecek tarafından nasıl yutulduğunu, geleceğin şimdiki zamanı nasıl da kendi içine çektiğini ve bekleyiş sırasında kişinin, kendisini her türlü çevresel bağlamdan uzaklaştıran ve koparan radikal derecede kişisel bir dünyada yaşadığını vurgulamak niyetindedir. En nihayetinde bekleyiş, kendilerini anilik ve
kırılganlıklarıyla ortaya koyan içselliğin ve yalnızlığın ifşasıdır ve bu içsellik ve yalnızlık, ancak solukları algılanabildiği ya da algılanamadığı ölçüde çözümlenebilir ya da çözümlenemezdir.


BEKLEYİŞ VE UNUTMA

TASSO İLE CİN'İN DİYALOGU / Leopardi

Tasso ile Cin'inin diyalogundan,
Ahlaki Operetler kitabı
Giacomo Leopardi

Memorial to Torquato Tasso engraved by TC Dibdin after a 1846 painting


CİN: Can sıkıntısı nedir?

TASSO: Bana öyle geliyor ki can sıkıntısı hava gibi bir şey ve öteki maddi şeyler arasındaki bütün boş alanları ve onların her birindeki boşlukları dolduruyor. Nereden bir cisim hareket eder ve bir başkası onun yerini almazsa, can sıkıntısı hemen orayı dolduruyor. Böylece, insan yaşamının zevklerle acılar arasına konulan aralıkları can sıkıntısı tarafından işgal ediliyor. İşte bu nedenle, Peripatetikler’e göre, nasıl maddî dünyada ara verilmiyorsa, aynı biçimde, bizim yaşamımızda da, aklın herhangi bir nedenle düşüncenin kullanımına ara vermesi dışında, ara verilmiyor. Bütün geri kalan zamanda ruhun, kendi başına ve bedenden ayrı olarak değerlendirildiğinde de, kimi tutkuları içinde barındırdığı görülür, tıpkı her çeşit zevk ve acıdan yoksun olmanın can sıkıntısı ile dolu olmaya yol açtığı kimsede olduğu gibi. Can sıkıntısı da tıpkı acı ve zevk gibi bir tutkudur.

CİN : Bütün zevkleriniz de, örümcek ağları gibi, incecik, sık ve saydam olduğu için, hava nasıl örümcek ağına girerse, can sıkıntısı da tutkulara dört bir yandan öyle girmekte ve onları doldurmaktadır. Aslında can sıkıntısı deyince, zevkin doyurmadığı, acının da açıkça incitmediği saf bir mutluluk arzusundan başka bir şeyin anlaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu arzu, az önce de söylediğimiz gibi, hiçbir zaman doyurulamaz, zevk ise tam anlamıyla bulunamaz. Öyle ki insan yaşamı, denilebilir ki, kısmen acı kısmen de can sıkıntısı ile hazırlanmış ve dokunmuş olup bu tutkuların birinden kurtulmak ancak ötekine düşmekle olanaklıdır. Ve bu senin özel yazgın değil, bütün insanların ortak yazgısıdır.


Tasso in the Madhouse,
 1839 - Eugene Delacroix


TASSO: Can sıkıntısına karşı hangi ilaç yararlı olabilir?

CAN SIKINTISI

Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

“Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır”

 ve gene şöyle demektedir: 

“Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak
ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”


Öyle hisler, öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

“Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, ‘her şey’ üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzere: Can sıkıntısı, “hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. 



Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçağlıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”


“Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır.”

 Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungla yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, (yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan) can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır:

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından üretilir.”

Eugenio Borgna

Kont Carlo Pepoli'ye Mektup / Leopardi



Adını yaşam koyduğumuz
bu ıstıraplı ve sıkıntılı uykuya
nasıl dayanıyorsun sen, sevgili Pepoli?
Hangi umutla besliyorsun yüreğini?
Hangi düşünce, hangi işlerle,
neşeli ya da sıkıntılı, öldürürsün

MUTLULUK

Giacomo Leopardi'nin Zibaldone'de umuda ilişkin yaptığı muhteşem değerlendirmelere
atıfta bulunmadan edemem.


"Düşünce ve öz sevgisinin, kendi iyiliğini isteme gibi, umudun da hayat duygusuna, bir diğer deyişle hayata öylesine içkin bulunan ve hayattan öylesine koparılamaz bir tutku, bir varoluş biçimi olduğu belki az, belki hiç, belki de yetersiz derecede fark edilen bir şeydir. Uyku hali vs gibi hayatın hissedilmediği durumlar haricinde, "Yaşıyorum, öyleyse umut ediyorum" çıkarımı çok doğrudur... (...) Öz sevgisi olmayan insan gibi, umudu olmayan insan da kesinlikle yaşayamaz.”

Giacomo Leopardi, fikrinin gölgeli ışıklarında, mutsuzluğun herkes için kaçınılmaz bir kader olduğunu söylemiştir. Onun sözleri, Nietzsche'nin ateşli ve kökten kararlılığıyla olmasa da, mutluluğa ihtimal tanımamaya sevk eder; bu görüşün belirtildiği Zibaldone'den şu kısmı alıntılamak isterim:

"Yaşamı her halükârda ve tüm uzantısıyla arzulamak, özetle, mutsuzluğu arzulamaktan başka bir şey değildir; yaşamayı arzulamak, mutsuz olmayı arzulamak demektir."

Çarpıcı bir kısalıkta, keskin bıçak gibi bu değerlendirme, hayatta mutluluğa ulaşmaya dair her olası yanılsamayı kesivermektedir. Mutluluk, ancak, kendi küllerinden asla doğmayan bir Anka kuşu ya da gerçekle hiçbir ilintisi olmayan hayalperest bir deneyimdir. Bu değerlendirmenin yakıcı yoğunluğunda, yaşama arzusu ve mutsuz olma arzusu arasındaki yıpratıcı denkliğe yeniden rastlarız.

Mutluluğu arzulamaya ve ona ulaşmanın imkânsızlığına dair leitmotiv; anlamları hiç tükenmeyecek olan Zibaldone eserinin daha başka simgesel kesitlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Canlı, mutluluğu asla elde edemez çünkü başka yerde de izah edildiği üzere, mutluluğun sonsuz olmasını ister, bunu diler; bu da, fiilen gerçekleşemeyecektir. Dolayısıyla canlı, arzu nesnesine hiçbir zaman sahip olmaz ve olamaz. Arzuladığı sürece de mecburen hep mutsuz olur; onu mutsuz eden, başka her nevi
mutsuzluğu bir yana bırakalım, bu boş arzunun kendisidir de; çünkü gerçekleşmemiş bir arzu, acı veren bir şeydir, dolayısıyla mutsuzluk haline sebebiyet verir. Ve ne kadar tutkuyla istenirse, o kadar mutsuz olunur.

Mutluluk sonsuzdur ve onu arzulamak insanı mutsuz eder; o halde, acıya neden olan bu kısırdöngünün kırılması için ne yapılabilir, neyin hayali kurulabilir? Ancak içimizdeki mutluluk arzusu kurursa, biraz daha az mutsuz bir hayata sahip olmamız mümkün olacaktır; bununla ilgili olarak Leopardi bir kez daha şunları söylemektedir.

"İnsan mutluluğu arzularsa, mutlu olamaz: Mutluluğu ne kadar az arzularsa, o kadar az mutsuz olacaktır; hiçbir şey arzulamazsa, mutsuz değil demektir. Dolayısıyla insan ve canlı, mutluluk düşüncesine odaklanmadığı, başka yerde söylemiş olduğum üzere eyleme ve iç ve dış meşgalelere kapıldığı ölçüde daha az mutsuz olacaktır."

Ancak her nevi mutluluk arzusundan vazgeçerek, mutsuz olmamamız mümkün olacaktır. Peki, gerçekten de böyleyse hayatı buna karşın yaşanır kılan nedir? İnsan, hangi umudu kalbinde canlı tutabilecektir? Bunlar Leopardi'nin görmezden gelmediği sorulardır elbet ve Zibaldone'nin daha başka yerlerinde keskin bir keder renginde yeniden ortaya çıkarlar.

"Mutlu olma ümidini yitirmiş olan kişi, başkalarının mutluluğunu düşünemez çünkü insan bunu, ancak kendi mutluluğunun nazarında arayabilir. Dolayısıyla başkasının mutsuzluğuyla da ilgilenemez."

O halde, kayıp umut ve mutluluklara yaklaşmayı, onlara yeniden sahip olmayı hayal etmek de mi mümkün değildir? Her ikisinden de daimi olarak vazgeçmekten başka yapacak bir şey
yok mudur? Peki, hayata geçici ve cılız da olsa ne gibi bir anlam verilebilecektir? Sadece umut, sahip olduğu gizin izinde yeniden doğarsa, daimi olarak yitirilmemiş bir mutluluğun eşiğini görür gibi olabiliriz; Leopardi'nin, umutsuzluğa kapılmamamıza yardımcı olan esrarlı ve muhteşem daha başka sözleri yok mudur? Umudu tutku olarak tanımlayan sözleri ve de bu sözleri vardır:

Umut, daha doğrusu bir umut kıvılcımı, bir umut damlası insanı terk etmez; insanın başından bu umuda en karşıt, en keskin felaket bile geçmiş olsa gene terk etmez.

Umudun gizli ve gizemli gücü, onu bir tutkuya dönüştüren bu baş döndürücü sözlerden daha iyi nasıl tanımlanabilir ki?


Eugenio Borgna

Sıkıntı


Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâlâ; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...


Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kâfidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; bâtıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.

Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.


Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur; Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki maddesiz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?

Sıkıntı, o devasız nekahet...)

Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar da var olma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısına gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gereksizliğin algısına yüceltene dek...)

"Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda, "acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgâr, havanın çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan istifa ediyorum. Nâmevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... Arzu', sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."

Cioran

bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/02/sikinti.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/melankoli-can-sknts-zaman.html

An


(...) Hafızayı ne pahasına olursa olsun silmek gerekir, içimizde billurlaşmaya uğraşan duyguları da. Bütün kalıcı bağlanmalar, birazcık süren bütün pişmanlık ve özlemler yaşamamızı engeller, bizi zor durumda bırakır ve varoluşumuza tıka basa doluşur. Hatırlamanın ve arzu etmenin neye hayrı var? Sonu olmayan bir içerikler dizisiyle geçmişi doldurmak, bundan daha uzun bir diziyle de geleceği öncelemek niye? Kendilerini zaman içinde ifade eden duyguları muhafaza etmek ve bunlar üzerinden nesnelerle bağ kurmak niye? Eninde sonunda dünyaya bağlanmak niye?

Hayat yolu üzerinde dikilen engelleri, içinde hayatın fiillerini eriten genel bir anlamlandırmanın ve bütünleştirmenin etkisinden kurtaracak saf bir tecrübeyle aşamaz mıydık? Süre içinde yaşamak, hayatın fiillerinin her birini, bir art arda geliş unsuru, zincirin bir halkası, kısmi ve simgesel bir parça haline getirir; bu yolla, hayatın bütün fiilleri hafızayı besleyerek yararsız bir benlik devamlılığı kurar. Zira benliğin sürekliliği ve devamlılığını, duygu evrimlerinin, özlem kabarmalarının ve koyulaşan pişmanlıkların ötesinde hissetmek ve bunun bilincinde olmak yararsızdır. Bütün mesele, hafızayı kullanmaksızın bütünsel olabilmektir. Bu da ancak, hayatın her fiili bütünen gerçekleştirilirse mümkündür; ötekiler nazarındaki göreceliğine ve onlarla ilişkisine bakmadan... Mutlak bir şekilde ânın içinde yaşamak, bireysel hayatın en üst noktada güncelleştirilmesidir ve zaman içinde yaşama ümitsizliğinin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Anları sorun gibi değil de, mutlak eserler gibi yaşamak; her ânı, nihaî, başsız sonsuz bir şey gibi yaşamak. Bir şeye başladığını ve de bir şeyi bitirdiğini hiç zannetme; hayatın, her ânında bütünsel ve mevcut olduğun, unutacak ya da arzulayacak hiçbir şeyin kalmadığı bir sarhoşluk gibi olsun. Sadece an içindeki mutlak eser, bizi, geçmişin ve geleceğin cesetleri eşliğindeki kendi zamanımıza sahip olma işkencesinden esirgeyebilir.

Her anda bütünsel olunduğunda, bertaraf etmek zorunda kalacağımız hiçbir şey yoktur, zira artık dışarıdan hiçbir şey üzerimizde ağırlık etmez, ve bir varoluş gibi, hayat ve ölümün artık hiçbir anlam ifade etmediği bir varoluş doluluğu gibi kalınır. O zaman, kendi kendine, canlı olunduğu söylendiğinde de, ölüneceği hatırlandığında da aynı ölçüde şaşırılır.

Baudelaire ve Melankoli


Baudelaire daha ilk denemelerinden itibaren melankoli konusunda epeyce doluydu: Kişisel olarak deneyimi vardı ve uzun bir geleneğin kavramı yorumlamak amacıyla işbaşına geçirdiği retorik
ve ikonolojik kaynakları biliyordu. Baudelaire 1843 yılına doğru Sainte-Beuve'e yazdığı şiirde, "uzak geçmişindeki bir kitabın etkisini", kendi kullandığı sözcükle, "içmeye" olan maharetini gösterir.
Lise yıllarındaki "sıkıntıların" dile getirilişi alegorileşmiş Melankoli'nin sahneye çıkması için iyi bir kışkırtmadır, ayrıca Diderot'nun rahibe'sine yapılan gönderme bizzat alegoriyi edebi olarak alegorileştirir: Görülen beti, manastırın duvarları arkasında en berbat azaplara maruz kalmış, başka bir tutsak gencin kurgusal betisidir. Lise, manastır: Kapalı yer melankolisinin iki örneğidir bu:





Yazdı, eriyordu kurşunlar çatılarda,
Yosun tutmuş koca duvarlar hüzün soluyordu
[ ... ]

 Esin perisi sarılır bütün gün
Bir çan kulesinin penceresine;
Melankoli, her şey uykudayken, öğle vakti,
Dayamış elini çenesine, bir koridorun ucunda,
Rahibe'den daha kara ve mavi gözü
Herkesin açık saçık ve acı dolu hikayesini bildiği
-Ağır aksak adımlarıyla erkenden sürükler sıkıntıları,
Ve alnı gecenin uyuşukluklarıyla hala nemli




"Çeneye dayanmış el", bildiğimiz gibi Panofsky, Saxl ve onları izleyenlerin çok sayıda belge üzerinden incelediklcri simgesel duruştur· Öğlen saati demonun ve azmış acedia'nın (ruhsal uyuşukluk,) saatidir. Apaçık bir zafer kazanmış ışığın düşmanına meydan okuduğu saattir; akıldan hiç çıkmayan teyakkuz halinin uykuya yenilip tehlikeye düştüğü saat. Melankolik kişi tamamen
durağan olmadığında, yavaştır, ağırdır, bunlar onun daimi sıfatlarıdır. Baudelaire'in şiirinde
"yavaşlayan adımlar" deyişi hem bu geleneksel imgeyi yeniler hem de şairin Suzanne Simonin'in (Diderot'nun Rahibe'si) ayaklarını, işkencecilerin ayakları altına serdikleri cam parçalarıyla yaralanmış o ayakları unutmadığını gösterir ... Çan'a gelince, Dürer'in gravüründc görülen çanı dü§ündürür, ama aynı zamanda dördüncü "Spleen"de "çılgınca sallanan" çanları haber verir.

Jean Starobinsky

SIKINTI

"Ah sevgili Michel, bilemezsin burada nasıl sıkılıyorum. Hem de ne sıkılma! Gerçekten inanıyorum ki, kişi kendini hangi ülkede bulursa bulsun, sıkıntının önünü alacak tek şey var: çalışma."

Baudelaire,
 Michel Lévy'ye  (Brüksel, Mayıs 1864)


"Bana, çalışamadığı için sıkıldığını söyleyen arkadaşıma, sıkıntının üstün bir hal olduğu ve onu çalışma fikriyle ilişkilendirmenin sıkıntıyı azaltmak olduğu cevabını veririm."

 Cioran


"...Zira sıkıntı kendi zamanının diliyle konuşur ve sana en değerli hayat derslerini verecek...; yani sen tamamen saçmasın!" 

 Joseph Brodsky


 "Üzüntü, bir umutsuzluk, peki neden dolayı? yaşanmamış bir hayattan dolayı; pek yakında artık yaşanacak hiçbir şeye sahip olmamanın verdiği bir kızgınlık ya da bir korku değil, ama içinizi kemiren gerçekten yaşamamış olma, gerçek yaşama sahip olmamış olma duygusu"

Tor Ulven


"Sigaralarını da her kırk beş dakikada bir yakmayı isterdin."

Uyuyan Adam
(sf. 97, Perec)




Siegfried Kraucer'in Sıkıntı başlıklı
kısa yazısı (1924)

SIKINTI

Siegfried Kracauer


Günümüzde halâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü böylelerinin benliği silinip gitmiştir — o benlik ki varlığı, günümüzün koşuşturmalı dünyasında onları belli bir yerde uzunca kalamayıp, amaçsız salınmaya zorluyor olacaktı.

Çoğu insan huzur(zaman)dan yoksun, bu doğru. Onlar temel gereksinimlerini karşılamaya ancak yetecek kadar kazanmak için tüm enerjilerini harcadıkları bir yaşam sürdürmektedirler. Bu yorucu görevi birazcık hafifletebilmek uğruna, uğraşlarına ahlaki bir tül çekecek, en azından kendilerine belirli bir ahlaki doyum sağlayacak bir "iş etiği"  icad etmişlerdir. Kendini ahlaki bir varlık olarak düşünmenin kişiye verdiği övüncün her tür sıkıntıyı giderdiğini iddia etmek abartı olurdu. Gene de burada söz konusu olan, gündelik koşuşturmaya özgü bayağı, kaba sıkıntı değildir; çünkü bu türden sıkıntı ne öldüresiye ne de kişiyi yeni bir yaşama aydırıcı değil, ahlaken onaylı halihazırdaki uğraştan daha iyisi çıktığında hemen silinecek bir doyumsuzluğun dışavurumudur yalnızca. Bununla birlikte, görevleri arada bir kendilerini esnemeye itenler, yatkınlıkları gereği işlerini sürdüre-gidenlere göre daha az sıkıcı olabiliyorlar. Öbür mutsuz tipler ise gittikçe koşuşturma içine batarak, sonunda nerde olduklarını bilemez hale gelirler; onları yeniden kafalarıyla bütünleştirecek, o olağandışı, kökten sıkıntı hiçbir zaman ulaşamayacakları bir uzaklığa çekilmiştir artık.

Gene de kimse huzur (zaman)dan tümüyle yoksun değildir. Ofis sürekli sığınılacak bir yer olmadığı gibi, Pazar günleri de bir kurumdur. Böylece, en azından ilke olarak, serbest zamanın o güzel saatlerinde herkesin kendini gerçek sıkıntı düzeyine yükseltme olanağı vardır; ama insan hiçbir şey yapmak istemese de ona olanlar olur. Dünya kişinin [yitirdiği] kendine erişememesini güvence altına almıştır bile. Dahası, kişi dünyayla ilgilenmese bile dünya onunla öyle ilgileniyordur ki, huzur ve dinginliğe bir türlü kavuşamayarak toptan sıkıntı içine yuvarlansın. Dünya da sonunda bu toptan sıkıntıyı haketmekte.

İnsan içinden doygunluğun serpilebileceği bir doymamışlıkla yüklü, akşamları caddelerde sürter durur. Binaların tepelerinde aydınlatılmış sözcükler kayıp durmaktadırlar ve zaten kişi kendi boşluğundan kovulmuş, reklamların o yabancı dünyasına sürgüne gönderilmiştir bile. Beden asfalta kök salmış, artık kendi tinimiz olmaktan çıkmış tin de [Geist] ışıklı panoların aydınlatıcı vahiyleriyle birlikte durmaksızın gecenin içine dalıp çıkar hale gelmiştir. Ortadan silinip gitmelerine izin verilmiş olsa bari! Ama bu tin tıpkı atlıkarıncada inip çıkan Pegasus [kanatlı at] gibi kendi çevresinde çemberler çizmek zorundadır ve alkollü içkinin görkemini göklere çıkartmaktan, en kaliteli beş sigaranın nimetlerini övüp saymaktan bıkıp usanmaz. Binlerce ampul ortasındaki insan bir tür büyü tarafından amansızca mahmuzlanarak kendini yeniden ve yeniden parlak cümlelerle biçimlendirmeye yönelir.

Diyelim ki, söz konusu ruh raslantı eseri bir defasında çıktı, geri geldi; hemen kendine değişik kılıklar ardında yitmek üzre bir sinemaya gitmeyi önerir. Sahte bir afyon tekkesindeki sahte bir Çinli gibi çömelir. Bir film diva'sını hoşnut edebilmek için gülünç oyunlar çevirmek üzere yetiştirilmiş bir süs köpeğine dönüştürür kendini. Yalçın dağ tepelerini kasıp kavuran fırtına içine dalar. Aynı anda hem aslan hem sirk terbiyecisi oluverir birden. Nasıl direnebilirdi ki böyle dönüşümlere? Afişler onun doldurulmasına karşı çıkmayacağı boşluklarda sallanır, terk edilmiş bir palazzo kadar çıplak beyaz perde önüne sürüklerler onu. imgeler de birbiri ardından boy göstermeye başladı mı bir kere, onların geçip gidiciliğinden başka bir şey kalmaz dünyada. Boş boş bakarken unutur kişi kendini ve o koca kara delik hiç kimsenin olmadığı gibi herkesi de tüketen bir yaşam yanılsamasıyla canlanır.

Aynı şekilde radyo da, onlarda tek bir kıvılcım çakmasına izin vermeksizin varlıkları unufak eder. Çoğu insan yayınlara inanmak zorunda hissettiğinden, Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne, Berlin'e gebe, sürekli bir [edilgen] alıcı durumunda bulur kendini. O narin kulaklıkların davetine kim direnmek ister ki? Haberler oturma odalarında ışıldayarak döner sararlar kafaları. Oturanlar da yetkin bir sohbeti -o bile sıkıcı olabilir- geliştirecek yerde, gizil nesnel sıkıcılıkları bir yana, kendilerine kişisel sıkıntıyı yaşamak gibi en basit bir hakkı bile tanımayan dünyanın o uğultusunun oyun alanı haline gelmişlerdir. insanlar sanki ruhları uzaklarda başıboş dolaşırken, sessiz ve yaşamazcasına yan yana dizilidirler. Ama bu ruhlar keyiflerince dolaşamamaktadırlar; dizginlenemeyen habercilerce taciz edilir dururlar ve kısa zamanda kimdir avcı kimdir avlanan, kimse söyleyemez. insanın, kirpi gibi tortop olmak ve kendi hiçliğine aymak istediği cafelerde bile buyurgan bir hoparlör kişiye özel varoluşun her bir izini siler, süpürür. Gürültüyle savurup yaydığı duyurular konser arası zaman dilimine hükmeder; zaten kendileri de aynı duyuruları dinlemekte olan garsonlar bu gramofon taklidini susturmaları yolundaki saçma istekleri "ne münasebet!” dercesine geri çevirirler.

Antenlerle gelen bu tür yazgıyı kişi çaresiz kabullenirken beş kıta gittikçe birbirine yaklaşmaktadır. Hakikatte oralara uzanan bizler değiliz; bizi kendi sınırtanımaz emperyalizmlerine maleden onların kültürleri aslında. Sanki boş midenin doğurduğu düşlerden birini yaşıyor gibiyiz: çok uzaklardan yuvarlanıp gelen küçücük bir topun birden yakın çekime girip irileşerek seni ezip geçmesi gibi. Ne durdurabilirsin, ne kurtulman mümkün; o noktada zincirli, gelen devin kütlesi altında silinip gidecek zavallı bir oyuncak bebek, kaçabilmek söz konusu değil. Diyelim ki bu bunaltıcı Çin bilmecesi ustaca geçiştirilebildi; hemen bir Amerikan boks maçının sizi alıp götüreceğinden emin olabilirsiniz. Kabul edilsin ya da edilmesin, burada fazlasıyla egemen olan Batı'dır. Şu yeryuvarlağı yüzünde yer alan dünya tarihinin utançsız yaşam hırsıyla dolu tüm olaylarının —salt şimdikiler değil, geçmiştekilerin de- tek isteği vardır: bizi nerede istiyorlarsa orada bir buluşma belirlemek. Ama efendileri yerlerinde bulmak ne mümkün. Gezmeye çıkmışlar, nerede oldukları bilinemiyor; boş salonlarını da çoktandır "beklenmedik misafirlere" terk etmişler; onlar ise efendilik taslayarak işgal etmekteler odaları.

Ama ya birisi böyle kovalanmaya hayır derse? işte o zaman sıkıntı kişinin söz gelimi halâ kendi varoluşu hakkında söz sahipliğine bir tür güvence sağladığı için tek uygun [özgün] uğraş haline gelir. Eğer kişi hiç sıkılmasaydı, başta da iddia edildiği gibi, belki de gerçekte hiç mevcut olmayacak ve böylece sıkıntının nesnelerine bir yenisi daha eklenerek, insan ya çatılarda yanıp sönüyor ya da film şeridi halinde makaraya sarılıyor olacaktı. Ama eğer kişi orda mevcut olacaksa, o zaman her yerde hazır ve nazır o soyut tezgâhtan sıkılmaktan, ve aynı zamanda bu tezgâh içinde varolduğu için kendisini sıkıcı bulmaktan başka seçişi yoktur.

Bir yaz ikindisi herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda salınmak ya da en iyisi evde kalıp perdeleri çekerek sofa üstünde kendini sıkıntıya terk etmek. Hüzünle kaplı olarak, bu süreç içinde saygınlık bile kazanabilen fikirlerle oynaşılır; hiç yoktan ciddi görünüme giriveren değişik tasarımlar düşünülür. Sonunda da masa üstündeki sıçrayamayan cam çekirgeden ya da kendi kaprisinden bile habersiz küçük kaktüsün sevecen şapşallığından etkilenen insan, gerçekte ne yapması gerektiğini bilmeksizin, kendiyle başbaşa olmaktan öte hiçbir şey yapmamakla yetinir. Tıpkı bu dekoratif yaratılar gibi ciddiye alınmazlığıyla insan da içinde sadece nedensiz bir huzursuzluk, yana itilmiş bir doyumsuzluk, ortalıkta ama gerçekte varlıktan yoksun şeyler karşısında bir bitkinlik taşır.

Ama eğer kişi sabreder, meşru sayılır sıkıntıya özgü sabrı gösterirse, işte o zaman neredeyse bu dünyaya ait olmayan bir tür huşu yaşar. Tavus kuşlarının içinde dolaştığı bir manzara açılır karşıda; ruh dolu insan imgeleri belirir gözönünde. Ve bak— senin ruhun da aynı şekilde dolup taşmaya başlıyor ve haz içinde hep eksikliğini duyduğun şeyi, o büyük tutkuyu adlandırabiliyorsun artık: Bir göktaşı gibi kayan bu tutku inip de, seni, başkalarını ve dünyayı sarıverseydi— ah, işte o zaman sıkıntı biter, ortalıktaki her şey de var olurdu...

Ama insanlar halâ uzak imgelerden ibaret; o büyük tutku da ufuk çizgisinde süzülüp gitmekte. Dağılmaya direnen sıkıntı içindeki kişi de tıpkı burda olduğu gibi sıkıcı gereksizlikler yumurtlamayı sürdürmekte.

Çeviren: 
Haşan Ünal Nalbantoğlu


*
İlgili okumalar:


Gülmek / Cioran

Nietzsche...  O yok mu o? Aslında her şeye ‘‘çilelerimiz”in neden olduğunun delilidir adeta!

diyor Cioran:

Le diable probablement (1977, Robert Bresson)

Hiçlik benim içimdeydi, onu dışarıda aramama gerek yoktu. Daha çocukken, uçurumların keşfine götüren can sıkıntısı yoluyla, bunu önsezi düzeyinde hissetmiştim. Boşluk hissini, zamandan dışarı atılmış olma izlenimini ilk tattığım anı tam olarak gösterebilirim. Bu boşluğu sürekli hissetmekten başka şey yapmadım, benim için neredeyse gündelik bir karşılaşma haline geldi bu. Önemli olan, bir tecrübenin sıklığıdır, bir baş dönmesinin ısrarla kendini hissettirmesidir.

Yazmak, eğer ilaçlara düşkün değilseniz, büyük kaynaktır; yazmak, iyileşmektir. Size bir öğüt vereyim: Birinden nefret ediyorsanız, ama ille de onu yok etmek diye bir isteğiniz yoksa, yüz kere ismini, yanına da “seni öldüreceğim” yazın. Yarım saatte yatışırsınız. Dile getirmek, kurtulmaktır; sadece zırvalar bile yazsak, hiçbir yeteneğimiz dahi olmasa.



Akıl hastanelerinin her sakinine, karalamak için tonlarca kağıt verilmeliydi. Bir tedavi yolu olarak ifade. İntihar fikrinde de aynı fazilet vardır. Kendi kendine, “istediğimde kendimi öldürebilirim,” dendiği anda, hayat bir kabus olmaktan çıkar. Elde böyle bir başvuru çaresi olduğu zaman, gerçekten de her şeye tahammül edilebilir.

Gençliğimde, ölüm gecem gündüzümün merkezindeydi; kendi kendini haklı çıkaran, en yüksek derecede meşru, ama yine de marazi bir mevcudiyet. Tuhaf şey: Yaşla birlikte, bu gitgide daha az düşünülür. Yakınlarda eski bir dostumdan bir mektup aldım, hayatın onun için artık hiçbir şey ifade etmediğini yazıyordu bana. Şöyle cevap verdim: "Bir öğüt istersen: Ancak artık gülemediğin zaman kendini öldürmelisin. Bunu yapabildiğin müddetçe, bekle daha. Gülme bir zaferdir, hayat ve ölüm karşısında tek hakiki zaferdir. 

Cioran

MELANKOLİ & CAN SIKINTISI & BLOG & ZAMAN



"Dünyada gizli bir topluluk olduğunu, Melankolikler Topluluğu olduğunu bilmiyor musunuz siz? Bunlar, ta doğuştan beri diğerlerinden farklı bir tabiata ve mizaca sahip kişilerdir: Kalpleri daha büyük, kanları daha tutkun, arzuları daha yoğun, emelleri daha doyumsuz, özlemleri daha yabani ve yakıcıdır.."  

Jacobsen

Şeyleri değerinden eden, imge ve değerlerin içini boşaltan, her şeyi öylesine uçup kaçıcı kılan ve böylelikle de, boşluğa ve bezginliğe sevk eden, insanın kendi varoluşunun temellerini altüst eden, dolayısıyla da umutsuzluğun yol açtığı anlam kaybına düşüveren bu melankolinin -işte tam da bu melankolinin içinden Dionysosçu olan geçer. Melankolik kişi, hiç kuşkusuz, varoluşun dolu doluluğuyla daha derin bir ilişki içindedir.

Romano Guardini



CAN SIKINTISI ÇÖLÜ VE MELANKOLİ

 Melankolinin sınırında can sıkıntısı vardır. Bu ikisinin varoluşsal özellikleri, birbirleriyle diyalektik şekilde kıyaslandıkları takdirde daha iyi kavranmaktadır.

 Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

 “Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır” ve gene şöyle demektedir: “Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”

Öyle hisler ve öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in (düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

 “Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, "her şey" üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzerek Can sıkıntısı,.. “Hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. Ama bu çalışmada, her halükârda, her ikisinin de ruh hali ve varoluşsal bir durum olarak can sıkıntısına dair söyledikleri şeylerin radikal yönlerine değinilmiştir.

CAN SIKINTISI İLE MELANKOLİ ARASINDAKİ İÇERİKSEL İÇ İÇELİK


Melankoli, sadece klinik bir gerçeklik değildir; tıpkı kaygı gibi, varoluşu kendi varlığıyla- kaplayan bir ruh halidir de (Stimmung-dur). (Öte yandan, kaygı ve melankoli, anksiyete ve depresyon psiko(pato)lojik olarak birbirleriyle bağlantılıdırlar). Melankolide, sürekli, ölüm ve ölme konularına değinilir; bu, sadece olası olan ya da olmayan ölüm konusundan ibaret değildir, ölüm ve ölmek, elbette ki birbirleriyle özdeş değillerdir çünkü biz ölmenin deneyimine sahibizdir (ölmeyi yaşarız) ama ölümün deneyimine sahip degilizdir (ölümü yaşamayız): ölüme dair rasyonel ve soyut bir bilgimiz vardır.

Melankoli, içeriksel olarak, gerek ruh hali (Stimmung), gerekse de psikotik hayat biçimi olarak can sıkıntısı ile iç içedir. Her ruh halinde olduğu gibi, bir ruh hali olarak melankolide de, Almanca Stimmung kelimesini yankılandıran ve temellendiren bir ses vardır. Stimmung’daki bu kayıp ses, bu Stimme, Giorgio Agamben tarafından muhteşem bir şekilde ele alınmıştır: “ ‘Duygulanımsal renk tonu’ olarak çevrile gelen Stimmung sözcüğü, burada her türlü psikolojik anlamından soyulmak, ona Stimme ile olan etimolojik bağlantısı ve özellikle de, akustik-müzikal asli boyutu geri verilmelidir: Almancada Stimmung, Latince concentus’un, Grekçe aqquofa’nın çevirisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısından bakılınca aydınlatıcı olan şey, Novalis’in Stimmung’u psikoloji olarak değil, ‘ruhun akustiği’ olarak görmesidir.”

Psikolojik deneyim olarak can sıkıntısı ve ruh hali (Stimmung) olarak melankoli, birbirlerini izleyen hayat biçimleridir ve her insanın hayatında iç içe geçerler: Elbette ki bu, klinik her kategorinin dışında ve günlük hayatın sıradanlığından uzak olunması şartıyla böyledir; zira gündelik hayat düşünüme ve gerçekliğin diyalekleştirilmesine yer vermez ve bunlar olmadan da can sıkıntısı ve melankoli olmaz.

Can sıkıntısı psikolojisi (elbette ki) can sıkıntısının psikopatolojisi değildir; ve ruh hali olarak, belki de Weltanschauung* olarak melankoli de, klinik bir gerçeklik olarak melankoli değildir.

Can sıkıntısının psikolojik ve insani boyutta nasıl oluştuğu, melankoliyle ne şekilde iç içe geçebildiği ve zaman zaman melankolinin onu nasıl istila edebildiği, psikolojik ve psikopatolojik araştırmaların felsefi ve edebi metinlerle harmanlanması halinde daha iyi kavranır ve betimlenir. (Melankoli, klinik melankoli ve modern edebiyat arasındaki bağlantılarla ilgili olarak, Anna Dolfi tarafından muhteşem bir özenle hazırlanmış bir kitaba göndermede bulunmak isterim.) Melankoli ile, zaman zaman ölümcül can sıkıntısı ve zaman zaman da taedium vitate olan ama her halükârda benin dünyayla ve kendinden-başkalarıyla olan ilişkilerinde radikal bir değişiklik yaratan, can sıkıntısı arasındaki birbirinden farklı ve birbirine yakın duygulanımsal tonların derinliği ve hassaslığı belki de ancak bu şekilde kavranabilecektir.

Kierkegaard’ın bazı sayfalarında melankoli, kendi varoluşuna eşlik eden ve can sıkıntısını dönüşümlü olarak izleyen bir ruh hali, bir Stimmung olarak, diğer bazı sayfalarda ise gelgit misali, bir ortaya çıkan bir ortadan kaybolan psikopatolojik bir deneyim olarak yaşanmıştır.

Kierkegaard’da melankolinin klinik bir gerçeklik olarak değil de, bir ruh hali olduğu sayfalar kendisinin Enten-Eller adlı eserinde geçer: 

“Sayısız tanıdık çevremden ayrı, son bir mahrem, güvenilir kaynağım var: O da melankolim. Sevincimin ortasında, işimin arasında o bana işaret eder, fiziksel olarak olduğum yerde kalsam da beni yanına alır. Melankolim, bugüne dek tanıdığım en sadık sevgilimdir. Benim de onu sevmemde şaşılacak ne olabilir ki?” 

ve melankoli, içeriksel ve duygulanımsal olarak sürekli ve karşılıklı yer değiştirdiği can sıkıntısına dönüştüğünde kendisi şöyle demektedir: 

“Can sıkıntısı ne de korkunçtur, ne de korkunç şekilde can sıkıcıdır! Bundan daha kuvvetli, daha gerçek bir ifade kullanamam çünkü benzer ancak benzerle kavranabilir. Ah keşke daha yüksek, daha güçlü bir ifade olsaydı, o zaman bir hareket, bir hamle daha kalmış olurdu!.. Ben uzanmış, olduğum yerde kalıyorum; gördüğüm tek şey boşluk, yaşadığım tek şey boşluk, içinde hareket ettiğim tek şey boşluk. Acıyı daha az hissediyorum.”

Günlük'ünde ağırlık ve karaltıya dönüşecek olan Kierkegaard’ın sözleri, burada hafifliğe ve aydınlığa sahiptir; ama her halükârda can sıkıntısının anahtar kelimesi boşluk deneyimi olarak belirlenmiş ve bununla ifade edilmiştir.

Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçaglıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”

Konunun halkaları genişleyerek, ayrı kültür ve zamanlara bağlanır; ve işte, Blaise Pascal'ın en meşhur penseeslerinden birinde getirdiği can sıkıntısı tanımı, zamana meydan okumaktadır:

"Can sıkıntısı. İnsan için hiçbir şey tamamen dinlenme halinde olmak, tutkusuz, işsiz güçsüz, eğlencesiz, meşgalesiz olmak kadar çekilmez değildir. O zaman kendi hiçliğini, terk edilmişliğini, acizliğini, bağımlılığını, güçsüzlüğünü, boşluğunu hisseder. Kabına sığmayarak ruhunun derinliklerinden can sıkıntısını, kasveti, hüznü, kederi, rahatsızlığı, umutsuzluğu çıkaracaktır."

CAN SIKINTISI PSİKOLOJİSİ



Daha doğrudan bir şekilde psiko(pato)lojik söylemin alanına kayarak, can sıkıntısının yapıtaşının, rasyonelliğin egemenliği ile duygulanımsal çölleşme arasındaki uyumsuzluk (denge-siz-lik) olduğunu söylemek mümkündür sanırım. Bir diğer deyişle, rasyonelliğin vurgulanması ve şiddeti (radikalleşme), duygulanımsal çölleşmeye ve duygulanım eksikliğine: hayatın irrasyonel alanlarındaki erozyona eşlik eder gibidir.

Can sıkıntısı, o taşkın fenomenolojisiyle belirdiğinde, Leopardi’nin sözlerinde öylesine net olarak altı çizilmiş boşluk duygusu deneyiminin anlamını doldurmaya yönelik sahte teşviklere dair dur durak bilmeyen arayışlara şahit olunabilir ancak bunlar bir netice getirmez.

Can sıkıntısının psikolojik yapısında, sadece bedende ve zamansallıkta değil, içinde yaşanılan mekânda da değişiklikler görülür. Bir diğer deyişle, can sıkıntısı, mekânın yaşanmışlığında: mekânda yer alan ve can sıkıntısıyla anlamlarından soyunan ve hareketsizleşen nesnesel ve kişisel gerçekliklerde değişiklikler yaratır. Mekânla ilgili bir metafor olan ve can sıkıntısının asli fenomenolojik yönlerinden birini barındıran çöl metaforu, anlamım yitiren ve çorak bir anlamsızlıkta yekpareleşen: her tarihselliği yutan bulanık ve boş uzaklıklarda kaybolan mekân sonsuzluğuna atıfta bulunmaktadır. Can sıkıntısında anlamlı olarak yaşanmış yerler (mekânlar) bulunmamaktadır: Kişisel belleğe kazınmış kişisel bir tarihe ve vatana (Heimata) tanıklık eden yerler yoktur. Mekânlar, içerdikleri kayıtsızlıklarıyla ve niyetsel daha başka ufuklara göndermede bulunmaktan yoksun oluşlarıyla, birbirlerinin yerine geçebilmektedirler, ayrıca, can sıkıntısında manzara (Landshaft) da, bellekte (belleklerde) yaşamayan, donmuş ve çölleşmiş öznelliğimizin sahnesinde hareket etmeyen ruhsuz bir coğrafyaya dönüşmektedir.

Bu; can sıkıntısının olumsuz psikolojisidir, ancak can sıkıntısının, A de Garanderie’nin altını çizdiği olası bir değeri (de) vardır; can sıkıntısındaki aşikâr çatışkılara ise, Vladimir Jankelevitch’in imgelemi kuvvetli söyleminde rastlanmaktadır: Can sıkıntısı, ağın ortasındaki örümcek misali, gri renkli ve kayıtsızlık kuşanmış şeffaf bir tülle şeyleri ve insani gerçeklikleri sarar. Buradaki can sıkıntısı fenomenolojisi radikaldir ve yer yer bilinmez ve özgün psikolojik alanları ele almaktadır. Can sıkıntısı, değişkenliğin (çok yönlülüğün) zirvesinde görünmektedir: Karşıt bin bir çehresi vardır, bin bir dil konuşur, kararsız ve elden kaçıcıdır: Sonsuz sayıda şeyin parçası olmaya girişmesi nedeniyle, elle tutulur gibi değildir. Can sıkıntısının daha da beklenmedik yönleri vardır: O (katıksız can sıkıntısı denebilecek can sıkıntısı), hiçbir hissi bulunmayan histir ve bu, onun tüm hislerin olanaklarını kendi içinde barındırdığı anlamına gelmektir: Bir diğer deyişle can sıkıntısı bulutsusunun içinden, en farklı ve en uyumsuz duygulanımsal durumlar geçmektedir. Ama sadece psikolojik can sıkıntısı yoktur: Bir mevsimlik olmayan, (mesela) sonbahar gibi tek mevsime has olmayan metafizik can sıkıntısı da vardır ve bu, kesinlikle temelsiz can sıkıntısıdır. Metafizik can sıkıntısı, hem varoluşun uçurumsal derinliklerini, hem de bilincin bu derinliğin bilincine varacağını varsayar. Vladimir Jankelevitch’in söyleminde yatan eşsiz anlam, her halükârda, zannımca, can sıkıntısının felsefi yönlerinin tespitinde değil de, psikolojik ve empresyonist yönlerinin tespitinde kavranmaktadır:

 “Can sıkıntısına her renk, ama öncelikle ve özellikle gri uyar: Bunun tek nedeni grinin sanal çok renkliliği değildir; grinin, her solmuşluğun sınırı ve çok renkli uyuşmazlığın nötrlüğe geri dönüşü olmasıdır da. Külün ve sisin rengi, solmanın rengi olan gri, renksel düzensizliğin ve amaçsız uzun günlerin de rengidir.. ”

Ludwig Binswanger, can sıkıntısı psikopatolojisini şizofreni ile ilgili çalışmalar bağlamında incelemiştir, ama bu değerlendirmelerin tersi alınarak, melankolik deneyim alanına aktarabilmektedir.

Kendisinin belirttiği gibi can sıkıntısını anlamak için, can sıkıntısında zamanın nasıl olduğunu anlamak asli bir önem taşımaktadır; bu zamanın nasıl olduğunu kavramak için de anahtar kelime boşluktur. Bir diğer deyişle can sıkıntısında, zaman “adıma işaret eder” (ileri adım atmaz); yaşanmış zaman ile dünyanın zamanı arasında radikal bir uyumsuzluk (asimetri) gösterir ve bu, hızla klinik melankoliye kayarak, zamanı yaşamanın iki şekli arasında mutlak bir ayrılık yaratma noktasına dek varır. Öte yandan sıkıldığımız zaman beklemeye yönelik içsel zaman deneyimimize ayrım getiren, onu yelkovan ve akrebin hareketinden ayıran zamansal bir boşluk hali doğar. Zamansal boşluk şiddetlenince, can sıkıntısı yaşayan (sıkılan) kişinin boşluğu doldurmak için geçici ve uçucu denemelerle beden dünyasına (Leibwelt) geri döner: Can sıkıntısı durumunda yapılan beden hareketleri (elleri ovuşturmak, ellerle minik minik vuruşlarda bulunmak, sürekli duruşunu değiştirmek, esnemek) de bunu göstermektedir. Dolayısıyla can sıkıntısının zamansal biçimi, özgün (varoluşsal) zamansallık ile özgün olmayan (dûnyeyileşmiş) zamansallık arasındaki şiddetli ayrılıktan ibaret zamansal bir boşluk uçurumudur.

Bmswanger’in söylemi burada son bulmamaktadır: Kendisi, bir başka açıdan yola çıkarak, hiçbir zaman sıkılmayan: can sıkıntısının çölselliğine kapılmayan kişilerin kimler olduğunu da sormaktadır. Soruya verdiği cevap şudur: Hayal gücünün, düşüncenin ve yaratıcılığın kanatlarıyla öylesine yoğrulmuş, öylesine zengin varoluşlar vardır ki, onlar için özgün bir zamansallık, bir diğer deyişle varoluşsal zamanın doğrultusunda meydana gelen bir kendini gerçekleştirme daima mevcuttur ve özgün olmayan (dünyaya ait) zamanın decadence'ına kaymazlar, bu nedenle de sıkılmazlar. Tüm özgün varoluşsal olanaklarını yitirmiş, dolayısıyla bununla eş zamanlı olarak özgün zamansallık ile özgün olmayan zamansallık; arasındaki uyumsuzluğu yaşamaya (içsel olarak deneyimlemeye); dair her olanağı kaybetmiş kişiler de vardır ve bu kişilerin de canı sıkılmamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu son durumda, elbette ki, ilk durumun tam tersi söz konusudur: Bu durumda kişinin can sıkıntısı deneyimine kapılmamasının tek nedeni, düşünüm ve içsellik boyutlarını yitirmiş olması: her ikisinin de düzleşmiş olması ve niyetsel nesnelerinden boşalmış bulunmasıdır.

Elbette ki Binswanger’in söylemi, Leopardi’nin söyleminin hafifliğine ve umutsuz zarafetine sahip değildir ama her ikisinde de can sıkıntısına ve melankoliye atfedilen anlam ufuklarına dair ipucu niteliğindeki yakınlıklar kavranmaktadır.

CAN SIKINTISINDA ZAMANININ SONSUZLUĞU


Bu noktada Binswanger’in düşüncesinin izinden giderek, can sıkıntısının yapıtaşı olan zamanın anlamına (zaman sorununa) derinden ve farklı farklı açılardan bakmamız gereklidir. Can sıkıntısını, psikolojik ve fenomenolojik radikalliğiyle anlamamız ancak varoluşun zamansal boyutundan yola çıkmamız halinde mümkün olacaktır.

Psikiyatride, zamanın (zamansallığın) fenomenolojik anlamı Ludwig Binswanger’in, Victor Emil von Gebsattel’in, Eugöne Minkoswski’nin ve Erwin Straus’un devrim niteliğindeki çalışmalarında vurgulanmıştır ve ardından, kalan boşlukları dolduran ve zaman (yaşanmış zaman) meselesini kati olarak her psikiyatrinin kapsamına katmış olan pek çok çalışma daha gelmiştir.

Elbette ki felsefenin psikiyatri üzerinde belirleyici bir etkisi olmamış olsaydı, bu gerçekleşemezdi: Heidegger’in, Husserl’in, Sartre’ın, Scheler'in eserleri ve de zamana ve zamanın içselliğine dair olağanüstü sezileriyle bu söylemin kapsamına tam olarak giren Augustinus’un ve Pascal’ın sözleri, bu anlamda, (daha başka eserlere göre) tarihsel olarak belirleyici rol oynamıştır,

 Augustinus’un meşhur sorusunu, bu noktada, yinelememek olanaksızdır: “Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum, ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı.”

Dolayısıyla can sıkıntısıyla ilgili psikolojik düşünümün ucu, kaçınılmaz olarak, zaman (zamanın sonsuzluğu) konusuna dokunacaktır, zira zaman, bu bağlamda bertaraf edilemeyecek ve kaçınılmaz bir anahtar sözcük niteliğindedir.

Derin can sıkıntısına kapıldığımızda, zamanı öznel olarak, baş döndürücü bir hızla kendi etrafında dönen ve zaten gerçekleşmiş: zaten vuku bulmuş olanın üzerinden şiddetli bir tekrarla yinelenen bir deneyim olarak yaşarız. Ağır ağır ve zahmetli zahmetli sürünen bu zamanda plan ve beklenti yoktur; bu durumda zaman, sadece monoton bir süreçtir ve içsellikte (öznellikte) hiçbir iz bırakmadan geçen saatlerden ibarettir, Rilkeci anlamda, olgunlaşma ve gelişim bakımından kayıp zamandır; sonsuzluğunda hiç sonlanmayan bir zamandır; niyetliliği olmayan bir tekrar girdabıdır, hiçlikte dağılan bir zamandır. Elbette ki burada, gene, süreçleri olmayan zaman, tarihi ve kişisel kimliği olmayan zaman, boş zaman metaforu doğmaktadır.

Eugene Minkowski, ince dokunuşlu ve parlak sözlerle, psikolojik bir hal olan can sıkıntısını ve özellikle de can sıkıntısında zamanın teşkil ettiği asli önemi ele almaktadır. Kendisi, zaman deneyiminin çok yönlü ve sınır tanımayan özelliklerini çözümlemiş ve sahip olduğu o olağanüstü yetenekle, psikopatolojik olguların gizli ve radikal yönlerini kavramıştır. Can sıkıntısını, varoluşun pathosçu (duygulanımsal) bir göstergesi olarak görmüş, nedensiz ortaya çıkması ve zaman içinde sürmesi halinde de patolojik bir anlam edinebileceğini belirtmiştir; Eugene Minkowski bunları belirtirken kendisine has o renkliliğiyle, can sıkıntısının nasıl da karaltılı olduğunu ve üzerimizde nasıl da ağırlık yaptığını, hayat ufkunu nasıl da umutsuz bir karanlığa boğduğunu vurgulamaktadır. Ancak can sıkıntısının fenomenolojik nihai temelini belirleyen şey, yaşanmış zamandaki dönüşümdür: Alışıldık zaman deneyiminde kesintisiz olarak geçmişten geçerek ortadan kaybolan ve başka bir geleceği yutuveren şimdiki zaman (anın şimdi ve buradası) can sıkıntısında yayılır ve buzlu ve hareketsiz bir sonsuzluğa uzanır. Zaman, yaşamsal içeriklerinden soyunur ve durur; can sıkıntısında bunun yanı sıra dilsel sorunlar da saklıdır. Almancada can sıkıntısına Langweile denir ve bu, gerçekten de, derhal can çekişmeye göndermede bulunan uzun bir andır (lange Weiîe’dir). Bunlar, Bütün can sıkıntısı deneyimlerinin yapısal (zamansal) öğelerinin ortaya çıkmasını sağlayan, dil ipi üzerinde yapılan cambazlıklar, etimolojik arkeolojilerdir.

Can sıkıntısı, ucu melankoliye dokunan duygulanımsal ve varoluşsal bir durumdur ama melankoliden daha hassas ve uçucu, daha belli belirsiz ve elden kaçıcıdır. Can sıkıntısı hayat ufkuna hâkim olduğunda duyulan öznel zaman hissine ilişkin olarak, psikolojik olarak da olağanüstü bir tanıklıkta bulunan Giacomo Leopardi'nin parlak ve delip geçici söylemine bir kez daha dalmakta tereddüt etmiyorum:

 “Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte; geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır." 

Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungda yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır: 

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından vs üretilir.”

Can sıkıntısının ve melankolinin psikolojik ve insani gerçekliğini ortaya koymak ve bunlardaki zamanın anlamını kavramak konusunda Jens Peter Jacobsen’in Marie Grubbe ve Niels Lyhne romanlarının can alıcı, önemli bir rol oynayabilecekleri kanaatindeyim: Bunlar, empresyonist ve akıcı olmakla birlikte, acılı bir varoluşla da dokunmuş romanlardır. Danimarkalı yazar, özellikle de Niels Lyhne'de duyguların ve şeylerin dağılmasını, can sıkıntısının canlı fenomenolojisini hafif ve yürek paralayıcı bir zarafetle betimlemiştir. Can sıkıntısı, her şeyi gömen ve birleştiren, iri ve düşman bir dağa benzetilip ele alınmıştır: Dağ imgesi, elbette ki, cismani olmayan, hassas yapıdaki can sıkıntısına (geçmişin ve geleceğin arasına yerleşen, belirsiz ve elle tutulmaz olan bu duygulanıma) şiddetle karşı duran bir imgedir ama can sıkıntısının sonsuzluğuna ve yekpareliğine işaret etmektedir. Can sıkıntısında insan, durmuş bir zamana dalmıştır. Bu durumda yaşamak; saatlerin boşa akmasıyla ya da ateşli bir hızla akmasıyla ağır ağır ölmek anlamına gelir; hızla geçen ve kaçan zaman duygusu ise tiz ve çığırtkandır: Saatler, haftalar ve aylar geçip gider ve insan bu sırada, oturur, havaya bakar ve hiçbir şey yapmaz. Zamanın akışı ve siyah beyaz saatlerin (ruh halinde birbirlerine bağlanan ve birbirlerinden kopan ışıkların ve karaltıların) elden kaçışı zamanın tamamen kayıp olduğu hissiyle ve kalan saatlerin de: her günün on iki beyaz ve on iki siyah saatinin de, çözülmekte olan bu zaman uçurumundan dur duraksız kayacağı izlenimiyle pekişir.

Geleceğini yitiren ve geçmiş girdabına kapılmadan şimdiki zamanda duran bir deneyim olarak can sıkıntısı deneyimine Thomas Mann’ın en büyüleyici ve derinliğine inilmez romanında rastlanmaktadır. Romanda bu deneyim, can sıkıntısı tarafından yutulan ve onda boğulan insan hayatı benzetmesi (metaforuyla) ifade edilmiştir. Zamanla ve can sıkıntısıyla ilgili bu olağanüstü sayfalarda, sadece edebi değil, kaçınılmaz olarak psikolojik de olan deneyimlerin ölü dalgaları görülür gibidir; bunun yanı sıra, bu sayfalarda, Leopardi’nin aynı konuyla ilgili yapmış olduğu saptamalarla benzerlikler de seçilmektedir:

“Bu gevşeme, bu tembellik neye bağlı? Kaide uzun zamandır ne zaman askıya alınmadı ki? Bu, hayatın gerekliliklerinden doğan bedensel ve psikolojik yorgunluktan, yıpranmadan değil de (öyle olsaydı, güç toparlamak için dinlenmek kâfi gelirdi); daha ziyade psikolojik bir olaydan, kesintisiz yekpareliğiyle yitme tehlikesine giren zaman deneyiminden kaynaklı olmalı ve bu deneyim, bizzat hayat duygusuna öylesine yakın ve öylesine bağlı bir şey ki, bunlardan biri hafifledi mi, diğeri de ister istemez korkunç derecede zarar görüyor. Can sıkıntısının doğasına ilişkin pek çok yanlış fikir var" 

ve roman parlak bir anlatımla devam etmektedir: 

“Can sıkıntısı dediğimiz şey, daha ziyade monotonluk nedeniyle zamanın hastalıklı bir şekilde kısalmasıdır; Eğer bu tekdüzelik kesintiye uğramazsa uzun zaman dilimleri dehşet verici derecede kısalır; eğer bir gün her günkü gibiyse, her gün de bir gün gibi olur; ve kati bir tekdüzelikte en uzun hayat bile kısacıkmışçasına yaşanır ve aniden yok oluverir’’.

Zamanın anlamındaki bu sapma, soyut bir kavramsallaştırma değildir; zamansal boyutlarıyla kavranmış ve ayrıştırılmış olan can sıkıntısının radikal fenomenolojisidir. Böylelikle, kanaatimce, can sıkıntısının farklı yönlerini ele almak ve konunun derinliklere inmek konusunda, psikolojik ve psikopatolojik araştırmalar ile edebi ve felsefi araştırmalar (dûşünümler), beraberce, zorlanmaksızın ve çatışmaksızın birbirleriyle yarışmaktadırlar (Ludwig Binswanger, zaman zaman, edebiyatın ve felsefenin psikiyatriyle kaynaşmasına dair inanılmaz göstergeler sunmuştur). Can sıkıntısını melankoliden ayırt etmek, bu ikisinin arasındaki ortak öğeleri ve onları birbirinden ayıran öğeleri (özellikle de zamanı yaşama şekillerini saptamak, kanaatimce, açık ve diyalektik bir psikiyatri yapmak demektir; böylesine yaygın ve böylesine karmaşık olan depresyon hali bağlamında ve alanında, Stimmung olarak can sıkıntısını melankoliyle, reaktif (nevrotik) depresyonu psikotik (endojen) depresyonla, mizacı (mizaçsal özellikleri) depresif döngüye kapılmış kişilikle birbirine karıştırmak, belirsiz genelleştirmeler yapmak mümkün olabilmektedir.

MELANKOLİDE ZAMANIN ÇÖZÜLMESİ



Depresyonda, iletişimin yitimi ve bunun uzantısı olarak da, yaşayabilmenin yitimi öyle bir yoğunluk gösterir ki, kişinin varoluşunun tamamı kansız, cansız ve boş olur, insanın karşısındaki her gelecek engelli gibidir, hayatın yerini yıkım ve umutsuzluk gerçekliği almıştır. Girişimcilik ve doğallık can çekişmektedir; kaygı, yitmişlik hissi ve zayıflık artmıştır; hayatın bir-parçası-olmayı-istemez-olmak, hatta hatta artık-hayatın-bir-parçası-olamamak, melankolinin anahtar kelimesi olur. Scheler’e göre zamansallıgın yaşanmışlığını oluşturan program ve planlarla yaşanmaz olur; hayat geçmişe dönüktür, sadece yitmişlik deneyimlerinin etrafında dönüp durmaktadır. 

V.E.Von Gebsattel


Melankolik tutukluğun uçurumundan inmek demek, ya-pa-ma-ma deneyimine yakalanmış olmak (bu deneyimin meydan okuyuşuna maruz kalmak) demektir: Hüzünlü-olamama, yaşayamama ve öle-meme demektir. Tutuk melankolinin hali, anlam taşıyıcı olan bedenin hafızasını silecek kadar ileri gidebilir; bu durumda, oluşumun (her türlü geleceğin) taşlaşmasına şahit oluruz, anlam yokluğu mahiyetinde ve kendi savaşında niyetten yoksun kalmış, şey-beden haline gelmiş yaşanmış beden mahiyetinde ölüm deneyimine ilişkin bir şeyler görürüz.

Melankolide geçmiş sınır tanımaz, can sıkıntısında ise sınırlıdır. Can sıkıntısında suçluluk deneyimi yoktur, oysa melankolide suçluluk deneyimi: keskin, acı, can yakıcı, yıkıcı ve ölüm istemine varacak derecede dayanılmaz ve yaygın, telafisi mümkün olmayan derecededir. Melankolideki yıpranmış ve ayrışmış zaman bilinci, insanın yaşanmışlık alanını can sıkıntısından çok daha derin bir şekilde etkilemektedir. Melankolik deneyim, öznel can sıkıntısı deneyimine yabana kalan uçurumlardan aşağı iner ve bu uçurumlar, depresyon deneyimini diğer her bir insani deneyimden koparır (uzaklaştırır). Fazla yoğun karanlık ya da ışık, insanın uçurumlara bakmasını engelleyebilir ya da gözünü kamaştırabilir ama condition humaine’de yer alan sorunsallığın anlaşılmasını sağlayacak varoluşsal kesitlerin seçilir gibi olmasını da sağlayabilir. Ancak, farklı özellikleri ve farklı derinlik dereceleri olabilen ve sıradan (gündelik) varoluşları ya da yaratıcı (dâhiyane) varoluşları vurabilen depresyon halini yaşamak, yaşanmış zamanla (frenin zamanıyla) dünya zamanının (nesnel zamanın) arasındaki süreksizliğin ve yer değişikliğinin (asimetriyi) yaşanmasını (kendi saklı içselligimizde deneyimlememizi) sağlar.

(Elbette ki her melankolik varoluşun, hayat hikâyesini katetmek ve birbirini izlemiş zamansal halkalarını ortaya çıkarmak mümkündür. Yelkovan ve akrebin akan zamanında birer birer gerçekleşmiş olayları yeniden katetme ve hatırlama becerisi baki kalır. Çözülme ve kesinti, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bütünsel bağlantısını yitirmiş olan zamanın yaşanışıyla ilgilidir.)

]ean Starobinski, Charles Baudelaire’in bir şiiri ve melankolisi hakkında yazdığı bir metinde, zamanın melankoli sırasındaki dönüşümüyle ilgili olarak çok güzel şeyler kaleme almıştır. 

“Melankolik kişi, kendi içsel zamanıyla dışsal şeylerin hareketi arasındaki bağlantı hissini yitirir. Zamanın yavaşlığından şikâyet eder. Ama melankolik kişi, sıklıkla, dünyaya geç yanıt verdiğini hisseder. Baş döndürücü bir şekilde hızlanan dışsal gösteri karşısında, o, kendi içinde, kendisini hareketsiz kılan bir nevi engel hisseder.”

*
Eugenio Borgna'nın
Melankoli kitabından