Fernando Pessoa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fernando Pessoa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: Ağaçlar

Peki, öyleyse hangi metafizik daha iyidir?
Niçin yaşadıklarını bilmeyen
Hiçbir şey bilmediklerini de bilmeyen
Ağaçlarınkinden başka?

Pessoa




Kulübe Güncesi: Ay Işığı

 



O yüksek dalların arkasındaki ayışığı
Bütün şairlere göre daha çok bir şeymiş
O yüksek dalların arkasındaki ayışığından.

Ama ne düşündüğünü bilmeyen bana göre-
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olan şey
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olmasından
Fazla birşey değildir aslında.

Sıkıntı Üzerine Parçalar / Pessoa

Sıkıntı işssizliğin yarattığı isteksizlikten kaynaklanmaz,
herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış
insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu."



1 Aralık 1931

Sıkıntıya meyilli bir insan olarak, bugüne dek sıkıntının tabiatı üzerine kafa yormamış olmam çok tuhaf. Ruhum iki arada bir derede, hani insanın canı ne yaşamak, ne başka bir şey ister ya, işte o durumda. Ve aklıma ansızın gelen bu düşünceyi kullanarak –sıkıntının ne olduğunu hiç düşünmemiş olmayı– hayal kuracağım, yarı-düşünerek, yarı-hissederek her zamanki gibi biraz zorlama bir şekilde, sıkıntıyı tahlil edeceğim.

Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey midir, gerçekten bilemiyorum. Sıkıntı sık sık musallat olur bana, ama bildiğim ve tespit edebildiğim kadarıyla belli bir kuralı yoktur. Bir pazar gününü hiç kıpırdamadan, zerre kadar sıkılmadan geçirebilirim; tam kendimi işe kaptırmışken, dışarıdan gelen bir bulut gibi aniden üzerime çöktüğü de olur. Sıkıntıyla sağlıklı olup olmamak arasında bağ kuramıyorum; benliğimin en görünür, açık bölümünde yuvalanan birtakım nedenlerden kaynaklandığını kabul edemiyorum.

Sıkıntı metafizik bir sıkıntının maskesidir, bilinmeyen, büyük bir hayal kırıklığıdır, hayatın penceresine hüzünle sürtünen sağır bir şiirdir demek – böyle ya da buna benzer şeyler söylemek sıkıntıyı renklendirir; tıpkı çocukların yaptıkları resimleri boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi, ama bütün bunlar, boş kelimelerin düşüncenin mağaralarında çoğalan yankılarından başka bir şey kazandırmıyor bana.

Sıkıntı... Benliğimizde düşünen bir şey yokken, düşünmenin yorgunluğuyla düşünmek; hisseden hiçbir şey yokken, hissetme kaygısıyla hissetmek; istemeyi reddeden hiçbir şey yokken, istememenin yarattığı bulantıyla istememek – hepsi sıkıntının içinde ama sıkıntı değil, sıkıntının birer açılımı ya da metaforu. Sanki ruhumuzun şatosunu saran hendeklerin üzerindeki köprü birden kalkıvermiş, ama şatoyla komşu toprakların arasında durup sadece bakmak mümkünmüş, karşıya geçmek imkânsızmış gibi hissetmektir sıkıntı. İçimizin en derin yerindeki bizlerin yalnızlığıdır, ama onunla aramızdaki şey de hayatla aramızdaki derin uyumsuzluğu kuşatan, en az bizim kadar durgun, pis sularla dolu bir hendektir.

Sıkıntı... Istırapsız ıstırap çekmek, istek olmadan istemek, akıl yürütmeden düşünmek... Bir olumsuzluk şeytanının eline geçmeye, var olmayan bir şey tarafından büyülenmeye benzer sıkıntı. Derler ki cadılar ya da beceriksiz büyücüler tasvirlerimizi yapar, sonra onlara eziyet ederlermiş, birtakım astral transferler sayesinde de o işkenceleri biz de etimizde duyarmışız. Bu imgeyi anlaşılabilir bir bağlama taşıyacak olursak, sıkıntı birtakım şeytanların periler diyarında yaptığı büyülerin üzerimizdeki zararlı bir yansıması gibi görünüyor, ama şeytanlar bir tasvirim üzerinde değil, tasvirimin gölgesi üzerinde çalışıyorlar. Benliğimin en mahrem gölgesine, ruhumun içinin dışına yapıştırıyorlar kâğıt parçalarını ya da iğnelerini saplıyorlar. Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın gölgesine benziyorum.

Sıkıntı... Çok çalışıyorum. Eylem yanlısı ahlakçıların toplumsal sorumluluk dediği şeyi yerine getiriyorum. Bu görevi ya da kaderi fazla zorlanmadan, pek hırgür çıkmadan sürdürüyorum. Ama kâh işimin ortasında, kâh gene ahlakçıların dediğine göre sapına kadar hak ettiğim üzere mola verdiğimde, ruhum birdenbire, zehirli kıpırtısızlığından taşıveriyor ve o an, yaptığım işten ya da dinlenmekten değil, kendimden usanıyorum.

Mademki kendimi düşünmüyorum, öyleyse niye kendimden usanıyorum? Hiçbir şey düşünmediğime göre başka neden usanabilirim? Muhasebe defterlerim ya da umursamazlığım yüzünden değersizleşen evrenden mi? Geleceği görme yeteneğine sahip ruhumda birdenbire özgün bir biçime bürünen evrensel yaşama acısından mı? Böyle yapıp da kim olduğunu bile bilmeyen bir varlığı yüceltmek neye yarar? Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde, midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.

Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan mahrum bıraktığımız derin ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını elinden aldığımız biz hüzünlü çocukların çektiği derin, büyük üzüntü. Belki de, kendisine kılavuzluk edecek bir ele ihtiyaç duyan, ama derin duyguların karanlık patikalarında, düşünememenin sessiz gecesinden, hissedememenin bomboş yollarından başka bir şey hissedemeyen varlığın kaygısı...

Sıkıntı... Tanrıları olan birini sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı, mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa kuşku bile imkânsızdır, o halde şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun kalır. Evet, sıkıntı budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini yitirmesi, düşüncenin, gerçeğe uzandığı kesin olan, var olmayan merdivenin eksikliğini duyması.

PESSOA'NIN KİTAPLIĞI






Pessoa Kitaplığından: Walt Whitman


Pessoa Kitaplığından: Leopardi


KİMSE



Yazar maskesiyle ilerler. Maskenin arkasındaki adam kendini göstermekten kaçınarak saklanır. Kim olduğunu bilmeyiz. Çoğu zaman maskesi kapkara bir kağıttır ve kendi elyazısıyla kaplıdır; bu onun görünmezlik kaskıdır. Buna rağmen kimi zaman ödünç bir isme, yazarın kimliğine dair gizemi daha da derinleştirecek bir mahlasa ihtiyaç duyulur. Peki yazılı maskeyi kaplayan uydurulmuş bir isim değil de baş döndürücü bir isimler dizisi, gerçeğin izini kaybettiren bir harelenme olduğunda ne demeli? O zaman bakış açısı değişir: Yazılanın kaynağı bir yazarda veya bir adamda aranmayacak, yazılanın dışında var olmayanın sureti için de yazı kurcalanmayacaktır; adeta isimler yazıyı tek başlarına üretmiş, onu yazacak hiç kimse olmamış gibi yazarın isminde, yazarın ve eserin gerçek kökenine bakılacaktır. Çözmek için ne kadar çok kelime kullanırsam kullanayım, sırrın korunacağını bilerek Portekizli şair Fernando Pessoa'nın bu tuhaf kaderine, edebiyatın en büyük gizemlerinden biri olan bu çok isimli yazını ele almaya çalışacağım.

En belirsiz ama belki de en doğru olanla başlayalım: Benim bakışımla Pessoa. Onu üzgün suratlı, tereddütlü, yolunu kaybetmiş biri olarak görüyorum (bende şairin fotoğrafı yok, yalnızca kelimeleri var). Aynı anda hem toy hem çoktan yaşlanmış, gözlerinde büyük bir acıya sahip biri. Şaraptan bakışları buğulanıp uzun süredir acı çeken kelimelerinin akışını hızlandırdığı zamanlar haricinde az konuştuğunu hayal ediyorum. Fakat o zaman bile sözlerinin, asla söylenmeyecek olanın pişmanlığında süzülen bir kasvetle örtüldüğünü hissediyorum. Dilinde çok fazla ölüm var. 

Bakışlarına sıkıntıyı, talihsizliğin takındığı edebi zar zor saklayan bir mahcubiyet hakim. İçki şişesini taşıdığı, örnek bir çalışanın elinde göreceğiniz evrak çantasını yanından hiç ayırmıyor. Fiziksel yapısına kadar her şeyiyle dünyaya ait olmayan bir adam görüntüsü veriyor. Son zamanlarında onu Lizbon'da gören genç Fransız, Pierre Hourcade şu izlenimleri edinmiş: " Onun yanından ayrıldıktan sonra bir daha arkama bakmadım; onun rengini yitirdiğini, yarı saydam hale geldiğini, akşam esintisiyle dağıldığını görmekten korkuyordum." Pessoa'nın gizli temennisi daha iyi ifade edilemezdi: Gözlerinizin önünden geçip giderken hemen dağılan bir yansımadan ibaret olmak; yalnızca ona bahşettiğiniz metinde var olmak.

Onu 8 Mart 1914 akşamında, yüksek bir komodinin önünde, ayakta, çeşitli imzalara sahip kırk kadar şiiri kesintisiz ve karalamasız kağıda dökerken hayal edelim. Yaranın iki ucunu, yani olmakla var olmayı bir araya getirmemekte direten, benliğinin kaybını açıkta bırakmakta azimli bu şaire bir bakalım.

Onun çok büyük olmasa da narin, bir parça kırılmış olduğunu görüyorum; hiçbir yere ait olmayan bir yüzü var ve kağıt yığınına kilitlenmiş bakışları, gerçeklikle teması bilerek kesmek, tecrite kaçmak için tuhaf bir girişim içinde. Olanın yerine koyulmuş kelimeler ... Derken o çöküş; somut olan her şeyden, dokunulan, parçalanan, acıtan, düşen şeylerden daha somut hale gelen kelimeler. Kim bilir ne zamandır orada. Gecenin solduğunu, gündüzün geri geldiğini görmemiş. Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme beliriyor; bunun bir hor görme mi, arzu eksikliği mi, yoksa bıkkınlık mı olduğu anlaşılmıyor. Masayı terk ettiğinde tek bir şiir veya eser değil, üç tane yazdığı ve yaradılışın ta kendisini bir muamma olarak bıraktığı görülüyor.

Ricardo Reis'e, Alberto Caiero'ya ve Alvaro de Campos'a atfedilen eserlerin yazarı kim?
1915 'te Lizbon'da yayımlanan Orpheu isimli edebiyat dergisi yalnızca iki sayı yayımlanabilmiş olsa da dergi sonraki kuşaklar için önemli birkaç yazarı öne çıkarmıştır: Mario de Sa Carneiro, Jose de Almada Negreiros, Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Fernando Pessoa. Son dört ismin aynı bedende yaşadığı ve hem eserler hem isimler olarak bizzat Pessoa'nın türevleri olduğu doğrudur. Bizzat diyerek çok ileri gitmiş olabiliriz, zira o kimdir? İşte büyük soru: Siz kimsiniz? Bir değeri olan ve hiçbir zaman yanıtlanamayacak tek soru. Dilediğiniz kadar özellik sayın: Muhasebeci, kötü bir annenin oğlu, şair, dost, Anica Teyze'nin yeğeni, astrolog, utangaç eşcinsel, farmason ... Yine de bulamazsınız. Pessoa 'nın adının ve yüzünün altında birçok dünya ve güç bela bir ben vardır. Hepsi oradadır ama o, ya o?

Hikayenin biçimi o kadar etkilidir ki, Pessoa'ya sahip olmadığı şeyi verme eğilimindedir: Tarihleri ve olaylarıyla bir hikaye, az çok doğrusal bir akış ve her şey (hakikat, gerçeklik ve kurgu) kutsal üçlemenin bile (yazar, yazarın hayatı ve eseri) bulunamayacağı kadar karmaşık olsa da, bir anlatının konusunun takibi. Pessoa'nın anlatılabilecek bir öyküsü olmamıştır. Bunun tek sebebi farklı isimlerle kaleme aldığı çok sayıda hikaye olması değildir. Belki de yalnızca şiirin bir diğer adı olabilecek, bir çeşit kendinde yokluk söz konusudur. Bu noktada, istisnayı ve trajik olanı belirtmek için kaderden söz edilir; nehir yatağında bir taşın veya Lizbon'da bir barın karanlıklarından kopup gelen son ayyaşın, sert bir ışık huzmesinde bir an için ayağa kaldırdığı toz zerrelerinin bir kaderi olduğu düşünülmediği sürece, kalan her şey gibi bu da varsayımdır.

En iyisi Pessoa'nın hikayesini anlatmamak ve nüfus kayıtları veya kimlik kartları gibi, art arda sıralandıklarında bir hayat (ya da bir ölüm) oluşturmadıklarını bile bile birkaç özelliğin hesabını tutmaktır. Daha ziyade şiirlere bakılmalıdır; gerçek kimlik belgeleri buralardadır. 


Soyadı: Pessoa.

Babanın soyadı: Pessoa.

Annenin soyadı: Pinheiro Noguera.

Adı: Fernando Antonio.

Doğum: 13 Haziran 1888, Largo de Sao Carlos 4, Lizbon.

Meslek: Bir kelimede dile getirebilecek bir mesleği yok. Çeşitli
şirketlerin talebi üzerine İngilizce ve Fransızca tanıtım metinleri
yazar. Çeviriler yapar. Şiirler kaleme alır.

Eserleri: Portekizce yayımlanmış tek şiir koleksiyonu Mensagem
(1934) dışında, iki de İngilizce şiir derlemesi vardır. Öldüğünde
arkasında bir sandık dolusu elyazması bırakacaktır.
Henüz tamamı yayımlanmamıştır.

Belirgin özelikleri: Eserlerinin büyük kısmını, heteronim adını verdiği farklı isimlerle kaleme almıştır. Bu isimlerden on beşi sayılabilmiştir ve aralarından başlıca üçü şöyledir: Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Alberto Caeiro. Üç kişilikli bir şair veya dört ... Zira Pessoa eserlerinin bir kısmını, özellikle de ezoterik şiirlerini bu isimlerle imzalamıştır. Parçalara ayrılmış, parçalarından başka hiçbir meskeni olmayan bir şair: "Vatanım, Portekiz dilidir."

* Mahlastan farklı olarak heteronim, bir yazarın yalnızca farklı isimler altında değil aynı zamanda
 farklı kişiliklere bürünerek yazmasıdır. Pessoa kullandığı her isimde bir başkası olarak yazmaktadır. 

Pek bir şey ifade etmeyen bu özelliklerin ötesinde anekdotlar, yargılar, yorumlar ve kimliklerin kavranamazlığı karşısında duyduğumuz korkunun maskeleri vardır. Babası gündüz idarede çalışır, akşamlarıysa çoğu zaman caddenin karşısındaki San Carlos Operası için müzik eleştirmenliği yapar. Bunun yanında veremlidir. Günleri sayılıdır. Öldüğünde çocuk beş yaşındadır; okumuş müzisyen annesi ve kimi zaman bir yerlere kapatılması gereken Dionisia isimli deli büyükannesiyle kalmıştır. Pessoa okumayı ve yazmayı beş yaşında çoktan öğrenmiştir ve yedi yaşında kaleme aldığı ilk şiirini annesine ithaf eder. Yavaş yavaş sıkıntılar başlar. Mobilyalar bir bir satılır, ardından fakir bir mahalleye taşınırlar. Anne, Kasım 1895'te daha önce hiç görmediği, Joao Miguel Rosa adında bir adamla evlenmeye karar verir. Ocak 1896'da Güney Afrika'ya, belki de bencil güdülerle evlendiği ve yine genç yaşta ölecek bu adamın yanına gitmek için Lizbon'u terk eder. Herkesin kendi nefretini adlandırmak için kullanabileceği bir Komutan Aupick'i yoktur.

Başarılı bir öğrenci olan Pessoa, on yedi yaşındayken bir daha hiç ayrılmayacağı Lizbon'a döner; "burada da her yerde olduğu gibi bir yabancıdır." Artık kalıcı olan delilikle, teyzeleriyle yaşarken her türlü çalışmayı ve faaliyeti bırakır. On dokuz yaşındayken depresyon mu, yoksa benlik yitimi mi olduğu bilinmeyen derin bir kimlik krizine girer: 

"Kimi zaman tüm anlayışı kaybetmişim ve uçuruma benzeyen bir zihinsel boşluğa düşüyormuşum gibime geliyordu. Bundan anneme söz edebilir miydim? Yanımda olmasını nasıl da isterdim ... İçimi ona dökemezdim ama varlığı acımı büyük ölçüde dindirirdi. Denizdeki bir gemi enkazı kadar yalnızım."

Geriye kalanlarla, yani mesleği ve alışkanlıklarıyla ilgili ne demeli? Mesleğini tanımlarken hayatının son döneminde Pessoa bile biraz zorlanmıştır: " En uygun isim 'çevirmen' olur, en doğrusuysa 'ticarethanelerde yabancı muhabir.' Şair ve yazar olmak bir meslek değil, bir çağrıdır." Sonrasında Pessoa için mobilyalı oteller, serserilikler, her hafta değişen adresler, yan odadan gelen aşk seslerini daktilo takırtısıyla bastırmak için  yazılan mısralar, pis kafeler, zaman gibi, saudade gibi bitmek bilmeyen hiçlik vardır. 1935'te biri ölür. Söylenene göre bu karaciğerdir. O zaman Pessoa, nihayet bir daha hiç bulamamacasına kendini kaybedebileceği son adı alır: Pessoa.

Yargı ve yorumlar bir eseri kavramak için ne kadar uygunsuzsa, biyografi de onu aydınlatmak için o kadar faydasızdır. " Portekizli en büyük çağdaş şair", "yüzyılın en büyük şairlerinden", "Fernando Pessao büyük dünya sanatçıları listesine dahil edilmeli'', "edebiyat tarihinin en büyük hilebazı" ... Tüm bu özellikler, büyük ya da değil, bir şair olduğunu bile söyleyemediğimiz, (özne, yüklem sıralamasından kaçınarak) Alberto Caeiro'nun ağzından dillendirdiği gibi, "Şiirleri yaşama dair sahip olduğu her şeydi. Ayrıca gerçekleşen hiçbir olay veya hikayede yoktu," diyebileceğimiz Pessoa'ya yakışmıyor.

• • •


Heteronimiler


"Hetero-nim" ya da Pessoa'ya ait bir sözcük olan "heteronimi Yunanca kökenli hetero- öneki almıştır ve farklı, değişik anlamı taşır. Hetero- öneki, benzer, aynı (krş. "heterojen" ile "homojen") anlamını taşıyan Homo- önekinin zıt anlamlısı olarak kullanılabilir. Bununla birlikte Pessoa, imla tartışmalarının yaşandığı dönemlerde iyelik kavramım ifade eden ve haklı, doğru, gerçek olarak tercüme edilebilecek orto- önekine karşı çıkmıştır (krş. "hetero-doksluk" ve "Ortodoksluk"). Bir "heteronimin" farklı bir ad olması gerekir çünkü onyma Yunancada ad anlamına gelir; bir "ortonim" ise aslına uygun ya da gerçek bir ad anlamına gelir. Öyle görünüyor ki Pessoa, alo- (diğer) ile auto- (kendi) ya da heretero- (başkası) ile auto- (kendi) ön eklerini birbiriyle zıt anlamlı olarak kullanmak gibi diğer seçenekleri değerlendirdi ve eledi; bu son seçeneği tercih ederek ortografik belgeler (yazarın yazdığı yazılar) ile heterografik belgelere (başkaları tarafından yazılan ancak düşünsel açıdan yazar ile aynı doğrultudaki yazılar) hukuki bir ayrım ile yaklaştı. Her hâlükârda Pessoa'nın kavramlaştırmak istediği şey şuydu: Bir taraftan kendi  şahsının yazdığı, kendine ait olan eserler ortonim olarak  sınıflandırılabilirdi; ve diğer yandan kendisinden farklı biriymiş gibi yazdığı ve başkasına aitmiş gibi görünen eserler heteronim olarak sınıflandırabilirdi. Bu anlamda heteronimizm, kendi kendinden sıyrılmanın, "başka birinde kaybolmanın" dramatik biçimi, kendi benliğini
(Pessoa, Gaspar Simöes'e "Başkasında kaybolmak - hepsi bu" demiştir.) başka kişilere dönüştürme olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte -heteronime göre daha az tanınan bir terim olan- heteronimizm öteki yazar kimliklerin kurgulanması anlamına gelip, bu anlamda deliliğe yakın bir olgu olmaktan çok, farklı yazarların oluşturulmasında kullanılan bir yöntem, bir teknik olarak adlandırılabilir. Ya da başka deyişle, ego tarafından (asıl yazarın egosu) alter egoların baş döndürücü şekilde yaratımı ve çoğulluğunu inkâr etmek yerine onunla birlikte yaşamaya çalışan ve onunla en iyisini yapmayı amaçlayan bir olgu. Konuya devam etmeden önce -ortonim olarak yani kendi adıyla yazan- Pessoa'nın bizzat yapmış olduğu bir ayrımı belirtmekte fayda var: Heteronim takma ad değildir. Bu konuyu açıklığa kavuşturmakta fayda var. Alter ego dedim ancak heteronim yalnızca farklı mizaçtaki kişilik değildir. Heteronim, aslında bir kimlikten daha fazlasıdır -konuya her zaman psikolojik açıdan yaklaşmak mümkündür ve Pessoa bir "ruhsal arkadaşından" söz ederken bunu yapar- bir maskedir ve maske kelimesi yoğun anlam içerir. Pessoa kelimesinin etimolojik kökeninin maske olduğunu hatırlayalım. Eğer bir kişinin kaderinin gizemli bir şekilde kendi soyadında -bilhassa heteronimlerini yarattıktan (1914) ve soyadındaki inceltme işaretini kaldırdıktan sonra (1916)- saklı olması mümkünse bu kişi Pessoa'nın ta kendisiydi, kendisini sayısız Pessoalarda, şair suretlerinde çoğaltmış ve yalnızca kimliklerle sınırlı kalmamıştır.

Bu şair suretlerinin -Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Âlvaro de Campos ve diğerleri- kendine özgü kişilikler "sergiledikleri" bir gerçektir ancak bizim için önemli olan örneğin Caeiro'nun içedönük bir kişilik olup Campos'un dışadönük bir kişilik olduğunu tartışmak değildir, bilakis birinin pastoral şiirde, diğerinin ise modem şiirde çığır açtıklarını doğrulamaktır.

O halde şimdi ortonim ve heteronim eserler arasındaki ayrımın şeceresini yeniden çıkaralım. Bu, tamamı Pessoa tarafından kullanılan heteronim, takma ad, yan heteronim, heteronimizm gibi tabirleri daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

İlk başlarda, yaklaşık olarak 1906 ile 1916 yılları arasında Pessoa takma ad kavramını düzenli olarak kullanmıştı. Bu kavram, William Shakespeare'in eserlerinin gerçek yazarının kim olduğuna dair yaptığı okumalardan etkilenen Pessoa'nın, Shakespeare'in aslında başka bir yazarın takma adı olduğu tezini savunmasıyla yüksek bir edebi değere ulaştı.


The Many Faces of Fernando Pessoa / Aldous Eveleigh


Ah não ser eu toda a gente e toda a parte!


"Ah Nao ser eu toda a gente e toda a parte!” 
(Ah, her yerde herkes olamamak!”) 
Fernando Pessoa


Bu haykırış, iki şekilde yorumlanabilir: Bir yandan, psikozun temel bir özelliğini ortaya koyar, öte yandan dünya karşısında kozmik bir tutumu açığa vurur. Bireysel kimliğin reddi, her şey olabilmek için hiçbir şey ve hiç kimse haline gelme, başkasının duyumsamasıyla tam özdeşleşme noktasına taşınan mimetizm, mest edici, heyecan verici, hatta baş döndürücü deneyimler olmanın ötesinde dünyaya ve gerçeklik üzerine bilgi edinmenin güçlü araçlarıdır bunlar, bir yandan deliliğin son derece tedirgin edici yönlerini derinden anlamamızı sağlar, öte yandan insanı bir kimliğin tutsağı olmanın verdiği üzüntü ve umutsuzluktan kurtarırlar... (Görülmemiş İmgeler Kütüphanesi)


Film boyunca Pessoa okuyan Philip 





Erteleyiş


Öbür gün, evet, en erken öbür gün
Yarını, öbür günü düşünmeye ayıracağım.
o zaman çözümlenecek her şey, ama bugün değil…

Hayır, bugün değil, yapamam bugün.
Şu benim inatçı öznel nesnelliğim,
geçek yaşamımın bölünmeli uykusu
şu tutulduğum ve bitmek bilmeyen yorgunluk
tüm dünyanın yorgunluğu bir tramvaya binmek için…



İşte öyle bir ruh…
En erken öbür gün…

Bugün salt hazırlanacağım.
yarın öbür günü düşünebilmek için
hazırlayacağım bugün kendimi…


Sonucu bu belirleyecek.
Şimdiden tasarladığım bir şeyler var ama kalsın;
bugün tasarı da yok
O işe yarını ayırdım.
yarın oturacağım masanın başına
dünyayı yenmek üzere.
Ama ancak öbür gün yeneceğim dünyayı…
ağlamak geçiyor içimden
çok ve apansız ağlamak istiyorum
göstermeden içimden.
Hayır, fazla sormayın, bir sır bu
söyleyemem.


*
Fernando Pessoa
(1888-1935)

Ne metafiziği var şu ağaçların?


 Yüksel Arslan



SÜRÜLERİN ÇOBANI


V

Yeterince metafizik var hiçbir şey düşünmemekte.

Ben ne düşünüyorum dünya hakkında?
Hiçbir fikrim yok dünya hakkında ne düşündüğüm konusunda!
Ancak hastalanırsam düşünürüm bunu.

Ne gibi düşüncelerim var nesnelerle ilgili? Neden-sonuç konusunda ne düşünüyorum?
Tanrı’yla ruh ve dünyanın yaradılışı hakkında uzun uzun neler düşündüm?
Bilmiyorum. Benim için böyle şeyleri düşünmek gözlerimi kapamak
ve düşünmemektir. Penceremin perdelerini kapamaktır 
(oysa perdeleri yok benim penceremin).

Şeylerin hikmeti? Hikmetin ne olduğu konusunda 
hiçbir fikrim yok!
Hikmet konusunu düşünen biri olduğunu 
sanan birindedir tek hikmet.
Güneşe çıkıp gözlerini yumduğunda, 
güneşin ne olduğunu anlamamaya başlarsın 
ve ısı dolu şeyleri düşünürsün uzun uzun.
Ama gözlerini açıp güneşe baktığında, 
başka hiçbir şey düşünemez olursun artık, 
çünkü güneş ışığı daha değerlidir filozofların 
ve şairlerin bütün düşüncelerinden.
Ne yaptığını bilmez güneş ışığı
bu yüzden de asla yanlış değildir, sıradandır, iyidir.
Metafizik? Ne metafiziği var şu ağaçların?

Yeşil, çalılarla kaplı, dalları olması ve zamanı gelince 
Meyve vermeleri, ki bizi düşündürmüyor bunlar,
Biz bunlarla nasıl ilgileneceğimizi bilmiyoruz.
Bu ağaçların niçin yaşadıklarını bilmemelerinden, 
Bunu bilmediklerini bile bilmemelerinden 
Daha iyi bir metafizik olabilir mi?
“Eşyanın iç yapısı...".
“Evrenin iç anlamı..."
Hepsi boş bunların, bütün bunların hiçbir anlamı yok. 
İnanılır gibi değil birilerinin bu konularda böyle düşünebileceği.
Sabah gün ağarırken ve şuradaki ağaçların üzerinde 
Belirsiz altın rengi bir parıltının karanlığı kovmasının 
Nedenini ve amacını araştırmak gibi bir şey bu.
Eşyanın iç anlamını düşünmek, sağlıklıyken sağlığı düşünmek,
Ya da bir pınara bir tas su getirmek gibi


İşgüzarlıktan başka bir şey değildir.

Pessoa

Jose Saramagos'un Fernando Pessoa
üzerine yazısı:


Dil bilen ve şiir yazan bir adamdı. Sözleri sözlerin yerine koyarak ekmeğini ve şarabını kazandı, sanki ilk kezmiş gibi, şiirin yazıldığı gibi şiir yazdı. Önce Fernando idi, herkes gibi bir kişi. Bir gün süper bir Camoens'in ortaya çıkışının eli kulağında olduğunu ilan etmek gelir aklına, antik Camoens'ten çok daha büyük bir tanesi, ancak, tedbirliliğiyle tanınan, sık sık Duoradores civarında açık renk pardösü, kravat ve tüysüz şapka ile dolaşan biri olarak, o süper Camoens'in kendisi olduğunu söylemedi. Zaten bir, süper Camoens büyük bir Camoens'ten başka bir şey değildir, ve o, Portekiz'de daha önce hiç görülmemiş fenomen, Fernando Pessoa olmaya tahsis edilmişti. Doğal olarak, yaşamı günlerden oluşuyordu ve biliriz ki günler birbirinin aynı olmalarına rağmen tekrarlanmazlar, o yüzden günlerden bir gün Fernando'nun bir aynanın Önünden geçerken, gözucuyla, aynada başka bir kişiyi görmesi şaşırtıcı değil. Dikkat etmediğimiz halde her zaman olagelen göz aldanmalarından biri olduğunu ya da son kadeh içkinin karaciğerine ve kafasına iyi gelmediğini düşündü, ancak, ihtiyatlı bir şekilde, halk deyişindeki gibi, aynaların yanılıp yanılmadığını doğrulamak ister gibi geriye doğru bir adım attı. En azından bu, yanılmıştı: Aynanın içinden bir adam ona bakıyordu ve bu adam Fernando Pessoa değildi. Hatta biraz daha kısa boyluydu, yüzü esmere çalıyordu, bir güzel tıraş olmuştu. Fernando, bilinçsiz bir hareketle, elini üstdudağına götürdü, sonra çocukça bir ferahlamayla derin bir nefes aldı; bıyık oradaydı. Aynada görünen şekillerden birçok şey beklenebilir, konuşmaları hariç. Çünkü bunlar, Fernando ve ona ait olmayan imge, sonsuza dek orada birbirlerine bakıp durmayacaklardı, Fernando Pessoa konuştu: "Benim adım Ricardo Reis." Diğeri gülümsedi, başıyla onayladı ve ortadan kayboldu. Bir an için, ayna boş, çıplak kaldı, ama hemen bir başka imge çıktı ortaya, zayıf, soluk yüzlü, yaşayacak pek ömrü kalmamış biri görüntüsünde bir adam. Fernando bunun ilki olması gerektiğini düşündü, ama hiç yorum yapmadı, yalnızca, "Benim adım Alberto Caeiro," dedi. Diğeri gülümsedi, nerdeyse algılanamaz bir şekilde yerinde azıcık kıpırdayarak onayladı ve gitti. Fernando Pessoa bekledi, iki varsa üç gelir dendiğini duymuştu. Üçüncü figür birkaç saniye sonra geldi, o çehresinden verecek ve satacak sağlığın fışkırdığı, şu İngiltere'den diploma almış mühendislerin yanılmaz havasına sahip adamlardan biriydi. Fernando, "Benim adını Alvaro de Campos," dedi ama bu kez imgenin kaybolmasını beklemedi, kendisi uzaklaştı; muhtemelen o kadar kısa süre içinde o kadar çok kişi olmaktan yorulmuştu. O gece, sabaha karşı Fernando, acaba şu Alvaro de Campos aynada kalmış mıdır, diye düşünerek uyandı. Kalktı, ve oradaki şey kendi yüzüydü. O zaman, "Benim adım Bernardo Soares," dedi ve yatağına geri döndü. Bu isimler ve birkaç tanesinden sonra Fernando gülünç de olma vaktinin geldiğini düşündü ve dünyanın en gülünç aşk mektuplarını yazdı. Tercüme ve şiir işlerinde iyice ilerlemişken, öldü. Arkadaşları ona önünde büyük bir gelecek olduğunu söylüyorlardı, ama görünüşe göre onlara inanmadı, o kadar ki, adaletsizce, hayatının baharında, düşünsenize, kırk yedi yaşında ölmeye karar verdi. Ölmeden biraz önce ona gözlüklerini vermelerini istedi: "Bana gözlükleri verin" onun son ve düzgün sözleri oldu. Bugüne kadar kimse onları niye istediğiyle ilgilenmedi; ölmek üzere olan birinin son arzuları böyle yadsınır ya da aşağılanır, ama niyetinin, sonunda orada kimin olduğunu görmek için bir aynaya bakmayı istemiş olması oldukça muhtemel görünüyor. Ecel ona vakit tanımadı. Dahası, odada ayna bile yoktu. Bu Femando Pessoa asla gerçekte kim olduğundan emin olamadı, ama bu kuşku bizim kim olduğumuzu biraz daha bilmemizi sağlıyor.

Yaralı Kuş - Lizbon'da Bir Hafta

Yaralı Kuş - Lizbon'da Bir Hafta

ENİS BATUR

1

Herşey, Milano Garı’nın iki sokak ötesinde, 1930’ların başında inşa edildiğinden bu ya­na hiç bakım görmemiş bir işhanının dördüncü katındaki seyahat acentasında, 1998 yılının 29 Aralık günü başladı. Paris treninden uykusuz geçmiş bir gecenin sonunda perona ayak basan adam kararlı adımlarla istasyon binasını terketti, bir tanıdığının fosforlu kalemle üze­rini çizdiği güzergâhı şehir haritasında son bir kez gözden geçirdikten sonra ayazın kol gez­diği meydanı yanlamasına katetti, beş dakika geçmemişti ki, üzerinde “İz Bırakmayın!” ya­zılı rengi atmış bir etiketin durduğu kapının zilindeydi parmağı.

Seyahat acentası, “kaçınız, bu sizin hakkınız” sloganından hareketle kendi özel çalışma alanını yaratmış, gerçek işlevini üstükapalı biçimde yerine getirmek durumundaki bir ku­ruluştu. Yaklaşık kırk dakika süren mülakatın aşama aşama konuya girilen, daha doğrusu yaklaşılan sürecinin bir noktasında, Signora Florinda ana soruyu birden yöneltti: “Bu kara­ra nasıl vardınız?”

Adam içini çekti, kendisine gereğinden fazla sürmüş gibi gelen bir sessizliğin ardından, dolambaçlı bir yol çizerek gerekçesini dile getirdi: “Fikir yıllardır, vatandaşınız Antonioni’nin Profession: Reporter filmini göreli beri, içimde, daha doğrusu dibimde bir yerde işli­yordu. Bilmem o filmi görmüş müydünüz, anakişiyi oynayan Jack Nicholson BBC adına Orta Afrika’dayken, geçici olarak aynı odayı paylaştığı bir petrol mühendisinin öldüğünü farkedince kimliğini onunkiyle değiştirir, bir bakıma geçmişinden kurtulmak ister...”

Sözün burasında, berbat bir gülümsemeyle araya girdi Signora Florinda: “Biliyorum ba­yım, o filmi ben de gördüm, ama unutmayın ki, bu seçimi yüzünden ötekinin hayatını yaşayacağına ölümünü yaşamıştı Signor Nicholson, sizi bu karara getiren tam nedir?”

Birdenbire çöktü adam, sırtını koltuğa yaslayarak bir sigara yaktı önce, ardından duvar­daki boş bir çividen kalma deliğe gözlerini dikerek birkaç kısa cümle kurdu:

“İçim ağrıyor benim. Kendimi bu kalıbın içinde bir daha düzelemeyecek kadar boşal­mış, yenik hissediyorum.”

Yılların verdiği deneyim, kadına daha fazlasını kurcalamak için neden bırakmamıştı- “Anlıyorum” dedi: “Pasaport fotoğrafları için üst kata çıkmamız gerekiyor.”

2

Yeni kimliği Elviro Guarçez ile dünyanın dört bir ucuna gidebilmek varken, biraz gü­lünç biçimde iki günden beri yeni vatanı sayılan, bugüne dek hiç görme fırsatı bulamadığı Portekiz’e gitmeyi seçmesinde aslına bakılacak olursa hiç şaşılası bir yan yoktu. Madrid üzerinden Lizbon'a yönelen uçakta, önlenemez bir susuzlukla üstüste buzlu viski içti; birazı, hiçbir vakit yenemediği uçak korkusundandı bunun, birazı da yeni durumunun ona sağladığı, kaynağını henüz bulamadığı, yitip gideceğinden çekindiği yaşama sevincinden geliyor­du. Bir ara, “artık ben değil de bir başkası olduğuma göre uçaktan korkmasam da olur her­halde” diye düşündü, etrafındakilerin farkına varacağı biçimde güldüğünü sezince bir an durakladı, ama uzun sürmedi bu, kendini gevşemeye bıraktı bütünüyle, hiçbir zaman böyle olmamıştı.

Jean-Didier Urbain’in, adını adresini vermeksizin Milano’daki acentaya da değinen ne­fis kitabı Yolculuk Gizleri - Yalancılar, Meydan Okuyucular ve Öteki Görünmez Yolcular çıkalı altı ayı geçmişti. Ben (kim miyim ben?), Pascal Bruckner’in 98 Temmuz’unda Le Nouvel Observateur'de yayımladığı övücü ama eleştirel tonlu yazısını okuduktan sonra kitabı edin­dim. Bir toplumbilimciydi Urbain, daha önce “bir kültürel uzam olarak mezarlıklar” üze­rinde çalışmış, bu kez konunun şehvetine kapıldığından mıdır nedir, enikonu dolantılı, lâ­fı uzatan bir anlatıma kendini kaptırmıştı.

fotoğraflar: E.B.
  
Öte yandan, yolculuk da böyle birşeydir özünde, hattâ yazmak da öyledir diyebilirim (sahi, kimim ben?), ne denli kestirmeden gitmeye çalışsanız boş çaba: Durmadan kaybolursunuz. Kayboldukları, ya da dolantılı yolları seçtikleri için kendilerine, kendilerine eşlik edenlere içerleyenlere rastlanır, oysa her yolculuğun çekirdeğinde bekler kayboluş dürtüsü, bilmediği görmediği yönleri nasıl bulur, tanır yoksa insanlar? Tanımak sözün ge­lişi ayrıca, oturduğumuz evleri, sokakları, şehri ne oranda tanıyabiliriz - belki kaybolma­yız artık, zamanla belleğimize kazılmış ama içerikleri kesinlik kazanmamış görüntüleri peşpeşe getirebildiğimiz, yön duygumuza, az çok da gövdemize yer etmiş refleks kırıntılarıyla hareket ettiğimiz için yolu kendiliğinden biliyoruzdur. Soralım bir de, aynamızın önüne geçip: Üst kattaki dairenin perdeleri ne renk, az ilerideki ayakkabı tamircisinin ya­nında hangi dükkân var, sokağımızda gece en geç ışığı sönen pencerenin arkasında kim oturuyor?

Urbain’in kitabının anasavı önemli: Yolculuk, bir çıkış noktasıyla bir hedef arasında, sonra da ters yönde yaşanan bir çifte-yer-değiştirme eylemine indirgenemeyecek denli çet­refil bir örgüye dayanıyor: Kişi, yola çıkarken, kendi kimliğinin sınırlarını zorlamaya, içe­riğinden uzaklaşmaya ya da taşmaya yöneliyor - yoldan çıkmak istiyor. Peki, görünmez ya da izlenmez olduğumuza bizi yolculuk yolculuğunda inandıran ne? Çarkımızın, devrida­imin, bizi gözetlediğini bile unutmuş, gene de bizi gözetlemeden edemeyen çevremizin sı­nırlarının ötesine geçiyor oluşumuz mu?

Elviro Guarçez, uçak Lizbon’a doğru alçalırken sızdığını farkederek heyecanla yerinde dikiliyor.


"Otuzbirci! Gel evlen benimle! Bitsin artık bu otuzbircilik. Sev beni."



Otuzbirci! Gel evlen benimle! Bitsin artık bu otuzbircilik. Sev beni.

Mastürbasyoncu! Mazoşist! Erkekliği kalmamış adam! 

Erkek penisinden yoksun adam! Penis yerine klitoris taşıyan adam!

... Pis solucan! Gerzek! Parlak solucan!


Tiksindiriyorsun beni! Deli ediyorsun! 

Birazdan göreceksin nasılmış benim düşmanlığım. 

Kendini karı tutmuş adam.

(f.p.)

Autoartures XXI (Fernando Pessoa)


Autoartures XX (Pessoas)


Arture 547,548,599: Fernando Pessoa


Otuz beş yıldır ayrılmadım Fransa'dan! Çalışma masamdan, defterlerimle kitaplarımdan ayrılmam kesinlikle olanaksız! Buna rağmen, dostumuz Pessoa'yı yirmi yıl sonra tekrar ziyaret etmeye karar verdim. Heybemi onun kitaplarıyla doldurup Lizbon'un yolunu tuttum. Olağanüstüydü!




Şölen üstüne şölen! Diyalog üstüne diyalog! Şimdi diyeceksin ki: 'Hepsini anlat bana! Hadi anlat! Acele et, hiçbir şeyi atlama, her ayrıntıyı istiyorum!" Sabırlı ol, gözlerini iyice aç, işte Lizbon’a ayak bastığım andan itibaren olup bitenler:

[...] Kimi metaforlar sokakta yürüyen insanlardan daha sahici. Kimi imgeler, kimi kitapların bitiminde, birçok kadından, birçok adamdan daha belirgin bir biçimde yaşıyor. Kimi edebi cümlelerin kesinlikle insani bir kişiliği var. Kaleme aldığım sayfalarda beni dehşetten donduran yüz hatlarına rastlıyorum, öyle insan görünüyorlar bana, öylece seçiliyorlar odamın duvarlarında, gece karanlıkta... (...) Yaşadığım gibi öleceğim, derme çatma bir kenar mahallede, her türlü döküntünün post-scriptum'ları arasında vücuda gelmiş o yerde. (...) Yaşamayı göze almaktansa yazmak daha iyidir, güneş varolduğu ve muzlar satıldığı sürece, yaşamak güneşte muz satın almaya indirgenmiş olsa da. (...) Olanaksız manzaralarımı ele geçirseydim eğer, olanaksızlardan ne kalırdı ki geriye? (...) Bugünlerde, parklarla, bahçelerin tadını çıkarıyorum doya doya. Bu kent bahçelerinin cevherinde nasıl bir sefalet, nasıl bir tuhaflık saklı bilmem, ancak kendimi iyi algılayamadığım zamanlarda algılayabiliyorum onu. Parklar birer kafes benim için, orada ağaçlarla çiçeklerin rengârenk oyunları içinde tam da tutunamamaya yetecek kadar yerleri var, kendilerine ait bir yerleri oradan çıkamamaları için, güzellikleriyse tam manasıyla hayattan yoksun oldukları için var. (...) Penceremden sarktığımda, görmeden baktığım sokağın tepesine tünemiş penceremden, pislik temizlemeye yarayan, kuruması için pencerelere asılan, sonra orada unutulan şu nemli bezlerden biri gibi hissettim aniden. (...) Uçsuz bucaksızca yalnız olmak ne iyi! Kendine çok yüksek sesle bir şeyler anlatmak, göze çarpan hiçbir şey olmadan dolanıp durmak, dalmak, iskemlede geriye kaykılmak, hiçbir çağrının bölemediği bir hayal içinde! O vakit uçsuz bucaksız bir çayırlık olur ev, bir oda koca bir parkın boyutlarına erişir (...]


Uyumuyorum, uyumayı umut etmiyorum.
Ölümde bile, umut etmiyorum uyumayı.

Chaosmos

Dünya üzerine, insan üzerine, metafiziği ilgilendiren sorunlar üzerine ileri sürülen grotesk, olağanüstü, derin binlerce kuram geçti aklımdan. Aklımdaki bu binlerce felsefeden hiçbir çift -sanki bunlar gerçekmiş gibi- uyuşmuyor. Sahip olduğum bütün düşünceler yazıya dökülmüş olsa, gelecek kuşaklar üzerine büyük bir sınama olmuş olurdu; ama aklımın o çok tuhaf karakteri nedeniyle, bir kuram ya da fikir beni etkiler etkilemez ortadan kayboluyor, sonra da hiçbir şey ama ne olursa olsun gerçekten hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu nedenle de hafıza öbür tüm yetilerim gibi beni bir rüyada yaşamaya itiyor.

...

"Pessoa kişilik taşımama ve hiçkimse olma radikal deneyimini yaşayan, bu deneyimin tam kalbinde "kendini her şey olarak düşleme", "her yönde, her şey olma" ve "duyumsama" olanağını keşfeden, bu basımın önsözünde alıntılanan Ömer Hayyam'la ilgili parçada okunduğu gibi, her anını "hem ardışık hem de dağınık iç dünya(sın)da yaşayan çelişkili bir düşünürdür. Her ne kadar bütün yaşamını kapsayan kurmaca denemesinde Pessoa estetik ve felsefi hareketler yaratma oyununu oynadıysa da, yarattığı düşünce ne tek kişiliğiyle belirlenmiş bir düşünürün, ne de sistematik bir düşünürün ürünüydü. Aslında felsefi düşünceleri, her şeyi sınırlı ve değişebilen açılarda düşünen, duyumsayan, yaşayan birden çok sayıda başka düşünüre aittir. Kesinlik karşısındaki korkusu, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu reddetmesi, onu her türlü etiketten kurtarır. Tam tersine, rastlantısal ve birbirine eklenmemiş görüleri, kimsenin içinden geçmediği bir labirentteki boşlukları, varolmayan yolların kıvrımlarını sunar, çünkü tıpkı Pessoa'nın düşsel kişiliği rahip Baldaya'nın "The way of Serpent"te muhteşem biçimde dile getirdiği üzere, bir serseri bütün yollardan ve konumlardan kaçınır.

Pessoa'nın felsefi çalışması, ahengi bozan fikirlerin kaotik kozmosunu, kaosmoz'unu (chaosmos) temsil eden bir muammadır ve felsefi ilgileri, sistematik tutarlılık sözü vermez."



Paulo Borges
Fernando Pessoa'nın Felsefi Denemeleri
Aylak Adam Yayınları
Çev: ümit şenesen


...

Budistlerin aşkın tanrıtanımazlığı

Budizm daha derinliklidir. Ruh için daha iyi bir tesellidir. Dört yüce hakikati korkudan titremeden okudum ama onların yüceliğinden çok etkilendim. Bütün dünyayı silip atmak, nirvana, acı değil teselli dünyası, ruh yok ona, özlem var. Rüyasız bir ölüm uykusu, kişiliğin sona ermesi -arzu edebileceğimiz daha iyi bir şey ya da isteyebileceğimiz daha derin herhangi bir şey yok. Yine de hoşlanmıyorum.


Bütün bir insan soyunu, bilinmeyen bir denizin ortasında dümensiz kalmış bir geminin yolcularıyla tayfaları gibi düşünebiliriz. Yaşam sürdükçe oyunu sürdürecekler, bir kesinlik olarak taşıdıkları ölüm karşısında belki yollarına çıkacak bir gemide daha iyi bir harita bulup kurtulma umudunu taşıyacaklar.


Demirin genleşme katsayısını gösteren rakamları bir yana bırakırsak,
 elimizde sadece demirin gizemi kalır.


Aklın sonu, düşünmenin usanmasıdır.


Din insan soyunun duygusal gereksinimidir. Akılcı bu gereksinimi duymayabilir ama başkalarının duyabileceğini kabul etmek zorundadır. Duygusaldır ama gereksinmedir de.


halk, aptal ve faydalı, acınası ve sevilesi


Kişilik kötülüğün mekanıdır; kalp acının tapınağıdır. 
İnsanların ölümsüzlüğünü istediğimizde onların iyiliğini değil kötülüğünü istemiş oluruz.


Bize bu yeryüzünde kötü bir sonluluk sunar, bunun da ötesinde, bize sonsuz bir acının tüyler ürpertici olasılığını gösterir. Pascal'ın ürpertisi bastırılamaz. En dogmatik kötümserlik bile bizi böyle bir korkuyla sarsamaz.


Ölümsüz yaşam düşüncesi korkunç değildir. Beden ve zihnin birarada olduğu bir ölümsüz yaşamı olsaydı, korkunç olurdu. Tek başına ruhun ölümsüz yaşamı korkunç değil, doğaldır ve mutlu eder.


Yaygın görüş bir Tanrı'nın varolduğunu kabul eder; doğrudur, ama bu, bütün insanlarda süregelen, (deyim yerindeyse) teoloji rastlantılarının kılığına bürünmüş Tanrı fikrinden başka bir şey değil. Hindistan'da Tanrı fikri başka ama sezgi aynı. Siyahilerde fikir başka, sezgi aynı. Aynı bedeni değişik biçimlerde kuşatan idraktır.


Düşüncelerin gözyaşları için değil, 
ama gözyaşlarının düşünce için çok derin olduğunu sık sık düşünürüm.

...