herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış
insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu."
1 Aralık 1931
Sıkıntıya meyilli bir insan olarak, bugüne dek sıkıntının tabiatı üzerine kafa yormamış olmam çok tuhaf. Ruhum iki arada bir derede, hani insanın canı ne yaşamak, ne başka bir şey ister ya, işte o durumda. Ve aklıma ansızın gelen bu düşünceyi kullanarak –sıkıntının ne olduğunu hiç düşünmemiş olmayı– hayal kuracağım, yarı-düşünerek, yarı-hissederek her zamanki gibi biraz zorlama bir şekilde, sıkıntıyı tahlil edeceğim.
Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey midir, gerçekten bilemiyorum. Sıkıntı sık sık musallat olur bana, ama bildiğim ve tespit edebildiğim kadarıyla belli bir kuralı yoktur. Bir pazar gününü hiç kıpırdamadan, zerre kadar sıkılmadan geçirebilirim; tam kendimi işe kaptırmışken, dışarıdan gelen bir bulut gibi aniden üzerime çöktüğü de olur. Sıkıntıyla sağlıklı olup olmamak arasında bağ kuramıyorum; benliğimin en görünür, açık bölümünde yuvalanan birtakım nedenlerden kaynaklandığını kabul edemiyorum.
Sıkıntı metafizik bir sıkıntının maskesidir, bilinmeyen, büyük bir hayal kırıklığıdır, hayatın penceresine hüzünle sürtünen sağır bir şiirdir demek – böyle ya da buna benzer şeyler söylemek sıkıntıyı renklendirir; tıpkı çocukların yaptıkları resimleri boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi, ama bütün bunlar, boş kelimelerin düşüncenin mağaralarında çoğalan yankılarından başka bir şey kazandırmıyor bana.
Sıkıntı... Benliğimizde düşünen bir şey yokken, düşünmenin yorgunluğuyla düşünmek; hisseden hiçbir şey yokken, hissetme kaygısıyla hissetmek; istemeyi reddeden hiçbir şey yokken, istememenin yarattığı bulantıyla istememek – hepsi sıkıntının içinde ama sıkıntı değil, sıkıntının birer açılımı ya da metaforu. Sanki ruhumuzun şatosunu saran hendeklerin üzerindeki köprü birden kalkıvermiş, ama şatoyla komşu toprakların arasında durup sadece bakmak mümkünmüş, karşıya geçmek imkânsızmış gibi hissetmektir sıkıntı. İçimizin en derin yerindeki bizlerin yalnızlığıdır, ama onunla aramızdaki şey de hayatla aramızdaki derin uyumsuzluğu kuşatan, en az bizim kadar durgun, pis sularla dolu bir hendektir.
Sıkıntı... Istırapsız ıstırap çekmek, istek olmadan istemek, akıl yürütmeden düşünmek... Bir olumsuzluk şeytanının eline geçmeye, var olmayan bir şey tarafından büyülenmeye benzer sıkıntı. Derler ki cadılar ya da beceriksiz büyücüler tasvirlerimizi yapar, sonra onlara eziyet ederlermiş, birtakım astral transferler sayesinde de o işkenceleri biz de etimizde duyarmışız. Bu imgeyi anlaşılabilir bir bağlama taşıyacak olursak, sıkıntı birtakım şeytanların periler diyarında yaptığı büyülerin üzerimizdeki zararlı bir yansıması gibi görünüyor, ama şeytanlar bir tasvirim üzerinde değil, tasvirimin gölgesi üzerinde çalışıyorlar. Benliğimin en mahrem gölgesine, ruhumun içinin dışına yapıştırıyorlar kâğıt parçalarını ya da iğnelerini saplıyorlar. Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın gölgesine benziyorum.
Sıkıntı... Çok çalışıyorum. Eylem yanlısı ahlakçıların toplumsal sorumluluk dediği şeyi yerine getiriyorum. Bu görevi ya da kaderi fazla zorlanmadan, pek hırgür çıkmadan sürdürüyorum. Ama kâh işimin ortasında, kâh gene ahlakçıların dediğine göre sapına kadar hak ettiğim üzere mola verdiğimde, ruhum birdenbire, zehirli kıpırtısızlığından taşıveriyor ve o an, yaptığım işten ya da dinlenmekten değil, kendimden usanıyorum.
Mademki kendimi düşünmüyorum, öyleyse niye kendimden usanıyorum? Hiçbir şey düşünmediğime göre başka neden usanabilirim? Muhasebe defterlerim ya da umursamazlığım yüzünden değersizleşen evrenden mi? Geleceği görme yeteneğine sahip ruhumda birdenbire özgün bir biçime bürünen evrensel yaşama acısından mı? Böyle yapıp da kim olduğunu bile bilmeyen bir varlığı yüceltmek neye yarar? Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde, midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.
Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan mahrum bıraktığımız derin ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını elinden aldığımız biz hüzünlü çocukların çektiği derin, büyük üzüntü. Belki de, kendisine kılavuzluk edecek bir ele ihtiyaç duyan, ama derin duyguların karanlık patikalarında, düşünememenin sessiz gecesinden, hissedememenin bomboş yollarından başka bir şey hissedemeyen varlığın kaygısı...
Sıkıntı... Tanrıları olan birini sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı, mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa kuşku bile imkânsızdır, o halde şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun kalır. Evet, sıkıntı budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini yitirmesi, düşüncenin, gerçeğe uzandığı kesin olan, var olmayan merdivenin eksikliğini duyması.
28 Eylül 1932
Sıkıntıyı, hiç başına gelmemiş olanların bile anlayabileceği bir dille tarif eden henüz çıkmadı. Kimilerinin sıkıntı dediği, aslında basbayağı bıkkınlık; ya da bir tür rahatsızlık; olsun olsun yorgunluk. Gerçi sıkıntı, sahiden de yorgunluğu, rahatsızlığı ve bıkkınlığı andırır, ama aradaki benzerlik suyla, bileşimindeki hidrojenin ve oksijenin benzerliği kadar. Su onları kapsar, fakat benzeşmez.
Çoğunluk sıkıntıyı böyle sınırlı, eksik bir şekilde tarif ederken, sıkıntıyı bir bakıma aşan bir tanım ortaya atan üç beş kişi de yok değildir: Bunlar, dünyadaki çeşitliliğin ve belirsizliğin uyandırdığı samimi ve tamamen manevi tiksintiye sıkıntı derler. Bıkkınlık denen, insanı esneten şey; bizi bir türlü yerimizde oturtmayan ve adına rahatsızlık denen şey; felç eden yorgunluk – bunların hiçbiri tam olarak sıkıntı değildir; ama sıkıntı, boynu bükük özlemin zincirlerini kıran, hayal kırıklığına uğramış arzuyu tekrar ayağa kaldıran ve ruhta gizemciyi ya da azizi doğuracak tohumu şekillendiren, her şeyin boş, değersiz olmasının derin anlamı da değildir.
Sıkıntı dünyadan bıkmış olmaktır sahiden de, yaşadığını hissetmenin rahatsızlığı, yaşamış olmanın yorgunluğudur; sıkıntı gerçekten de her şeyin haddinden fazla anlamsız olduğunu tende hissetmektir. Ama bütün bunların ötesinde, sıkıntı aynı zamanda var olan ya da olmayan başka dünyaların verdiği bıkkınlıktır; bir başkası olarak, bir başka şekilde, hatta bir başka ülkede bile olsa yaşamak zorunda olmanın rahatsızlığıdır; sadece dünün ve bugünün değil, ayrıca yarının ve eğer varsa sonsuzluğun ya da hiçlik sonsuzluk ise hiçliğin verdiği yorgunluktur.
Sıkıntının pençesine düştüğünde ruhu sadece, nesnelerin ve varlıkların boşluğu yaralamaz; nesneler ile varlıkların dışında bir başka şey daha vardır boş olan, onu bizzat ruhun boşluğu hisseder ve kendini de boşluk olarak duyar; o noktada kendiyle karşılaştığında bir tiksinti duyar, kendini reddeder.
Sıkıntı kaosun fiziksel olarak algılanması, kaosun her şey olduğu duygusudur. Esneyenler, somurtkanlar, yorgunlar, daracık bir hücrede tutsak hissederler kendilerini. Hayatın dar sınırlarından tiksinenler, eli ayağı bağlanıp daha geniş bir hücreye atılmış gibidir. Sıkıntının pençesindeki insan ise, sonsuz bir hücrede, anlamsız bir özgürlüğün tutsağıdır sanki. Sıkıntıdan esneyenler, rahatsızlığa ya da yorgunluğa boyun eğenler yıkılan hücre duvarlarının altında kalabilir. Dünyanın küçüklüğünden iğrenen insan, prangalarının kendiliğinden düştüğünü görüp kaçabilir; ya da zincirleri kıramadığına hayıflanabilir ve bu acıyla tiksinmeden kendini yeniden yaşayabilir. Ama sonsuz bir hücrenin duvarları bize mezar olamaz, çünkü yokturlar; ayrıca zincire vurulmamış olduğumuzdan, canımızı yakarak bize hayat verecek bir şeyden de yoksunuzdur.
Hiç ölmemecesine ölmekte olan akşamın huzurlu güzelliği karşısında hissettiklerim bunlar işte. Berrak ve derin göğe bakıyorum, bulut karaltılarına benzeyen belirsiz ve pembemsi şeyler var, uçarı, uzak bir hayatın incecik, elle tutulmaz tüyleri bunlar. Gözlerimi nehre indiriyorum, hafif bir ürpertinin yaladığı su daha derin bir gökten gelme bir maviyi yansıtıyor adeta. Gözlerimi tekrar göğe çeviriyorum, görünmez havada parçalanmaksızın tarazlanan belirsiz tonların arasında, sönmüş, sızlayan bir beyazlık salınıyor, sanki daha yüksek, daha aşınmış oldukları bir yerde, şeylerin de içinde bir şey varmış, o şeyin de kendine has, somut bir sıkıntısı varmış, şeyler gibi olamamasının, kaygıdan ve hüzünden ibaret, ele gelmez bir cisim olmasının sıkıntısı.
Öyleyse nedir? Derin havada, hiçbir şey olmayan derin havanın dışında ne var? Gökyüzünde, ona ait olmayan bir renkten başka ne var? Bu belirsiz katarlarda bulutluklarından şüphe duyduğum bulutlardan başka ne var, batmakta olan güneşin belirginleşen pırıltılarından başka ne var? Bütün bunların içinde benden başka ne var?Ah, işte budur sıkıntı, sadece bu. Var olan her şeyde –gök, yer, evren–, hepsinde sadece benim olmam!
Sıkıntının gerçek bir insana, kendimle olan ilişkimin ete kemiğe bürünmüş haline dönüştüğü noktadayım.
18 Eylül 1933
Sıkıntı için miskinlerin ya da işsizlerin hastalığı dedikleri sık sık kulağıma çalınıyor. Oysa çok daha karmaşık bir ruh hastalığıdır bu: Sıkıntı zaten meyilli olanlara musallat olur, üstelik sahici miskinlerden çok çalışanları ya da çalışır gibi yapanları (bu durumda bu ben oluyorum) sever.
Doğal Hindistanlarla, bilinmedik memleketlerle dolu iç hayatın sahici debdebesiyle, aslında iğrenç bir tarafı olmayan gündelik hayatın iğrençliği arasındaki çelişkiden daha kötüsü yok. Sıkıntının yükü, ortada miskinlik gibi bir bahane yokken iyice ağırlaşır. Çalışmadan edemeyenlerin sıkıntısı ise en beteri.
Sıkıntı, işsizliğin yarattığı isteksizlikten kaynaklanmaz, herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu. Ve bu şartlarda yapacak ne kadar çok işiniz varsa, çekeceğiniz sıkıntı da o kadar artar.
Kim bilir kaç kez, bunca zahmetle yazdığım defterden kaldırdığımda, başımdaki bütün dünyanın akıp gittiğini fark etmişimdir! Uyuşuk olmayı, hiçbir şey yapmamayı, yapacak hiçbir işimin de olmamasını çok daha fazla tercih ederdim, çünkü o zaman bu elle tutulur sıkıntının tadını çıkarabilirdim. Şu anki sıkıntımda ne huzur var, ne asalet, ne de var olma tiksintisine karışan o rahatlık: Yapmak zorunda bile olmadığım işlerin potansiyel yorgunluğunun yerine, sadece ve sadece, yapabilmiş olduğum işlerin sınırsızca yavaşlaması var.
Hayyam’ın sıkıntısı, ne yapacağını bilemeyen, aslında hiçbir şey yapamadığı ya da beceremediği için bu halde olan bir adamın çektiğiyle bir değildir. Öylesi, ölü doğmuş insanların ve kendini haklı olarak morfine ya da kokaine verenlerin sıkıntısıdır. Acem bilgenin sıkıntısı ise, bununla karşılaştırılamayacak kadar asil ve derindir. İyice düşünmüş ve her şeyin karanlık olduğunu görmüş; bütün dinler, bütün felsefeler üzerine kafa yormuş, nihayet Süleyman’ın lafına gelmiş bir adamın sıkıntısıdır onunki: “Gördüm ki her şey boşmuş, ruhun çektiği acılardan ibaretmiş” ya da şu öteki kralın –daha ziyade imparator demeli–, Septimus Severus’un, o da der ki:
“Omnia fui, nihil...” – “Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş.”
Hayat, demiş Gabriel Tarde, yararsızlıktan geçerek imkânsızı aramaktır; Ömer Hayyam da olsa böyle söylerdi.
Acem bilgenin içkiye kendini vermekte ısrar etmesinin nedeni budur. İç, iç! Pratik felsefesi böyle özetlenebilir. Neşesine neşe katmak için, neşe neşeye daha çok benzesin diye içen, ehlikeyif bir ayyaştan bahsetmiyoruz. Unutmak ve belki biraz daha az kendi olmak amacıyla içen, kırgın bir ayyaş da değildir Hayyam. O şaraba neşeyi, eylemi ve aşkı katandır; Ömer Hayyam’da en ufak bir enerji işareti, en ufak bir aşk cümlesi geçmediğini de gözden kaçırmayalım. Rubaiyat’ta incecik siluetiyle (nadiren de olsa) zuhur eden küçük Saki kesinlikle salt “şarap sunan genç kız” değildir. Şair, tıpkı bir şarap testisinin narinliğine vurulurcasına vurulmuştur onun endamına.
Neşe, şaraptan Başpapaz Aldrich gibi konuşur [...]
Sonuç olarak Ömer Hayyam’ın pratik felsefesi, haz arayışının dibe vuracağı kadar silikleşmiş, dingin bir Epikürcülüğe varır. Gülleri seyretsin, şarap içsin, ona yeter. Hafif bir meltem, havadan sudan bir sohbet, bir testi şarap, üç beş çiçek – Acem bilgenin en önemli arzu nesneleri bundan ibarettir işte, hepsi bu. Aşk insanı kışkırtır ve yorar, eylem dağıtır ve başarısızlığa götürür, kimse bilmeyi bilmez ve düşünmek her şeyi donuklaştırır. İşte bu yüzden kendi içimizdeki arzulardan ve umutlardan, faydasız dünyayı açıklama iddiasından veya aptalca onu iyileştirmeyi, yönetmeyi amaçlamaktan vazgeçsek daha iyi olur. Her şey hiçtir ya da Yunan Antolojisi’nde yazdığı gibi “her şey akılsızlıktan gelir”, üstelik bir Yunan, yani akılcı biridir bunu bize söyleyen.
*
Evet, sıkıntı, sanki Kader bana münasebetsizce bir iş ve bir bakıma, fazla mesai yüklemiş gibi. Sıkıntı; sanki yepyeni bir görev –iğrenç bir mütekabiliyet görevi- üstlenmiştim, komiktir ama bu bir ayrıcalık gibi verilmişti bana, kendime zorla yaptırtmak zorundaydım bu işi, üstelik Kader’e şükrederek. Sıkıntı vardı, evet, sanki hayatın sürekli değişen tekdüzeliği yetmiyormuş, buna bir de adı konmuş bir duygunun zorunlu tekdüzeliğini eklemek zorundaymışım gibi.
*
Ve yaşamaya mecbur kalmış olmanın bıkkınlığı...
*
Daha dünya bile kurulmamışken varolma gücümü çaldılar benden
*
Kalbimde huzurlu bir ıstırap var ve sakinliğim vazgeçişimdendir.
*
Hiç olmadığım o varlığa duyduğum sancılı özlem, varlığımın özüne sızdı.
*
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder