Equus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Equus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Equus (Peter Shaffer'ın oyunundan)

  Peter Shaffer'ın Equus  adlı oyunundan uyarlanan aynı adlı filmi (Sidney Lumet, 1977)  izler izlemez oyun üzerinden ayrıntılı bir Bataille okuması yapılabileceğini fark ettim. Çünkü oyun Bataille'in mistik ve erotik felsefesine ait pek çok şeyle ilişkili. Oyunun teorik arka planını oluşturuyor Bataille'a dair kavramlar.  Aynı zamanda Martin Dysart ve Alan Strang karakterlerinde Nietzsche'nin Apollon Dioynsos ikiliğinin bir temsilini görmek de mümkün. Filmi izledikten sonra sıcağı sıcağına oyunu da okudum. Uzun zamandır bir metin beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Equus'un öyküsü Bataille'ı da cezbederdi.

Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir.  Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini,  normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar. 

Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış)  Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.


Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,

 Equus (Sidney Lumet, 1977)



Martin Dysart - Çok tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, Homer dönemi Yunanistan'ında bir baş rahiptim. Altın bir maske takıyorum, sakallı, soylu biriyim. Maskem, Miken'de bulunan Agamemnon'un maskesi gibi. Büyük, yuvarlak bir taşın yanında duruyorum, elimde keskin bir bıçak var. Aslında çok önemli bir kurban törenini yönetiyorum burada. Ekinlerin ya da askeri bir harekâtın kaderi buna bağlı. Argos ovasında, uzun bir sıraya dizilmiş yaklaşık 500 kız ve erkek çocuğu kurban ediyoruz. Argos olduğunu biliyorum, çünkü toprak kızıl. İki yanımda iki yardımcı rahip duruyor. Onlar da Miken'de bulunan yamuk yumuk, patlak gözlü maskelerden takmış. Bu rahipler muazzam kuvvetli ve yorulmak nedir bilmiyorlar. Her çocuk bir adım öne çıktığında, yakalayıp taşın üzerine atıyorlar. Daha sonra, beni bile şaşırtan bir cerrahi beceriyle bıçağı çocuğa saplıyorum ve karnına kadar ustaca yarıyorum, kumaş kesen becerikli bir terzi gibi. İç organları ayırıp, bağırsakları söküyorum ve yere attığımda, bağırsaklar sıcak sıcak tütüyor. Sonra diğer iki rahip, hiyeroglif okur gibi, kesikleri inceliyor. Görünen o ki, ben başrahibim. Bu konumda olma nedenim ise, parçalama sanatındaki eşsiz becerim. Diğerlerine yabancı olan şey ise Onlardan farklı olarak, büyük bir tiksinti hissetmem. Ve hissettiğim bu tiksinti, her kurbanda artıyor. Maskenin ardındaki yüzüm gittikçe soluyor. Tabii ki, profesyonel görünmek için, iki misli çabalıyorum. Benim için tek önemli olan, parçalamak ve kesmek çünkü biliyorum ki, eğer diğer iki rahip rahatsızlığımdan kuşkulanırsa ve ben herhangi bir şekilde, bu tekrarlanan, kokuşmuş işin hiç bir iyi tarafı olmadığını ima edersem bir sonraki kurban ben olurum. Sonra, tabii ki, kahrolası maske yüzümden kaymaya başlıyor. İki rahip de dönüp solgun yüzüme bakıyor. Sarı renkli patlak gözleri, ansızın kanla doluyor. Bıçağı elimden kapıyorlar ve uyanıyorum.

"Daha sonra, daima kucaklaştıklarını söylüyor."




Martin Dysart - Daha sonra, daima kucaklaştıklarını söylüyor. Hayvan terli, alnını onun yanağına dayıyor ve bir saat boyunca öylece duruyorlar karanlıkta, tıpkı sevişen bir çift gibi. ve tüm bu saçma şeyler yüzünden, ben durmaksızın atı düşünüyorum... çocuğu değil de atı, ve onun ne yapmaya çalıştığını. Atın o koca kafası daima gözümün önüne geliyor, çocuğu zincire vurulmuş ağzıyla öpüşü, metalin arasında kıpırdayan dudakları, gebe kalmakla ya da çiftleşme isteğiyle ilgisi olmayan bir arzu bu.

Peki, nasıl bir arzu olabilir? Artık bir at olmak istemiyor mu? Nesiller boyu süren dizginlenmişliğinden sonsuza kadar kurtulmak mı istiyor yoksa? Bir atın, bizim hayal edemediğimiz bazı anlarda, kendi çektiği acıları ve gündelik yaşamındaki itilip kakılmaları hesap ederek tüm bunlardan kederlenmesi mümkün müdür? Bir at... neden kederlenir ki?

Görüyorsunuz ya cevap bulamıyorum.




















Aslında sormam gereken şu: Bir taşra hastanesinde çalışan, işi başından aşkın bir doktorun böyle sorular sormasının faydası ne? Aslında bu soruların hiç bir faydası yok. Hatta işin doğrusu bu sorular insanı altüst ediyor. Mevzu şu ki O atın kafası benim omuzlarımın üzerinde duruyor, eski bir lisanın içinde, eski varsayımlara zincirlenmişim, bunlardan bir sıçrayışta kurtulup toynaklarımı orada olduğunu umduğum yeni bir patikaya basmak istiyorum. Patikayı göremiyorum çünkü eğitimli, sıradan kafam yanlış yere bakıyor. Zıplayamıyorum çünkü gemlerim ve gücüm müsaade etmiyor. Ya da bir başka deyişle: beygir gücüm çok düşük. Kesin olarak bildiğim tek şey bu. Nihayetinde, bir atın düşünüşü bana çok yabancı. Buna rağmen, daha karmaşık olduğunu farz ettiğim küçük çocukların düşünceleriyle başa çıkabiliyorum en azından mesleğimde yapabiliyorum bunu.







Bir yere kadar, anlattıklarımın bu çocukla hiç bir ilgisi yoktu. Kafamdaki şüpheler yıllardır bu kasvetli yerde büyüyüp duruyordu. Bu son derece ilginç vaka şüphelerime ivme kazandırdı. Asıl mevzu, olayın "son derece ilginç" olması. Sebepler ne olursa olsun, bu şüpheler yalnızca endişe verici değil dayanılmaz da!

Bağışlayın. Pek de anlamlı konuşmuyorum.

"Tapının... "gördüğünüz her şeye..."


Martin Dysart - Bulutların sütunları boydan boya parçaladığı Dorik bir tapınaktayım. Kartalların, gökyüzündeki kehanetleri haklı gösterdiği bir tapınak. Şu hayatta, yanıma alıp Yunanistan'a götürebileceğim içgüdüsel olarak tamamen enerjiden yoksun birileri olsaydı ve falanca tapınağın önünde durarak ve kutsal akıntıya bakarak onlara:

"Bak...

..."hayat sadece binlerce
yerel tanrı boyunca...

..."kavranabilir.


"Sadece Zeus gibi
yaşlı, eski tanrılarla değil...

..."mekanların, insanların ruhunda
yaşayan tanrılarla.

"Sadece Yunanistan'da değil, günümüz
İngiltere’sinde yaşayan tanrılarla.


"işte falanca ağacın...


..."falanca tuğla duvarına
ait kavisin...


..."falanca balık ve patates cipsi
dükkânının ruhu, ne dersen...

..."ve insanların sinirini bozan...


..."barut renkli çatıların ruhu,
ey tembeller" diyebilseydim.


Onlara şöyle derdim:


"Tapının...


"gördüğünüz her şeye...

"böylece daha fazla şey çıkacak ortaya ."


"Ben en azından dörtnala gittim. Ya sen?"



Martin Dysart - Bu çocuk ve onun bakışları kendini benden kurtarmaya çalışıyor. Onunla ne yapıyorum ben?


Hester Salomon - Onu iyileştiriyorsun.

Martin Dysart - Ne için?


Hester Salomon - Normal bir yaşam için.

Martin Dysart - Normal mi?

Hester Salomon - Bunun bir anlamı var, biliyorsun. Bak, canım bir çocuğun gözlerindeki normal gülümseme ile ve normal olmayanla ne kastettiğimi biliyorsun, değil mi?

Martin Dysart - Evet.

Hester Salomon - O halde görevimiz bu gülümsemeyi sağlamak, tabii ki, ikimiz de yapmalıyız bunu.

Martin Dysart - Normal olan, bir çocuğun gözündeki güzel gülümsemedir. Normal olan ayrıca, milyonlarca yetişkinin gözlerindeki donuk bakışlardır. İkisi de hem güç verir hem öldürür... tıpkı Tanrı gibi. Normal, sıradanı güzel yapan şeydir. Normal ayrıca öldürücü bir ortalamadır. Normal olan zorunludur, sağlığın ölüm saçan Tanrısı. Ve ben de onun rahibiyim.








Martin Dysart - Birine, onu ibadetinden alıkoymaktan daha büyük kötülük edebilir misin? Ben bilmiyorum. Tek bildiğim ibadetin Onun yaşamının özü olduğu. Başka nesi var ki? Bir düşün. Zar zor okuyor. Dünyayı gerçek kılacak fizik veya makinistlik bilmiyor, başkalarının hoşuna gidecek şeyler resmetme yeteneği yok. TV cıngıllarından başka müziği yok, zavallı annesinin anlattığı hikayelerden başka tarih bilgisi yok, kendini eğlendirecek ya da daha çok tanımasını sağlayacak arkadaşı yok. O, cemiyeti olmayan modern bir vatandaş. Her üç haftada bir, sislerin arasında inleyerek yaşıyor. "Bedenimle, sana tapınıyorum." Pek çok adam karılarına karşı daha az hayat dolu.






Martin Dysart - Bu onun acısı. Onun kendi acısı. Bunu kendi yarattı. tutkudan bahsediyorum. Kendi maneviyatına kendi acın aracılığıyla ulaşmak. Kendi seçtiğin. Kendi yarattığın acıyla. Bu çocuk bunu yapmış.
Kendi dehşetli ayinini yaratmış. Çevresindeki maneviyattan yoksun çöplerin içinde, hakiki esrimenin fitilini ateşlemek için.

Tek bir şeyden eminim, bu çocuk tutkunun anlamını biliyor, benim hayatımda bir saniyeliğine bildiğim tutkudan çok daha coşkulu bir biçimde hem de. Sana bir şey diyeyim mi. Buna imreniyorum. Bana öylece baktığında hep bunu söyledi. "Ben en azından dörtnala gittim. Ya sen?" Kıskanıyorum,  Alan Strang'i kıskanıyorum.



Martin Dysart - İbadetin yoksa azalırsın! Hayatımı azalttım. Sonsuz korkaklığımdan başka bir de silikliğime ve dar kafalılığıma razı oldum. Boş konuşan bir herifin, hiçliğin eski alışıldık hikayesi. Çocuk yapmaya bile cesaret edemedim. Bir çocuğun, benimki kadar soğuk bir evde ve evlilikte var olmasına cesaret edemedim. Herkese Margaret'ın bağnaz bir Protestan, benimse pagan olduğumu söylerim. Bazı paganlar. Medeniyetin tam rahmine İnerek ne de sert bir dönüş yaptım. Akdeniz'de yılda üç hafta. Yataklar önceden ayırtılmış, yemeklerin paraları ödenmiş, kiralık arabalarla tedbirli gezintilere çıkılmış, bavullar merhemlerle tıka basa doldurulmuş. İlkelliğe ne de güzel teslim olunmuş! "İlkel". Bu kelimeyi durmaksızın kullanırım. "İlkel dünyayla" derim, "ne de çok içgüdüsel hakikat yitip gitti". O zavallı, hayal gücü kıt karımın canını sıkarım bu kelimeyle... Ben bunu yaparken o acayip çocuk gerçekliğe büyü yapıyor. Ben ancak, insan başlı atların Argos topraklarını ezdiğini resmeden sayfalara bakıyorum. Penceremin dışında ise, o çocuk Hampshire çayırlığında insan başlı atın ta kendisi olmaya çalışıyor. Ben her akşam o kadının örgü örüşünü izliyorum, altı yıldır hiç öpmediğim o kadının. Ve o çocuk bir saat boyunca karanlıkta durup, kendi tanrısının kıllı yanağındaki terleri emiyor. Sabah olunca, ben kitaplarımı rafa diziyorum, Olympos Dağı'nın fotoğrafına bakıyorum.Şans getiren şarap Tanrısı heykelinin basit bir taklidine dokunuyorum. ve ardından hastaneye gidip o çocuğun deliliğini tedavi ediyorum.


"Tutku, bir doktor tarafından yok edilebilir; ama yaratılamaz."


Martin Dysart - Onun acısını alacağım. Ya sonra? Kendini makul biri olarak bulacak. Ya sonra? Duyguların nesnelerin üzerine yapıştırılan yara bantları gibi insan ruhuna kolayca iliştirildiğini mi sanıyorsunuz? Ona bir bakın. Benim arzum bu çocuğu coşkulu bir eş, duyarlı bir vatandaş, birleştirici ve soyut bir Tanrı'ya tapan biri yapmak olabilir. Yine de, benim başarım, bir hayalet yaratmaya benzer. Onun vücudundaki kurdeşenleri dökeceğim. Uçuşan yelelerin zihninde açtığı kamçı izlerini sileceğim. Ve işim bittiğinde, onu bir kızağa bindirip şaşkın bir haldeyken, maddeleşmiş dünyanın kucağına göndereceğim... ve o bir daha hiçbir hayvan postuna dokunmayacak. Neyse ki, muteber bir kişilikten başka hiçbir şey hissetmeyecek. Fakat korkarım ki, tutkusu çoğalmayacak.


Gördüğünüz gibi tutku, bir doktor tarafından yok edilebilir; ama yaratılamaz.

Bir daha dörtnala gitmeyeceksin, Alan. Atlar güvende olacak. Haftalığını biriktirip Scooter'ının yerine bir araba alacaksın ve görkemli hafta sonlarını arabanı tımar ederek geçireceksin. Koşa koşa bahisçilere gidecek ve 50 penini ihtiyar atlara yatıracaksın onların sana bir zamanlar, küçük kazançlardan ya da küçük kayıplardan çok daha fazla şey ifade ettiğini unutarak. Bununla birlikte, artık acı içinde olmayacaksın... acıdan tamamen arınacaksın.


Ve şimdi mağaranın dışına taşan Equus'un sesi benim için asla dinmiyor. Neden ben? "Önce "bana hesap ver." Nasıl verebilirim ki? Bu yerde ne yaptığımı bile bilmediğim çözümlenemez bir duygu içindeyken. Halen çözümlenemez geri dönüşü olmayan şeyler yapıyorum. Ve... Elimde bir bıçakla karanlıkta oturmuş insanların kafalarına saplıyorum. Benim karanlığın ötesini görmeye bu zavallı çocuğun bana ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyacım var. Bu nasıl bir öte? Bu nasıl bir karanlık?

Buna Tanrının emri diyemem! O kadar ileri gidemem! Yine de bu karanlığa çokça biat ediyorum. şimdi o keskin zincir benim ağzımda. ve asla çıkmayacak.


"Equus" "At" kelimesinin Latincesi. Alan bu kelimeden büyülenmişti.


 Dora Strang - Hıristiyan süvarilerin Amerika'da ilk kez ortaya çıktıklarında paganların, at ve binicisini tek bir kişi sandıklarını biliyor muydunuz? Aslında, paganlar bu süvarilerin tanrı olduklarını düşünmüşlerdi.


Amcamın Alan'a "equus" kelimesinin nereden geldiğini anlattığını hatırlıyorum. "Equus" "At" kelimesinin Latincesi. Alan bu kelimeden büyülenmişti.

"Bir deniz var... sularında eskiden tanrıların yıkandığı sevdiğim, engin bir deniz."



Martin Dysart - Aslında, bu odayı terk etmek ve hayatım boyunca bir daha adım atmamak isterdim. Uzun zamandır buradayım. Bir deniz var... sularında eskiden tanrıların yıkandığı sevdiğim, engin bir deniz. Eski tanrılar, ölmeden önce yaparlardı bunu.

Alan Strang -  Tanrılar ölmez ki.

Martin Dysart - Evet, ölürler.


Martin Dysart -  Bir keresinde bir gece bu köyde kalmıştım. yaşamak istediğim yer burası. Her yer bembeyaz...

"dizginler" ... "üzengiler"... "böğürler"
















Alan Strang - Atı ilk gördüğümde, Onun ağzına baktım. Ağzında bir zincir vardı. "Acıyor mu?" diye sordum ve at dedi ki... Ondan sonra hep aynıydı. Ne zaman bir nal sesi duysam, Dönüp bakıyordum. Bir kır yolunda, herhangi bir yerde, sadece atların tenlerini ve boyunlarını büküşlerini izlemek için. Terleri o büklümlerden süzülüyordu. "dizginler" kelimesi gibi... "üzengiler"... "böğürler", "yükleyicisinin böğrüne inat, mahmuzlarını şakırdatması"... Sadece bu sözler bile bana kendilerini bize nasıl veriyorlarsa öyle hissetmemi sağlıyordu. Kendimi de öyle hissetmemi. İstedikleri zaman bizleri teperek paramparça edebilirler, ama yapmıyorlar. Onları tüm gün dizginlere bağlamamıza izin veriyorlar, kati bir alçakgönüllülükle. Bize tüm güçlerini veriyorlar, Bizse onları sadece kırbaçlıyoruz. Sonsuza dek koşacaklar. Ölene dek dörtnala gidecekler, ta ki biz onlara "dur" diyene dek. Bizim için yaşıyorlar tüm hayatlarını  sadece bizim için. Yıllar var ki kimseye söylemedim. Annem beni anlayamaz. O binicilik sanatından hoşlanıyor, melon şapkalar, binici pantolonları. Amcamın atlar için özel kostümü vardı, diyor. Fakat bunun anlamı nedir ki? Atlar giyinik değildir.

Onlar çıplaktır. Görüp görebileceğin en çıplak şeylerdir onlar; bir köpekten, kediden, herhangi bir şeyden daha çıplak. Bitkin, uyuz, yaşlı bir atın bile kendi hayatı vardır. Başında melon bir şapkayla korkunç görünür. Lanet şovlarda yürüyüşlerini sınıyorlar, Buna nasıl cüret edebiliyorlar? Kimse anlamıyor. Hiç kimse.


Equus (Küheylan)

Yaratıcılık, Yıkıcılık ve Tutku: Peter Shaffer'in "Equus (Küheylan)" Adlı Oyununda Psikanalist ve Arketip Yaklaşımlar

Bahar İnal
Equus (1973), aklın sert ve değişmez sınırlarına karşı tutkuyu ve coşkuyu koyan ve süregelen sosyal düzenin ikiyüzlü değerlerine başkaldıran psikolojik nitelikte bir tiyatro eseridir. Yirminci yüzyılın en önemli oyun yazarları arasında olan ve farklı içerik ve üslubuyla diğer çağdaşlarından büyük ölçüde ayrılan İngiliz yazar Peter Shaffer bu eserinde temel olarak id (ilkellik) ve süperego (toplumsal düzen kavramlarının birbiriyle olan daimi çatışmasını göstermeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken karakterlerin kendileriyle ve diğer kişilerle yaşadığı sosyal ve psikolojik çatışmaları ve bu durumun doğurduğu kişilik bölünmesini açığa çıkartır. Oyunun ana karakterleri Alan ve Dr. Dysart, kendilerine düşman bir toplumsal düzen içerisinde var olmaya çalışırken, aynı düzen karakterlerin içlerindeki yaşam gücünü, enerjiyi ve tutkuyu yok etmek için yaratılmış, onlara “karşı” işleyen bir kargaşadır adeta. İçinde yaşadıkları ve bir anlam veremedikleri bu kargaşa onları metafiziksel bir sorgulamaya sürükler: Benim yaşadığım bu evrende yerim ve Tanrı’yla olan ilişkim nedir? Tüm bunlar ne anlama gelmektedir?
Equus, savaş sonrası tiyatronun en çarpıcı örneklerinden olmakla beraber temel kaygısı felce uğramış ruhsal bütünlüğünü yeniden kazanmaya çalışmak olan, sosyal düzenle uyuşamayan ve toplum tarafından belirlenmiş “normallik” kavramının dışında hareket eden bireyin içsel mücadelesini vurgulayan bir eserdir. Oyun, Alan Strang adında 17 yaşındaki bir gencin gece yarısı ahırdaki altı tane atın gözlerini metal bir çubukla kör etmesi ve olayın ertesi sabahı bir psikiyatri kliniğinde başlayan tedavi süreci üzerine kurgulanmıştır. Alan, 20. yüzyılın modern edebiyatında sıkça görülen “misfit” yani “uyumsuz” bir karakterdir. Dünyaya posta atmış egemen değerlerin dışında ve bu değerlerle uzlaşamayan bir anti-kahramandır. Toplumla ve ailesiyle sürekli çatışma halindedir. Elektronik eşyalar satan bir mağazada çalışan Alan, işinden nefret etmektedir çünkü hiçbir anlam veremediği ve hemen her gün değişen teknolojik isimler ve markalar onun yaşadığı dünyaya son derece yabancıdır. Ancak Alan’ın asıl mutsuzluk kaynağı ailesidir.
Tutucu diyebileceğimiz düzeyde dindar bir anne ve onun tam karşıtı ateist-sosyalist bir baba arasında sıkışıp kalmıştır Alan. Ailenin koyduğu kurallara göre evde televizyon izlemek de yasaktır çünkü matbaacı olan baba Frank Strang, oğlunun ona yakışır bir biçimde sürekli olarak kitap okumasını istemektedir. Anne Dora Strang ise hayatını elinden düşürmediği İncil’i okuyarak geçirmektedir ve Alan’ı da İncil’deki öğretiler doğrultusunda yetiştirmeye çalışmaktadır. Oysaki bu katı ve baskıcı görüntü altında gizli bir ikiyüzlülük yatmaktadır. Dıştan bakıldığında yüksek ideallere ve ahlaka sahip olan ve her fırsatta bu ideallerin savunuculuğunu yapan baba Frank Strang, geceleri ailesinden gizli olarak sinemada porno filmler izlemektedir.
Bir gece Alan babasıyla sinemada karşılaşır ve “yüksek ahlak” sahibi sandığı babasını porno film izlerken görünce Alan’ın ailesinin dürüstlüğüne olan inancı bir kat daha sarsılır, içsel çatışması daha da yoğunlaşır. Bunlara ilaveten aile bireyleri arasında en ufak bir iletişim izine rastlanmamaktadır. Yalnızlık duygusunun ve kendini ifade edememenin ağırlığı altında ezilen Alan, büyük bir ruhsal bunalıma sürüklenmiştir. Alan’ın kendini özgür hissettiği tek yer çok sevdiği atların bulunduğu ahırdır. Alan bu atlara adeta Tanrısal bir varlığa tapar gibi tapar. Her gece atların üzerine çıplak bir vaziyette biner, coşkuyla onları dörtnala sürer, atlarla özdeşleşir ve bir süre sonra da bu ilişki Alan için ritüel bir yolculuğa dönüşür. At imgesi oyunun ana sembolü olmakla beraber insanın bilinçaltındaki arketiplerden biridir. Gençlik, coşku, tutku ve ilkellik ile özdeşleştirilir:
“At, dizginlenemeyen içgüdüyü, geceyi, karanlığı
ve şiddeti temsil eder… Psikolojik anlamda bilinçaltı
dünyasının sembolüdür. Hayal, itici güç, arzu, yaratıcı
güç, gençlik, enerji ve cinsellik atın çağrıştırdığı
anlamlardır. Ancak ata aşırı bir bağlanmaya izin verilirse
beraberinde ölümü getirir.” (Knapp, s. 75).
Benzer şekilde psikan