Huzursuzluk Kitabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Huzursuzluk Kitabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tiksinti

Sıradan insanlığa karşı fiziksel bir tiksinti duyuyorum; zaten olan tek insanlık da bu. Bazen de, tiksintiyi iyice çoğaltmaya heveslenirim, kusma isteğimizi zorla kusarak yatıştırdığımız gibi.

En sevdiğim şeylerden biri -başlayan günün sıradanlığından, hapse düşecekmiş gibi ürktüğüm sabahlarda- mağazalar ve dükkanlar açılmadan önce, sokaklarda ağır ağır yürümek, delikanlıların ya da genç kızların (ya da her iki takımın) ağzından, kafamın içindeki görünmez, özgür düşünce okuluna alaycı sadakalar gibi dökülen bölük pörçük cümlelere kulak vermektir.

Ve hep aynı cümleler, aynı sırayla birbirini izler... Tek başlarına ya da gruplar halinde çıt çıkarmadan geçenler de var ya da duymayacağım şekilde konuşuyorlar, ama sözcükleri benim için apaçık, sezgilerin saydamlaştırdığı bayatlamış şeyler. O şaşırtıcı, kaçamak bakışlarda, istemsizce kaçırılan, mide bulandırıcı bakışlarda ne gördüğümü söylemeye cesaret edemiyorum - yazarak kendime söylemeye bile cüret edemiyorum, niyetlensem bile yazmamla üstünü çizmem bir olur. Cüret edemiyorum, çünkü bilerek kusacaksan, bunu sadece bir kez yapacaksın.

Entrikalar, dedikodu, yapılması akıldan bile geçmemiş şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler giyinmiş, zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip çıkardıkları doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını bilmeyişleri... Bütün bunlar düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç, korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.

Yolculuklar mı?


Yolculuklar mı? Yolculuklara çıkmak için varolmak yeter. Bedenimin ya da kaderimin treninde, tıpkı manzaralar gibi hep birbirine benzeyen, hep farklı olan sokaklara ve meydanlara, yüzlere ve hareketlere doğru sarkarak, gardan gara gidercesine bir günden öbürüne giderim. 

Düşlere daldığım zaman, görüyorum. Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.

"Herhangi bir yol hatta şu Entepfuhl Yolu bile seni dünyanın öbür ucuna götürür." Ama dünya, dünya olalı, ne zaman etrafında tur atılsa, öbür ucu Entepfuhl'a, yani yolculuğun başladığı noktaya çıkar. Aslında dünyanın ucu, tıpkı başlangıcı gibi dünyayı kavrayışımızdır. Manzaralar bizde manzaralaşır. İşte bundan dolayı onları hayal ettiğimde yaratmış olurum; onları yarattığıma göre demek ki vardırlar; ve varolduklarına göre, herhangi bir manzara gibi onları da görebilirim. Yolculuğa çıkmaya ne gerek var? İster Madrid'e, ister Berlin'e, İran'a, Çin'e, ister kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece, kendimden başka nerede olabilirim?

Hayat, onu ne hale getiriyorsak odur. Yolculuklar, yolcuların kendisidir. Gördüğümüz, gördüğümüzden değil, biz her neysek, ondan ibarettir.

Ah, düşsünler yollara varolmayanlar! Tıpkı nehirler gibi hiçbir şey olmayanlar için de bir akış, hayatın ta kendisi olmalı. 

Huzursuzluk Kitabı'ndan




Dönemeçte belirdiler; bir sürü genç kızdılar. Şarkı söylüyorlardı yürürken; sesleri de çok neşeliydi. Kim olduklarını bilmiyordum. Onları, özel bir şey hissetmeden, uzaktan uzun süre dinledim. Yüreğim burkuldu.

Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi? Belki de doğrudan onlar değildi - ama kim bilir?
Belki de yalnız kendimdim acıdığım.

...

Birden, bir horoz, geceyi yok sayarak Sır'ın bir çocuğu gibi ötmeye başlıyor. Artık uyuyabilirim, çünkü içimin derinliğinde sabah oldu. Ve dudaklarımın, yüzümün etrafını kuşatan yastık kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak gülümsediğimi hissediyorum. Kendimi yaşama teslim edebilirim, uyuyabilirim,  kendimi unutabilirim... Ve beni karanlığa boğan bu yepyeni uykuda ya az önce öten horozu anımsıyorum ya da horoz gerçekten ikinci kez ötüyor.

....

Ama bugün boğazımı bastıran dehşet o kadar soylu anlamları olan cinsten değil ve içimi daha çok kemiriyor. Düşünmeyi bile istememe isteği, hiçbir şey olmamış olma isteği, bedenin ve ruhun tüm hücrelerinin bilinçli umutsuzluğu var bunun altında. İnsan kendini, sınırsız bir hücrenin içine kapatılmış bulduğunda ansızın bastıran duygu. Nereye kaçılabilir, hücre başlı başına her şey iken?

....

Yalnızlık umudumu kırıyor; yanımda birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor. Başkalarının varlığı düşüncelerimi dağıtıyor; o mevcudiyeti, bütün analitik dikkatimi kullansam da tanımlamakta aciz kaldığım, apayrı bir dalgınlıkla tahayyül ediyorum.

...

Entrikalar, dedikodu yapılması akıldan bile geçmeyen şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler giyinmiş zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip çıkardıkları o doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını bilmeyişleri... Bütün bunlar, düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç, korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.

...


...duygularımın acıtan keskinliği, en mutluluk verici olanların bile; duygularımın mutluluk veren keskinliği, en acıtanların bile.

Bir pazar sabahı, epey geç bir saatte, günlerden sonsuz bir ışık gününde yazıyorum, yarıda kalmış şehrin çatılarının üstünde, hala anlatılmamış bir göğün mavisi, yıldızların en gizemli varlığını unutulmuşluğa hapsediyor...

Bende de günlerden pazar...

Yüreğim bilmediği bir yerdeki bir kiliseye gidiyor; tepeden tırnağa kadifelere bürünüp gidiyor, yüzü ilk duygulardan pembeleşmiş, fazla büyük gelen yakasının üstündeki hüzünlü bakışlarla gülümsüyor.

...

Uzaklarda, Güney'e doğru adalar ve büyük kozmopolit tutkular
olduğunu çok iyi biliyorum...


Huzursuzluk Kitabı (sf. 276)

Özgürlük, yalnız kalabilmeye denir. İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan, onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana, şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür, bunların hepsi sadece yalnızlıktan ve sessizlikten beslenir. Yalnız yaşayamıyorsan, doğuştan kölesin demektir. Ruhen ya da zihnen en yüce mertebelere ulaşmış olabilirsin: Soylu bir kölesin öyleyse ya da zeki bir uşak, ama özgür değilsin. Ve bir trajedinin içinde değilsin, çünkü böyle doğmuş olman bir trajediyse bu seni değil, kendi kendiyle yüz yüze gelen Kader'i ilgilendirir. Öte yandan, eğer hayatın ağırlığına dayanamadığın için köle olduysan, yazıklar olsun. Özgür doğduğun, kendi kendine yetebilen, insanlardan uzak durabilen biri olduğun halde, zavallının teki olduğun için insanlarla yaşıyorsan, yazıklar olsun sana. İşte bu, nereye gidersen git, kendinde birlikte taşıyacağın trajedindir.

Özgür doğmak, insanın en yüce özelliğidir; mütevazı bir keşişi krallara ve hatta hak ettiği halde özgürlüğü küçümsemeksizin, güçlü oldukları için kendi kendine yeten tanrılara üstün kılan budur.

Ölüm bir kurtuluştur, çünkü ölen insanın kimseye ihtiyacı kalmaz. Zavallı köle zorla kurtulmuş olur zevklerinden, acılarından, arzulanan ve bitmek bilmeyen hayattan. Kral vazgeçemediği mülklerinden kurtulur. Etrafına aşk saçan kadınlar, taparcasına sevdikleri gibi, gönülleri fethetmekten kurtulur. Zaferden zafere koşanlar, hayatlarını adadıkları zaferlerden kurtulur.

İşte bunun için o zavallı, saçma bedene bir asalet katar ölüm, bilinmedik süslerle donatır onu. Kendi öyle istememiş olsa bile, beden artık özgürdür. Artık köle değildir, köleliğini gözyaşları içinde kaybetmiş olmasına rağmen. En büyük başarısı krallık unvanı olan krallar için de geçerlidir bu, bir insan olarak gülünç olsalar da, kral olarak üstün varlıklardır onlar - ölüsü korkunç olabilir, ama kral üstündür, çünkü ölüm sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştur.

Bezgin bir halde penceremin kanatlarını kapatıyorum, dünyayı dışlıyorum ve bir an için özgürlüğe kavuşuyorum. Yarın köle olacağım tekrar; ama şu an yalnızken, dünyada hiç kimseye ihtiyaç duymazken, tek korkum bir sesin ya da mevcudiyetin şu halimi bölmesiyken, küçük özgürlüğümün, yüceldiğim anların tadını çıkarıyorum.

Koltuğuma güzelce yayılarak, üzerime çöken hayatı unutuyorum. Bugüne dek yaralamış olmasının yarası sayılmazsa, artık yaralamıyor beni.


Huzursuzluğun Kitabı



36
H.K.


 5 Şubat 1930

Ne sıradan bir odanın dökülen duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların Aşağı Şehir'inde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı, yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı yaratan bunların hiçbiri değil. Sebep her zaman çevremde bulunan insanlar, beni tanımayan ya da ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar - ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol açanlar onlar. Hayatlarının, benim hayatımın en dıştaki katmanına paralel iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları - sırtıma forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar. 





















**
rasgele


sf. 367

Penceremden sarkmış, koca şehirdeki rengarenk yığınları seyrederken ruhum tek bir düşünceyle meşgul: Bütün samimiyetimle ölmek, hesabı kapatmak, dünyadaki hiçbir şehrin üzerinde bir daha asla ışık görmemek, bir daha asla düşünmemek, hissetmemek, güneşin ve günlerin akışını ardımda bir paket kağıdı gibi bırakmak; geniş yatağın kenarına oturup, varolmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum.



sf. 185


Uykum var. Boş sayılabilecek büroda saçma sapan bir işle uğraşırken gün uzadıkça uzadı. İş yerindekilerin ikisi hasta, ötekilerse başka yerde. Kendi köşesine çekilmiş olan ayakçı çocuk sayılmazsa yapayalnızım. Günün birinde saçma da olsa bir özlem duyabilmeye yönelik o şüpheli olasılığı özlüyorum.



sf 97

Birden yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım. Görmek uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.


Hayattaki her şey gibi ben de olduğum yerde boşuna duruyorum.



sf. 416


Hayatta gülünç, iğrenç ya da ağır zekalı görünmemize neden olan talihsiz olayları, kendi soğukkanlılığımızın ışığında, yolculuğun cilveleri olarak görmeliyiz. Şu dünyada hiçlikten hiçliğe ya da her şeyden her şeye giden biz yolcular (gönüllü olalım ya da olmayalım), yolculuğun dertlerini, arabanın sarsılıp durmasını önemsememesi gereken, sıradan seferileriz. Bu düşünceyle avunuyorum, belki kendi kendimi avutuyorum, belki de gerçekten kendimi avutacak bir şey var bunda. Ama zaten, üzerinde fazla kafa yormazsam, aslı olmayan avuntu elle tutulur bir gerçeğe dönüşüyor.



 sf 190


Bazen geceleyin uyandığımda alın yazımı dokumakta olan, görünmez eller hissederim.



sf. 226

"Nasıl da şehvet dolu...ve yüce bir zevkle, bazı geceler şehrin sokaklarında dolaşırken ve yapıların çizgilerini, farklı yapım tarzlarını, mimarilerindeki ince ayrıntıları ruhumun içiyle incelerken, kimi pencerelerde ışıklar yanarken, çiçek saksıları balkondan dışarı uzanmış - diyordum ki, işte bütün bunları seyrederken, nasıl da içgüdüsel bir hazla bilincimin dudaklarına yükselir şu kurtarıcı çığlık:

Bunların hiçbiri gerçek değil!"




sf. 190

Ey üzgün yüreğim, tanrılar dilesin de Kader'in bir anlamı olsun!

Ya da Kader dilesin de tanrıların bir anlamı olsun!




sf. 138

Kendi payıma, dünyadan şikayetçi değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve şikayet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

Acı çekiyorum, ama bunu hak edip hak etmediğimi bilmiyorum.(Kovalanan bir ceylan)


Karamsar değilim, hüzünlüyüm.




sf. 221

Hayal kurmak, neye yarar?
Ne yarattım kendimden? Hiç.
Gece'de tinselleşsem (...).

Dış çizgileri olmayan iç-heykel, asla kurulmamış dış Hayal.




sf. 304


Dostluğa az da olsa yeteneğim vardı, ama hiç dostum olmadı, ya beni hayal kırıklığına uğrattılar ya da dostluk kavramı düşlerimin bir hatasıydı. Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.



...


Kendim için kimim ben? Hissettiğim şeylerden biri sadece.

Dış dünyanın varlığı sahnede oynayan bir aktörün varlığına benziyor: Varolduğuna şüphe yok, ama kesinlikle bambaşka bir şey olarak.


...

Pahalı bir puro yakıp gözlerini kapamak - zenginlik diye işte buna derler.


...

Huzursuzluk Kitabı (Fernando Pessoa'nın kitabın kahramanı Bernardo Soares'i takdimi)

Otuz yaşlarında, oldukça iri bir adamdı bu; oturduğunda aşırı kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu; üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi. Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi - Birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur.

...giderek gözümde netleşmeye başladı. Belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zeka parıltısı yakalamıştım. Ne var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ileri gelen buz gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu.

Bir keresinde sokakta, tam pencerenin önünde bir olay oldu; iki adam kavgaya tutuştu. Ben dahil, asma katta kim varsa pencereye koşuştu; tabii sözünü ettiğim adam da. Ona öylesine bir laf attım; o da bana aynı perdeden yanıt verdi. Sesi, artık umutların kar etmediği, bunun için de her şeyden umutlarını kesmiş insanların ki gibi donuk, pütürlüydü. Ama akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla saçmalamış oluyorum.
...
O güne dek mecburiyetleri olmamıştı. Çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. Ne bir gruba katılmış ne de okula gitmişti anlaşılan. Asla sürüye dahil olmamıştı. Onun başına, başkalarının da ( belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: Hayatındaki beklenmedik olaylar, içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti -hiç kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.

Devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. İçgüdüsel ihtiyaçlarını bile görmezden gelmişti. Sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle yakınlık duyamamıştı. Onun iç dünyasına bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek varlık oldum.

İlginçtir; tesadüfler de denk gelmiş, tam da derdine deva olabilecek, benim gibi bir insanı karşısına çıkarmıştı.





*
Huzursuzluk Kitabı
sf. 19

Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle tanrıyı da onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; insanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavramdan öteye gitmiyor, bu nedenle herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, özgürlük ve eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.Tanrıya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir.

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor,bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece,dünyanın cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı horgören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna,beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikurosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.

Vigny hayatı, vakit doldurmak için boş işlerle uğraştığı bir hapishane gibi görürdü. Karamsar olmak olayları en kötü ve acıklı tarafından almak demektir ve böyle bir tutum hem aşırı, hem rahatsız edicidir. Elimizde ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette. Tek derdimiz kendimizi oyalamak bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.

Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada olacakmışım. Araba beni nereye götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim, çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.

Gece çökecek, o posta arabası kapıya dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgarın ve onun tadını çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne soruyor ne kurcalıyorum.

Handaki anı defterime yazıp bıraktığım şeyleri günün birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol boyunca oyalanabilirse, ne ala. Kimse okumazsa ya da zevk almazsa,o da kabulüm.

Huzursuzluk Kitabı


"Ben, kendi varlığına yetişemeyen"

Huzursuzluk Kitabı'nda 1913 yılında yazılmaya başlanmış ve yazarın büyük bir bölümünü yayımlamadan bıraktığı bir günce söz konusudur.Bu günce mutlak bir kuşkuculukla doludur, ya da, daha doğru bir biçimde dile getirmek gerekirse, bu kitapta, ilerlemeye, eşitliğe ve hatta güzelliğe duyulan inancın ya da en azından metafizik olana yönelik gerçek bir yeteneğe duyulan inancın bütünüyle eksikliği hissedilir. Kimileri bu yapıtı sahici bir dekadans itirafı olarak yorumladılar. Kitapta aşırı bir olumsuzluk vardır...

Ancak Pessoa tüm "olumsuzluğuna" karşın bazı çıkış yolları önerir görünüyor. Böylece 1920 yılından başlayarak, değişik şiirlerinde düşünmeye başlıyor.

Negativizm kavramının Caeiro'nun Sürü Çobanı kitabında Pessoa'nın ölümüne dek süren yirmi yıllık takma adla sürdürülen yaratı çalışmasına uygulanması abartı olurdu. Ricardo Reis ve Alvaro de Campos imzasını taşıyan şiirlerin çoğunun bu tanımlamaya kesinlikle uysa da, aynı şey ne Alberto Caeiro'nun panteizmi için ne de daha genel konuşmak gerekirse bu düşünceyi destekler görünen belirli izlekler ve konular için söylenebilir; çünkü Pessoa'nın olgunluk dönemini belirleyen şiirler için mizah duygusu mutlak bir istençsizliği ya da aldırışsızlığı sergilemektedir.

J. F. Coelho yolculuğu bu izleklerden biri olarak görmüştür.Araştırmacıya göre Portekiz dilinde Camoes'ten bu yana, yolculuk simgeleri açısından bu denli zengin bir başka şiir bulunamaz -ama elbette özellikle öznel yolculuk yolları biçiminde. Huzursuzluk Kitabı'nın 400 numaralı fragmanı,yolculuk düşüncesini "ben olmayan herhangi birini baştan çıkarmaya uygun düşünce" olarak tanımlıyor ve bununla bağlantılı olarak okumayı yolculuk etmeyle karşılaştırıyor. 389 numaralı fragman, hayal gücünün şaşırtıcı yeteneklerini yüceltmek için, gerçek yolculukların gereksiz olduğunu açıklıyor. 384 numaralı şiir, yaşamı, dalınç içindeki ruhlara, eylem gücü bulunan ruhların herhangi bir zamanda yaşayabildiklerinden daha yoğun bir heyecan sunan deneysel bir yolculuk olarak tanımlıyor; ondan sonraki fragman (yolculuk eden insan) izleğinden yararlanıyor: bizler," bu dünyada yolculuk edenleriz gönüllü ya da gönülsüz biçimde" ...

"Nihai olan yolculuğun en iyi biçimi hissetmektir" diye yazdı Campos; ve Pessoa, en ünlü ve en yanıltıcı itiraflarından birini Casais Monteiro'ya yazdığı bir mektupta yaptı: "Kendimi geliştirmiyorum,yolculuk ediyorum"

...gerçek Şu ki Pessoa'yı mutlak olumsuzluğun bütüncül karanlığından,modernizmin o yaygın akıl hastalığından, takma isimler oyunu kurtarmıştır.

Jose Guilhermo Merquior 



Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)

Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)        Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)



*

Durmaksızın hayal kurmak, sürekli tahliller yapmak, 
temel olarak hayatın verebileceğinden farklı bir şey sundu mu bana?
İnsanlardan koptum, ama kendimi bulamadım (...)
Bu kitap her açıdan tahlil edilmiş,
enine boyuna taranmış tek bir ruh halidir.

...

Yaşamöyküsü yazılabilenlere ya da oturup kendi yazabilenlere gıpta ediyorum, aslında gıpta mı ediyorum, bilmeksizin. Ben bu dağınık, ilintisiz duygularla (zaten başka türlüsünü de istemiyorum) olaysız yaşamöykümü, hayatsız hikayemi anlatıyorum. Bunlar benim İtiraflar'ım; ve bu itiraflarda hiçbir şey söylemiyorsam bu, söyleyecek bir şeyim olmadığındandır.

İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çarem olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey varolduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflarda benim fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda, kağıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengarenk bir yumak gibi kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey, başparmağın altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum.

Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir. Bununla birlikte, ömür süresince zihnimiz özgürdür ve bütün beyaz atlı prensler, ucu kancalı fildişi tığla iki ilmek atımı süresince, kendi büyülü bahçelerinde gezinebilir. Varlıklarla yapılan tığ işi... Aralıklar... Hiçbir şey...

Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın sapına kadar bilincinde olduğumu... Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekamı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı yavrusu gibi kollarında sallayan düş gücümü. Tığ işi, evet...

sf. 31   

Huzursuzluk Kitabı (sf. 33)

Rua dos Douradores'teki bürom gözümde Hayat'ı temsil ediyorsa,  yine Rua dos Douradores'te, ikinci kattaki evim de Sanat'ı simgeliyor. Evet, Hayat'la aynı sokakta ama bir başka yerde ikamet eden, hayatın yükünü hafifleten ve hayat kadar tekdüze olan, tek farkı başka bir yerde oturmak olan Sanat'ı.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 389)

En derin kaygımızı sadece evrenin değil, ruhumuzun düzeni içinde önemsiz bir olay olarak kabul ettiğimiz anda bilgeliğe adım atmışız demektir. Bunu kaygıyla iyice kuşatılmışken düşünebilen ise tam bir bilgedir. Acı çektiğimiz anlarda, insanoğlunun ıstırabı bize sonsuz gelir. Ama insanoğlunun acısı sonsuz değildir, çünkü insana ait olan hiçbir şey sonsuz değildir, geniş düşünüldüğünde bizim acımızın da, bizim olmak dışında herhangi bir değeri yoktur.

Deliliğe yakın duran bir sıkıntının ya da ondan bile engin bir kaygının yükü üzerimdeyken, kim bilir kaç kez, tam isyan edecekken durmuş, tam kendimi tanrılaştıracakken tereddüt etmişimdir. Dünyanın esrarını bilememenin acısı, sevilmemenin acısı, haksızlığa uğramanın acısı, hayatın bütün ağırlığıyla üzerimize abandığını, bizi boğduğunu, tutsak ettiğini hissetmenin acısı, diş ağrıları, ayakkabı vurmuş ayakların acısı - bizim için ya da tabi başkaları ya da genel olarak canlı varlıklar için en şiddetli acı bunlardan hangisidir, var mıdır bilen?
Benimle konuşmuş, sesimi duymuş olanlardan bazılarına göre, ben duyarsız bir insanmışım. Bana sorarsanız, çoğu insandan daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Ben aslında kendini iyi tanıyan, bundan dolayı duyarlılığın ne olduğunu iyi bilen duyarlı bir varlığım.

Ah! Yo, hayatın acı olduğu ya da varoluşu düşünmenin acı verdiği doğru değil. Doğrusu şu ki,acımız, ancak büyük dedikçe büyür ve ciddileşir. Biz doğal davranırsak, geldiği gibi geçer, nasıl yeşerdiyse öyle solar. Her şey hiçtir, bu hiçliğin içinde acımız da hiçtir.

Bunları kabına sığmayan, belki de ruhuma sığamadığı için bir türlü rahat edemeyen bir sıkıntının; herkesin ve her şeyin boğazıma yumruk gibi oturan, delirtici baskısının altında; bedenimde hissettiğim, beni kaygılara boğan, ezen anlaşılmamış olmak duygusunun pençesinde yazıyorum. Sonra başımı kayıtsız mavi göğe kaldırıyorum, yüzümü rüzgara, esintinin bilinçsiz serinliğine bırakıyorum, gördükten sonra gözlerimi kapatıyorum, hissettikten sonra yüzümü unutuyorum. Böyle daha iyi olmasam da başkalaşıyorum. Kendimi görmekle kendimden kurtulmuş oluyorum. Hatta gülmek geliyor içimden: Şimdi kendimi daha iyi anlıyor değilim, ama artık farklı olduğumdan kendimi anlamaktan vazgeçmiş durumdayım. Göğün en yücelerinde, görünür hale gelmiş bir hiçliği andıran minicik bi bulut, bütün evreni kucaklayan bir unutuşa ak damgasını vuruyor.

5 Nisan 1933
Fernando Pessoa

Huzursuzluk Kitabı (sf. 25)

 Hayattan çok az şey istedim -ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne elalem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.

Huzurlu odamda kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.

Böyle anlarda, onunla aynı hamurdan olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum, çünkü daha büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç, bir tür dua, hatta bir çığlık hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan, zihinimden geliyor... Kendimi Rua dos Douradores'te, dördüncü kattaki dairemde, uykudan ağırlaşmış ben'i izlerken görüyorum; önümde duran yarı dolu kağıttaki güzellikten yoksun, boş varlığıma, ucuz sigaraya - eskimiş sümenin üzerinde uzun uzadıya anlattığım bütün bu şeylere bakıyorum.Yukarıda dördüncü katın tepesinden, yaşamı sorgulayan ben! Dahiler ve ünlüler gibi nesirler yazan ben! Buradaki benim,ne eksik,ne fazla!...

Huzursuzluk Kitabı (sf. 199)


Zamanı derin bir acıyla hissediyorum. Bir şeyleri bırakıp gitmek beni inanılmaz sarsıyor. Birkaç ay yaşadığım zavallı möbleli oda ya da altı gün kaldığım taşra otelindeki masa, hatta bir garda, iki saat oturup tren beklediğim hüzünlü bekleme salonu - tamam, ama hayatın güzel şeylerini terk ettiğimde ve sinirlerimin olanca duyarlılığıyla onları bir daha asla göremeyeceğimi, onlara kavuşamayacağımı, kavuşsak da şu belirli, eşsiz andaki gibi olmayacaklarını düşününce -metafizik bir ıstırap veriyorlar bana. Ruhumda bir uçurum açılıyor. Tanrı'nın zamanının soğuk nefesi solgun yanağımı okşuyor.

Zaman! Geçmiş! Ansızın herhangi bir şey - bir şarkı, tesadüfen burnuma gelen bir koku ruhumda anıların tıpasını çekiveriyor... Bir vakitler olduğum, bir daha asla olmayacağım her şey! Benim olmuş, gelecekte asla olmayacak şeyler! ve ölüler! Çocukluğumda beni onca sevmiş olan ölüler! Adlarını andıkça ruhum buz kesiyor; insan yüreklerinden sürüldüğümü, kendi gecemde yapayalnız kaldığımı, kapalı kapıların dilsizliğinin karşısında, dilenci gibi ağladığımı hissediyorum.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 266)

Sanat varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır. Danimarka prensi Hamlet'in çektiği çileleri, azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluruz - bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar, zaten aşağılık olmak doğalarında vardır.

Aşk, güneş, uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları. Ne var ki, ister aşk, ister güneş, ister uyuşturucular olsun, hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir. Aşk bıkkınlık verir, umudumuzu kırar. Güneşin ardından uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır. Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur, çünkü sanat insanı uyutmaz -rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de bir vergisi.

Sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız.

Sanat denince, zevk veren, ama bize ait olmayan her şey bunun içine girer: gelip geçen birinin bıraktığı iz, bir gülümseyiş, batan güneş, şiir, nesnel evren.

Sahip olan, kaybeder. Bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur, çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 430)

"Neye güldünüz" diye sordu Moreira kötülük düşünmeden, salonu bölen iki etajerin arasındaki boşluktan.

"İki ismi karıştırmışım da..." dedim soluğumu toparlamaya çalışarak.

"Ah demek öyle" diye kestirip attı Moreira ve sonra büroya da, benim üzerime de yeniden tozlu bir dinginlik çöktü.

Vikont de Chateaubriand şurada durmuş, hesap kitapla uğraşıyormuş! Pek sayın Profesör Amiel, şahane bir tabureye tünemişmiş! Kont Alfred de Vigny, Grandela mağazasının mallarını göndermekteymiş! Senancour buracıkta, Rua dor Douradores'teymiş!

Hatta okuması asansörsüz binada merdiven tırmanmak kadar zahmetli olan Paul Bourget bile... Saint Germain Bulvarımı bir kez daha, iyice görebilmek için, tam Brezilyalı plantasyoncunun ortağının kaldırıma tükürdüğü anda pencereye yöneldim. Aynı anda hem bunları düşünmekle hem sigara tüttürüp hem de iki şeyi doğru dürüst bağdaştıramamakla meşgulken, birden zihnimdeki kahkaha dumanla çakıştı ve boğazımda tökezleyerek, duyulabilen, çekingen bir kahkaha olarak gün yüzüne çıktı.     

Huzursuzluk Kitabı (sf. 392)

 Yaşamak zahmetine değmiyor. Bakmak - işte buna, bir tek buna değer. Yaşamaksızın bakabilsek mutluluğu yakalamış olurduk.


Duyarsızlığın estetiği

Asla kendi duygularını samimiyetle hissetmemek ve kendi hırslarına, arzularına ve doyumsuzluklarına kayıtsızca bakabilmeyi kendince, cılız bir zafer olarak görmek; neşelerin, sıkıntıların yanında, ilgisiz bir insanla yan yana durur gibi durmak.
İnsanın kendinde kurabileceği en büyük imparatorluk, bedeniyle, ruhuyla kendini, kaderin hayatını geçirmesini emrettiği yer ve alan olarak değerlendirip, kendine karşı duyarsızlaşmasıdır.

Kendi hayallerimize, en içten arzularımıza tepeden bakalım, gerçek bir zarafetle onları görmezden gelelim. Kendimize karşı edepli davranalım; durduğumuz yerde yalnız olmadığımızı, kendi kendimizin tanığı olduğumuzu, dolayısıyla kendimize karşı, bir yabancıymışız gibi, üzerinde düşünülmüş, dingin, asaletinden ötürü umursamaz, umursamaz olduğu için de soğuk bir tarzda, dışarıdan biri gibi davranmanın önemli olduğunu iyice belleyelim.

Kendi gözümüzde küçülmemek için, hırs, tutku, arzu ya da umut beslememeye, atılımlar yapmamaya, coşkusuz yaşamaya alışalım yeter.

Görmek ve işitmek, hayatın bize sunduğu yegane soylu şeylerdir.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 78)

İnsan ruhunun bütün ömrü, loş ışıkta kıpırdanmakla geçer. Bilincin yarı karanlığında, olduğumuz ya da olduğumuzu varsaydığımız şeye asla uyum sağlayamadan yaşarız. En iyilerimiz bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya gecenin içinde kaybolan sesler gibi karmakarışık.

Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar için varolan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. Bütün bunlar nedir, neye yarar? Bir şeyler hissettiğim zaman kimim ben? Var iken, ölmekte olan hangi şeyim?

Bir vadide yaşayan varlıkları çok yüksekten ayırt etmeye çalışan bir insan gibi, bir doruktan kendimi izliyorum. Her şeye rağmen, karmakarışık, bulanık bir manzarayım ben.

Ruhumda bir uçurumun açıldığı bu saatlerde, en küçük bir ayrıntı, bir veda mektubu gibi bunaltır beni. Hep uyanacak gibi olurum, kendi kendimin zarfıyımdır adeta, imzalar beni boğmaktadır. Haykırdığımı duyan olsa, haykıracağım. Ne var ki kimi duygulardan daha başka duygulara bir bulut kafilesi gibi ilerleyen, derin bir uykudayım - gölgeli geniş çayırlara yeşiller, güneşler serpen bulutlardan bir kafile.

Görende der ki, el yordamıyla saklı bir nesneyi aramaktayım, ne nerede olduğumu biliyorum, ne de biri çıkıp ne olduğunu söylemiş. Hiçkimse ile saklambaç oynuyormuşuz. Bir yerlerde bizi aşan bir oyun varmış, yalnızca sesini duyduğumuz, şekilsiz bir tanrı.

Evet, sefillik içinde yaşanmış saatleri, rahatladığım kısacık anları, yanılsamaları, manzaraya doğru yön değiştirmiş büyük umutları, hiç girilmeyen odaları andıran hüzünleri, bazı sesleri, müthiş bir yorgunluğu tasvir eden bu sayfaları okuyorum tekrar - yazılmayı bekleyen incil bu.

Hepimizde kendini beğenmişlik var ve bu, başkalarının da varolduğunu, onlarında bizimkine benzer bir ruhu olduğunu unutturuyor bize. Benim kendini beğenmişliğim ise, şu üç beş sayfadan, bazı pasajlardan, bazı sorulardan ibaret...

Kendimi yeniden mi okudum? Yanlış! Buna cesaretim yok. Neye yarar ki? Bu sayfalarda mevcut olan bir başkası. Ben daha şimdiden, hiçbir şey anlayamaz haldeyim...


Sıradan hayatların tekdüzeliği gerçekten de dehşet verici (Huzursuzluk Kitabı)

Sıradan hayatların tekdüzeliği gerçekten de dehşet verici.

Kendimi bu sıradan lokantada, öğle yemeği yerken buluyorum, tezgahın arkasındaki aşçının saçının karaltısına ve yanı başımdaki, yaşını başını almış garsona bakıyorum, garson sanırım aşağı yukarı kırk yıldır bu mekana ve bana hizmet veriyor. Bu insanlarınki nasıl bir varoluştur? Şu insan karaltısı tam kırk yıldır neredeyse bütün gününü bir mutfakta geçiriyor; boş zamanı pek olmuyor, doğru dürüst uyku uyumuyor; memleketine nadiren gidiyor, hiç içi yanmadan, bir an bile düşünmeden dönüyor; ağır ağır kazandığı ve harcamaya niyetli olmadığı parayı ağır ağır biriktiriyor (...)

Ya bana servis yapan, masalara kahve bırakmakla geçmiş bir ömrün herhalde milyonuncu kahvesini şu an önüme koymakta olan şu ihtiyar garson? Hayatı aşçınınkiyle aynı, tek farkları, dört beş metrelik bir mesafeyle birinin mutfakta, öbürünün lokantanın salonunda durması.(...)

Bu hayatları korkuyla karışık bir şaşkınlıkla izliyorum ve tam dehşet, acı ve isyan duygularım kabarırken, birden fark ediyorum ki, dehşet, acı ya da isyan duyan yoksa, bunları hissetmek ilk başta bu hayatları yaşayanların hakkıdır. İmgelemin temel kusuru budur: Ötekilerin biz olduğuna bizim gibi hissetmek zorunda olduğuna inandırır bizi. Ama ne mutlu insanlığa ki, her insan yalnız kendidir ve fazladan birkaç kişi olma yeteneği sadece dehalara bahşedilmiştir.

(...)

Hayatı tekdüzeleştirmek bir bilgeliktir, çünkü o zaman en küçük olay bile insanı büyüleyebilir. Aslan avcısının serüveni üçüncü aslandan sonra biter. Bu tekdüze aşçı içinse, bir sokak kavgası ortalama bir kıyamet tadındadır.(...)


Huzursuzluk Kitabı (sf. 393)

Oyalanmak için sık sık, titizlikle, ruhsallığımı başkalarının nasıl kavrayabileceğini anlamaya çalışırım. Bu yararsız taktiğin verdiği zevke kimi zaman acı karışsa da, melankoli nadiren bulaşıyor.
Kabaca başkaları üzerimde bıraktığım izlenimi anlamaya çalışır, sonra kendimce sonuçlara varırım. Genellikle başkalarının yakınlık duyduğu, hatta tuhaftır, belli belirsiz saygı emareleri gösterdiği biriyim ben. Ne var ki kesinlikle coşku karışmıyor bu yakınlığa.

Kimse bana ateşli bir dostluk beslemeyecek, pek çok insanın bana olan saygısının nedeni belki de budur.

Her zaman, her yerde iyi karşılandım. Benden daha az çatık kaş, kötü muamele görmüş, azar işitmiş insan herhalde enderdir. Ama hiç eksik olmayan bu sevecenlikte sevgi yoktu. Doğal olarak, en yakınlarım için bile misafirdim, bunun için de iyi ağırlanmalıydım, ama yabancılara gösterilen o hesaplı özenle, davetsiz misafirlerin payına düşen o sevgisizlikle.

Bana yönelik bu davranışların, esasen kendi mizacımdaki birtakım karanlık taraflardan kaynaklandığına hiç şüphem yok. İşin doğrusu bende bulaşıcı bir soğukluk var, elimde olmadan başkalarını da benim gibi az hissetmeye zorluyor.

Cana yakın bir insan sayılırım. Karşımdakinden de hemen yakınlık görürüm, sevgi ise hiç gelmez. Bugüne dek bir tek kimsenin bile bana bağlandığını hatırlamam. Günün birinde sevilmek, bir yabancıyla senli benli konuşmak kadar imkansız gelir bana.

Bütün bunlar canımı mı yakıyor, yoksa ıstırap ya da tevekkül getirmeyen, kayıtsız bir keder gibi kabulleniyor muyum, bilemiyorum.

Hep hoş bir insan olmaya çalıştım. Oldum olası, kayıtsızlıktan başka şey bulamamanın acısını çektim. Feleğin bir öksüzü olarak, bütün öksüzler gibi bende biri beni sevsin istedim. Ama sevgiye hiç doyamadım ve bu yararsız açlığa o kadar güzel ayak uydurdum ki, bazen doymam şart mı, onu da bilemiyorum.

Her ne olursa olsun, yaşamak canımı yakıyor.

Başkaları onlara gönül verecek bir varlık bulur mutlaka. Ben ise, bana bağlanmayı hayal eden biriyle bile karşılaşmadım henüz. Herkes başkaları için kendini parçalıyor; bana ise kibar davranmakla yetiniyorlar.

Saygı uyandırmayı becerebiliyorum, sevgi uyandırmaya ise yeteneğim yok. Ne yazık ki, saygı duyan insanlara karşı bunu haklı çıkaracak hiçbir şey yapmadığım için, sonunda ortada gerçek bir saygı da kalmıyor.

Bazen acı çekmeyi sevdiğimi düşünüyorum. Ama aslında tercihim bu değildi.

Ne önderlik vasıfları var bende, ne de madunluk. Kaderine razı bir adamın özelliklerine bile sahip değilim, oysa kıtlıkta bunlar da idare ederdi.
Benim kadar akıllı olmayanlar daha güçlü bir karaktere sahip. Hayatta kendilerine yer edinmekte daha ustalar, zekice yeteneklerini kullanmakta daha becerikliler. Karşımdakini etkilemek için bütün özelliklere sahibim, tek eksik bu işin sanatı ,hatta sırf bunu dileyebilmeyi istesem o da yetecek.

Günün birinde sevecek olsam, sevilmem.

Herhangi bir şeyi arzulamamla gözümün önünde ölmesi bir oluyor. Oysa kaderim, herhangi bir şeyi öldürmek için en ufak bir güce sahip değil. Onun tek zayıflığı bana karşı ölümcül olmak.


Huzursuzluk Kitabı (sf. 317)

Kendimden koparak bir birey olduğumu, yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük hayatın içinde ya da tesadüfen konuşup karşılaştığım insanlara fiziksel, hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir.

Hepimiz kendimizi zihinsel gerçeklikler olarak tahayyül etmeye alışkınızdır. Başkalarını ise fiziksel gerçeklikler olarak görürüz; kendimizi başkalarının zihnini belli bir şekilde etkileyen, basit fiziksel cisimler olarak kabul etmekte zorlanırız; aynı şekilde ötekileri de zihinsel gerçekler olarak görmemiz zordur; ama iş aşka ya da kavgaya geldi mi, işte ancak o zaman ötekilerin de tıpkı bizim gibi bir ruhu olduğunun bilincine varırız.

İnsanların bana bakınca nasıl bir adam gördüklerine dair saçmalamaya koyulmamın nedeni bu işte; sesim nasıldır, diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünen hayatım başkalarının yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. Kendimi dışarıdan görmeyi hiçbir zaman beceremedim. Hiçbir ayna bizi "dışarıdan biri" olarak yansıtamaz, çünkü bizi kendimizin dışına çekebilecek ayna yoktur. Bunu ancak bir başka ruh yapabilir, bir başka bakış ve görüş. Usta bir sinema oyuncusu olsaydım ya da sesimi bağıra çağıra plaklara kaydetsem bile, eminim öte taraftan bakıldığında ne olduğumu bilmekten gene bu kadar uzak kalırdım, çünkü beni nasıl kaydederlerse etsinler, ister istemez hep kendi içimde, yüksek duvarlarla çevrili öz bilincimin içinde kalacağım.

...

Her şey karmaşık, yoksa öyle olan ben miyim. Her neyse, hiçbir şeyin önemi olmadığına göre bu da önemsiz. Saçmalayıp duran bu yoldan çıkmış değerlendirmeler, bir kenara atılmış tanrıların bahçelerinde bitkisel bir hayat sürüyor, tıpkı duvarlardan uzak tutulmuş sarmaşıklar gibi. Ben ise bu ipe sapa gelmez düşünceleri sonsuz kere sonuca bağladığım gecenin içinde gülümsüyorum, daha yıldızlar bile yokken Kader'i doğuran büyük nedenlerden yetim kalmış bir insan ruhunda bunları doğuran hayati ironiyle gülümsüyorum.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 421)

En küçük şeylerin bana çile çektirmekte ne kadar mahir olduğunu gayet iyi bildiğim için, küçük olmalarına bakmadan, onları nerede görsem tereddütsüz kaçarım. Benim gibi güneşin önünden bulut geçti diye üzülen bir insana bu karanlığın, her daim kendi varlığıyla örtülü olan günün elem vermemesi mümkün müdür?

Yalnızlığım bir mutluluk arayışı değil, çünkü yapımda yok mutlu olma yeteneği; hiç kaybetmemiş olanlar dışında kimsenin elde edemeyeceği huzur da değil peşinde koştuğum; bir uyku arayışı benimki, bir silinme isteği, utangaçça bir reddediş.

Bu zavallı odanın dört duvarı benim için hem hücre hem uzaklaşma, hem yatak hem de tabut. Ben en çok hiçbir şey düşünmediğim, istemediğim, hayal kurmadığım, hayali bir bitkinin, hayatın yüzeyinde büyüyen basit bir yosunun uyuşukluğunda kaybolduğum anlarda mutlu olurum.Hiçbir şey olmadığımın saçma bir şekilde bilincine varmanın, ölümün, yokolacağımı sezmenin tadını çıkarırım damla yaş dökmeden.

Hiç "Üstat" diyebileceğim biri olmadı. Hiçbir İsa gelip benim için ölmedi. Hiçbir Buda bana yol göstermedi. Hayallerimin yücelerinde hiçbir Apollon, hiçbir Athena zuhur edip ruhumu aydınlatmadı.

Huzursuzluk Kitabı

İnsan pek çok kez tanımlanmış, genellikle de hayvanın tersi olarak ele alınmıştır. Bu nedenle insan tanımları arasında, ortasına bir sıfat gelen, "insan...yapan bir hayvandır" türünden cümlelerle sık sık karşılaşırız ya da "insan...yapan bir hayvandır", arkasından da neyi yapabildiği söylenir. Rousseau "İnsan hasta bir hayvandır" der ve bu kısmen doğrudur. Kilise "İnsan akılcı bir hayvandır" der, ki kısmen doğrudur. Carlyle "İnsan alet kullanan hayvandır" der, bu da kısmen doğrudur. Ne var ki bu ve benzer tanımlar eksik ve marjinal kalır. Mantık basit: insanı hayvandan ayırt etmek kolay değil, ikisini birbirinden ayıracak kesin kıstaslardan yoksunuz. İnsanoğlunun hayatı, tıpkı hayvanlarınki gibi, gerçek bir bilinçsizlik içinde akar. Hayvanların içgüdülerini dışarıdan yöneten derin yasalar, gene dışarıdan insanın aklını yönetir. İnsan aklı yeni yeni filizlenen bir içgüdüye benzer, herhangi bir içgüdü kadar bilinçsizdir, henüz oluşumunu tamamlayamamış olduğu için öbürlerine göre daha kusurludur.

Yunan Antolojisi'nde " Her şey saçmalıktan gelir." diye yazar. Ve her şey gerçekten de saçmalıktan gelir. Ölü rakamlarla, boş formüllerle haşır neşir olan, bundan dolayı da kusursuz bir mantığın üzerine oturan matematiğin dışında bilim alacakaranlıkta oynanan bir çocuk oyunu gibidir, kuşların gölgesini, rüzgarda salınan otların karaltısını yakalamaya çalışmaktan farkı yoktur.

Biyolog Haeckel'in aklımda yer etmiş bir sözü var; Haeckel'i zekamın yeni yeni ilerlemeye başladığı sıralarda okumuştum, hani bilimi halkın seviyesine indiren ya da dine saldıran kitaplara ilgimizin uyandığı çağda. Cümle aşağı yukarı şöyleydi. "Üstün insanla sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür." Bu cümleyi hiç unutmamışım...

...

Dalgınca masama yaslanmış halde, bu dağınık duyguları kendi kendime anlatarak oyalandığım yerden, sandalyemden kalkıyorum. Doğruluyorum, kendi içimde bedenimi doğrultuyorum ve çatıları tepeden gören pencereye gidiyorum, yeni başlamış bir sessizliğin içinde, usulca uykuya akan şehri görebilirim oradan. Bembeyaz bir beyazlıktaki koca ay, bina cephelerini birbirinden ayıran, özenle gizlenmiş farkları hüzünle açığa vuruyor. Ay ışığı, buzlu beyazlığıyla dünyanın olanca gizemini aydınlatıyor gibi... Hiç rüzgar esmiyor ve esrar şimdi biraz daha büyük görünüyor. Soyut düşünce bulantıları hissediyorum. İncecik bir bulut ayın tepesinde, gizli bir sığınak gibi, belli belirsiz salınıyor. Ben de bilmezden geliyorum, tıpkı şu çatılar gibi. Tıpkı bütün doğa gibi ben de karaya oturmuşum.


Fernando Pessoa
1931