Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TANRISAL OĞLAN / Thomas Mann



Thomas Mann çocuklara ve genç erkeklere duyduğu eğilimi hiç saklamamıştır. İki oğlu Klaus ve Golo’nun da homoseksüel olması nedeniyle o bu konuyla kişisel ve toplumsal anlamda hep karşı karşıya gelmiştir. Gençlik yapıtından itibaren bunu Hanno Buddenbrook’un Kai Graf Mölln’e, Tonio Kröger’in Sarışın Hans Hausen’e duyduğu oğlan sevgisini, dahası Gustav von Aschenbach’ın güzel Tadzio’ya olan düşkünlüğünü öylesine kusursuzca tanımlanmıştır ki, sahip olduğu bir okuyucu kitlesinin büyük bir çoğunluğu bizzat yaşayarak veya henüz şekillenmemiş hayaller ve arzularla bu edebi figürlerle özdeşleşebilmiştirler — sanatın en basit etkisi ve bununla birlikte en kalıcı olanıda.

Thomas Mann'ın kişisel yaşantılarını yansıtmaya duyduğu eğilim, bir sonraki yapıtında daha büyük bir ölçüde artmış ve kendini yansıtan eleştirel Opus magnum’u için günlüğüne şu notu düşmüştür:

“Gözlemler”in benim homoseksüelliğimin bir ifadesi olduğundan hiçbir şüphem yok (17.9.1919)

O dönemde büyük bir hayranlık, hatta aşkla oğlu Klaus'un gelişimini izler ve on dört yaşında olan oğlu için şöyle söyler: "Oğluma aşık olmamın çok doğal olduğunu düşünüyorum." (25.7.1920). 

"Onu tümüyle çıplak gördüğümde, onun erkeklik öncesi parlak vücudunun yarattığı etkinin giderek bir sarsıntıya dönüştüğünü ifade eder (17.10.1920).

 Evliliğinde söz konusu olan heteroseksüel ilişkideki başarısızlığı ile ilgili kayıtlar çoğalır ve kadınsı olan her şeye karşı duyulan belirgin bir gerginlik gittikçe artar. Bayan bir dansçı için: "Sıkıcı hatta iğrenç. Böylesine kokuşmuş, zarif bir dişilikten sonra sokakta gördüğüm ilk genç adama daha çok hayranlık duydum" (23.3.1919). 

Bu gerginlik kendisini bir kez daha otuzlu yılların sonuna doğru, onu Washington'daki resmi çevrelerle tanıştıracak, saygın bir kişilik olan koruyucu Agnes E. Meyer’e karşı hissettirir. Eski günlüklerinde bu tür kaygılar şu soruda doruğa ulaşır: 

"Galiba dişiliğe hiçbir ilgim kalmadı" (25.7.1920)



 Bütün bunlar Thomas Mann’ın evlenmeden önce ve sadece ağabeyi Heinrich Mann’a anlattığı, kendisinden yaşça biraz küçük Paul Ehrenberg’le yaşadığı o coşkulu aşktan sadece on beş yıl sonra olur. Ancak ilerki yaşlarda, Doktor Faustus’da bu ilişki açıklanır ve Paul Ehrenberg, otobiyografik romanda yaşadıkları özel ilişkiyi sezdiren, natüralist ve karakteristik isim Rudi Schwerdtfeger olarak su yüzüne çıkar.

Thomas Mann’ı imparatorluk dönemindeki muhafazakârlığından koparıp onun demokratik bir liberalizmi benimsemesine neden olan Weimar Cumhuriyeti onun homoseksüelliğini de açığa çıkarır. Yapıtlarında cinsel arzularla ilgili daha açık seçik anlatımlara girer. Büyülü Dağ'da Pribiszlav Hippe’nin crayon'u (dolma kalem) henüz gelişmemiş ama leitmotif olarak vurgulanmış fallos sembolüdür. Sonra İncil’deki Joseph birçok kez, Potiphar’ın karısının çığlık atmasına neden olan feragat sahnesine kadar olağanüstü vücuduyla adeta tanrısal bir biçimde yansıtılır: "Onun gücünü gördü" Thomas Mann Lotte Weimar romanında Goethe’yi güçlü bir ereksiyonla uyandırır. Wiligis’in Gregorius’un (Seçilmiş), Kean Keaton'un (Baştan Çıkarılmış) ve Felix Krull’un cinsel arzuları kesinlikle fallosun etkisindedir. Hans Blüher’in Erkek Toplumunda Erotizmin Rolü adlı eserini Thomas Mann 1919’da okumuştur. "Tek taraflı, ama doğru" (Günlük. 17.9.1919) - o bu konuyu bir doktrine kadar vardırıyordu: homoseksüelliğinin aslında Alman dünyasına ait olduğunu. (Günlük, 12.7.1934).


DOSTLUK

fotoğraf: herber list


Dünya tarihi, doğa yasalarının aceleci biçimde unutulması ve “haz uçurumlarına” dalınması şeklinde değil, ilkel gereksinimlerin giderek artan biçimde gevşemesi olarak görülmelidir; insan, kökeninde gereksinimin zorlamasıyla sıkıştırılmıştı; teknikler ve bilgiler (tekhnai ve epistemai) ona bu zorlamaların elinden kurtulma ve onlara daha iyi karşılık verme olanağı sundu; giysi, dokuma, ev yapma öğrenildi. Ancak dokumacının emeği hayvan postu karşısında neyse, mimarın sanatı korunmak için girilen mağaralar karşısında neyse, oğlanlara duyulan aşk da kadınlarla ilişki karşısında aynı konumdadır. Kadınlarla ilişki, başlangıçta, türün yok olmaması için elzemdi.

Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...

*
Foucault

Sokrates



SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Sokrates! Nereden böyle? Sanırım yine avlanıyordun. Ama söylemeliyim ki Alkibiades'i geçenlerde gördüm, halen yakışıklı bir çocuk gerçi artık büyümüş, sakalları çıkmış.

SOKRATES: 

Ne olur ki? Hem Homeros'un insanın en etkileyici yaşının bu sakalların çıktığı dönem olduğunu söyleyen düşüncelerine katılmıyor musun?

SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki şimdi aranız nasıl?
Onun yanından mı geliyorsun? Sana nasıl yaklaşıyor?

SOKRATES: 

Aramız iyi. Bugün diğer günlerden de daha iyiydi. Çünkü bugün ilk defa tüm tartışmalarda benimle aynı fikirdeydi. Fakat ilginç bir şey daha var, bugün sürekli onun yanında oturdum ama çoğu zaman yanımda olduğunu bile unuttum.


SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki ne oldu aranızda? Hem burada ondan daha güzel bir delikanlıyla karşılaşmış olamazsın diye düşünüyorum.

*
Platon - Şölen'den
bir diyalog

*

Effeminatus


XIX. yüzyıl metinlerinde eşcinselin ya da ters ilişkide bulunan kişinin tipik bir portresi vardır. Davranışları, duruşu, süslenme biçimi, abartılı şıklığı, ayrıca yüzünün biçimi ve ifadeleri, anatomisi ve tüm bedeninin kadınsı biçimi gözden düşürücü bir betimlemenin içinde yer alır. Bu betimleme ise, hem cinsel rollerin tersine dönmesine, hem de bu durumun doğaya yapılan saldırının doğal bir damgası olduğu ilkesine gönderme yapar. İnsanın “doğanın kendisinin de cinsel yalana suç ortağı olduğuna”' inanası geldiği söylenir. Karmaşık bir tümevarım ve meydan okuma ilişkisi aracılığıyla fiili davranışların tekabül etmiş olabileceği bu imgenin uzun bir tarihinin yapılması gerektiği su götürmez.

Bu stereotipin son derece olumsuz yoğunluğunda, toplumlarımızın üstelik birbirinden farklı iki olguyla, yani cinsel rollerin değişmesi ve aynı cinsten olan kişiler arasındaki ilişkiyle bütünleşmesindeki kadim güçlüğü görebiliriz. Oysa, çevresindeki itici atmosferle birlikte bu imge yüzyılları aşmış durumdadır, bu imge, daha imparatorluk dönemi Yunan-Roma yazınında gayet güçlü bir biçimde belirginleşmişti. IV. yüzyılın anonim bir Physiognomonis’inin yazarının çizdiği Effeminatus portresinde bu imgeye rastlanır; Apuleius Lucius, Dönüşümler'de alay etliği Atargatis papazlarını betimlerken, Prusalı Dion Khrysostomos monarşi üzerine konferanslarından birinde sözünü ettiği aşırılık daimon'unu simgeleştirirken, Gpiktetos sınıfının arka sıralarından çağırıp kadın mı erkek mi olduğunu sorduğu güzel kokulara bürünmüş kıvırcık saçlı retorik öğrencilerine kaçamak atıflarda bulunurken”, Hatip Seneca çevresinde iğrenerek baktığı çöküş içindeki gençliğin portresini çizerken (“Efeminelerimizin yüreğini sağlıksız bir şarkı söyleme ve dans etme tutkusu sarıyor, saçlarını kıvırmak, kadın sesinin okşayıcılığıyla rekabet edebilmek için seslerini inceltmek, davranışların yumuşaklığı konusunda kadınlarla yarışmak, çok müstehcen şeylerin arayışı içinde olmak; İşte yeniyetmelerimizin ideali... Doğuşlarından itibaren gevşek ve sinirli olan bu gençler, isteyerek böyle kalıyor ve kendi ar ve namuslarıyla ilgileneceklerine, başkalarının ar ve namusuna saldırmaya hazır bulunuyorlar”) karşımıza çıkan yine aynı imgedir. Ama temel çizgileriyle bu portre daha da eskidir. Sokrates, Phaidros’taki ilk söylevinde, nazikâne bir biçimde gölgede yetiştirilmiş, boyalı ve ziynetler takan yumuşak oğlanlara duyulan aşktan söz ettiğinde aynı şeye değinir. Thesmophoria Bayramını Kutlayan Kanunlarda Agathon da bu görünümdedir, solgun bir ten, tıraşlı yanaklar, kadın sesi, safran rengi bir elbise ve fileyle tutturulmuş saçlarıyla belirdiğinde, karşısındaki muhatabı onun kadın mı erkek mi olduğunu düşünür.”

Bunda oğlanlara duyulan aşkın ya da daha genel olarak tanımladığımız biçimiyle eşcinsel ilişkilerin suçlanmasını görmek tamamen yanlış olur. Ama ortaya çıkanın eıkeklerarası ilişkinin bazı olası görünümlerine ilişkin oldukça olumsuz değerlendirmeler ve erkek rolünün saygınlık ve göstergelerine gönüllü olarak karşı çıkanların tümüne karşı duyulan güçlü bir iğrenme olduğunu kabul etmek gerekir. Erkeklerarası aşk alanı Antik Yunan’da, en azından modern Avrupa toplumlarına oranla çok daha “özgür” olmuş olabilir, ama yine de oldukça erken bir dönemde yoğun olumsuz tepkilerin ve uzun zaman sürüp gidecek olan dışlama biçimlerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir.

Cinselliğin Tarihi

Gymnasium'da Çıplaklık


 Thukydides iö 5. yüzyılda Lakedaimonyalılar hakkında şunları söylüyor:

"Beden hareketlerinde ilk soyunanlar, herkesin önünde giysilerini çıkartanlar ve yağ sürünenler de onlardı. Başlangıçta Olimpiyat Oyunları’nda yarışmacıların edep yerlerinde örtüleri vardı, buna ancak birkaç yıl önce son verildi."

Thukydides herhalde burada iö 448’de sona eren Pers Savaşları dönemini kastediyor, o dönemde kendisi henüz küçük bir çocuktu ve Platon daha doğmamıştı.


Platon da bir süre sonra, kızların sporunu itici bulanların “şimdi barbarların çoğuna utanmazca ve komik görünen şeyin, yani erkeklerin kendilerini çıplak göstermesinin, Yunanlılar’ın da öyle görünmesinin üstünden henüz çok zaman geçmediğini anımsamaları gerektiği görüşünü bildiriyor ve ekliyor: “Ve ilkin Giritliler, sonra Lakedaimonyalılar (Spartalılar) spor sahalarına çıktıklarında o dönemin tüm alaycıları, tüm bunlarla dalga geçerdi.”

İlyada ve Odyssea'da yarışmacıların giyinik olduklarını onaylayan bir tek Homeros değildir. Geç 5. yüzyıl siyah vazo resimlerinde de atletler, Pertioma, takarlardı, bu  bağ İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japon sporcuları tarafından takılmıştır ve bugün bile  "çıplak şenlikler" şenliklere katılan erkekler tarafından takılmaktadır.

 Yunan erkeklerinin atletik çıplaklığının arkaik bir töre değil, bir uygarlık ürünü olduğu gerçeği bir yana, Klasik Yunanlılar'ın erkek çıplaklığı gerçekten de ayıp yüklü müydü?, çıplak Yunanlı atletlerin kendi aralarında kaldıklarını, başka bir deyişle kadın cinsinden olanların antrenman ve yarışma yerlerine girmesinin kesinlikle yasak olduğunu saptamak, pek de önemsiz sayılmaz. Olimpiyat Oyunları’nda hazır bulunabilen biricik kadın Demeter Khamphyne'nin rahibesiydi. Bir mermer sunağın üzerinde yarışmaları izlemesine izin verilirdi. Bunun nedeni de elbette bir zamanlar şerefine doğurganlığı teşvik edici düğün koşusu olarak stadyum koşusunun düzenlendiği tanrıçayı temsil etmesiydi.

Ancak sıradan kadınların oyunları izlemesi yasaktı ve Pausanias'a inanılacak olursa, gizlice araya karışan ya da sadece yarışma yerinin yakınına gelen bir kadını Eleer’ler Tympaion’un yüksek ve dik bir kayasından aşağıya atmışlardı.

Ancak, Helen delikanlılarının bu sınırlı kamusal çıplaklığı, Elias'ın öne sürdüğü gibi, sorunsuz değildi.

Bir yandan penis başının çıplaklaştırılması, yani sünnet derisinin geri çekilmesi, anlaşıldığına göre son derece ayıptı ve bu yüzden sanatta bile penis başının hemen hemen hiç görülmemesi şaşırtıcı değildir: hatta erekte olmuş penis başı bile tamamen sünnet derisiyle örtülü kalır. Ama Gymnasium’da genital organları gelişmiş sünnet derileri doğal bir biçimde geri çekilmiş bulunan gençler, biraz daha büyük penis başlarını başkalarının bakışlarından korumak için iki teknik uygulamış gibi görünüyorlar. Ya sünnet derisini penis başının üstüne çekip önden bağlıyorlar ve böylece penis bir sosis ucu gibi görünüyor; ya da -sözlükbilimci Phrynikes’in betimlediği gibi-penis arkaya doğru kıvrılıp, yukarıya doğru bağlanıyor.

İlk yöntemin avantajı, pedofil ideale uygun olarak, genç erkeğin penisini daha çocuksu göstermesiydi, bu yüzden vazo resimlerinde de sünnet derisi genellikle çok uzundur, kimi zaman penisin yarı boyu kadardır. Öte yandan, terbiyeli bir çıplak atlet asla bacaklarını açarak oturmaz ya da edepsiz bir biçimde çömelmezdi. Böyle davranan biri, böylelikle Platon'un betimlediği gibi— kendisine bakan erkekleri cinsel tahrik etmek isteyen ahlakı bozulmuş biriydi. Satyrler de hep bacaklarını açmış bir halde resmedilir; uygarlaşmamış varlıklar olarak, dizginsiz cinsel azgınlığın ve terbiyesizliğin cisimlenişi olarak genellikle -Yunan sanatında ender rastlanan bir biçimde- cepheden görülürlerdi.

Aristophanes’in eski göreneğin avukatını konuştururken, bazı Atina yurttaşlarının hislerine tercüman olduğu kabul edilebilir:

 "Ve güreş meydanında, kumun üzerine dinlenmek için oturduklarında, edeplice / bacaklarını öne eğmeleri gerekirdi ki, ayıp yerleri dışarıda çevredekilere görünmesin / Ve ayağa kalktıklarında, kumdaki izleri özenle ortadan kaldırırlardı / çiçek açan biçimleri, kalıp halinde, kirli hevesleri uyandırmasın;” 

Oysa bugünlerde genç adamlar kendilerini şehvetli erkeklere sergiliyorlardı.

New York Kaosunda Bir Kouros (M.Ö. 600 - 575)

Aynı anda ayakta dikilen ve yürüyen bu heykelin ayakları hareket ile köklülük arasında sıkıca yerleşmiştir. Keskin kıvrımlı badem gözleri ve ten gibi pürüzsüz taşın üzerine öylesine güzel sıralanmış yumak yumak saçları var. Çıplak ama saç bandı ve boynunda düğümlenen boyunluk öyle zarif ki... Kesin çizgilerle vurgulanmış kasları, doğal değil ama erkek olmanın işareti. Cinselliğine vurgu yapılmamış ama tipik bir erkek. Elleri iki yanında serbestçe ya da hareket edecekmişçesine gergin duruyor, yoğun ve uzağa odaklanmış bakış ve dudaklarındaki hafif gülümsemeyle gözlerini dikmiş, arkaik sonsuzluktan bakıyor.


Nereye bakıyorsun, mermer adam? 

Riace Savaşçıları


Sol bacakları önde duruyor ve ağırlıklarını düz duran sağ bacaklarına aktarabilmek için gövdelerini hafifçe çeviriyorlar. Sol kollarında, üzücü şekilde bugün yalnızca şerit kulpları kalmış, hoplites’lerin kullandığı ağır kalkanı taşıyorlar. Sağ ellerindeki parmaklar, kayıp mızrağı kavrıyor. Başlarının çevrilmiş olmasının gösterdiği gibi, bir şeyler ikisinin de dikkatini çekmiş. Bu şekilde bakarsak, kardeş oldukları söylenebilir.




Ancak, çok yüzeysel bir bakış bile, bu savaşçıların çok az ortak gene sahip olduğunu gösterir. Ortak duruşun deli gömleği, erkeklerin birbirinden ne kadar farklı olabileceklerinin yalnızca temelini oluşturur.


A Savaşçısının, gergin yaşamı belli. Derisi, sıkı etini örtmekte. Kalçalarına bakın. Çıkık ve sıkı bir yuvarlaklığa sahip olmasıyla kalçaları, hayatı zorlu antremanlarla dolu olgun bir adam olduğunu gösteriyor. Sırım gibi bir genç olduğu günlerden bu yana geçen yıllar onu kesinlikle kalınlaştırmış ama bedeninin oyun sahalarında ya da savaş alanında çalıştıramayacağı bir gram fazlası yok. Durumundan gurur duyuyor: Sağlam dövüşçü duruşuyla olduğu kadar, akıcı kıvrımları ve gür sakalıyla da bu gururu sergiliyor. Bir şey dikkatini çekmiş ve bununla yüzleşmek için harekete geçmiş. Hiç kimse onların oraya baktığından kuşku duyamaz.

 

Hayat, B Savaşçısı’nı daha yavaş yıpratmış. Öyle ya da böyle kayıtsız, dünyada olup bitenlerin, onun dikkatine değer olduğundan emin değil. Bir süredir emin değil ve gymnasion’a gitmek harcayacağı zamana değer mi, ondan da emin değil. Biraz kilo almış ve eskisi kadar canlı hissetmiyor. Boş bir anında, gövdesindeki, ellerindeki ve ayaklarındaki damarların ne kadarını görebildiğini fark etmiş. Bir zamanlar sahip olduğu sıkılığı kaybetmiş. Eti incelmiş ve gevşek. Tıpkı saçı ve sakalı gibi... Hâlâ böbürleneceği bir sakalı olmasına rağmen onun da bir zamanlar sahip olduğu akıcılığı yok ve başının üstündeki buklelerden süzülen ter, çok daha kolayca kayıyor.




Venedik’te Ölüm’de Aschenbach, ataları hakkında:

“Ne derlerdi? Gerçekten, onların yaşantısından çok farklı olan,
 bu yozlaşmış yaşam için ne söylerlerdi?”


Antik Yunan'da Eşcinsellik - Maurice Sartre


Eşcinsellik eski Yunan'da öylesine belirgin bir özelliğiymiş gibi gözüküyor ki, bu tür ilişkinin kökenini belirtmek için "Yunan usulü aşk" bile deniyor. Oysa, ABD'de Kinsey, Fransa'da ise Pierre Simon raporları yayımlandıktan sonra, Yunanistan'da eşcinsel ilişkilerin sıklığı yüzünden şaşıran insanlar, bu ilişkilerin aslında eski Yunan'da sayı bakımından pek de olağanın üzerinde sayılamayacağını kabul etmek zorunda kaldılar. ABD'de de, Fransa'da da insanların yüzde 4'ü ile 5'i tümüyle eşcinsel olduklarını söylerken, kendilerini tümüyle heteroseksüel olarak tanıtanların oranı yüzde 50'yi geçmiyor. Yani erkeklerin neredeyse yarısına yakınının eşcinsel eğilimleri var, az çok düzenli ilişkiler kuruyorlar.

Çağdaş seksolojinin katkısına rağmen, Antik çağ tarihçilerinin çoğu, bilinçli ya da bilinçsiz, Eski Yunan uygarlığına duydukları hayranlık ile, aşağılık olduğu düşünülen bu eğilim karşısında hissettikleri tiksintiyi bağdaştıramıyorlar. Hiç değilse antik belgeler bu davranış biçimine karşı genel bir suçlamanın varlığını ortaya koysaydı, tarihçiler de Yunanlıların şerefinin paçayı kurtardığına inanabilirlerdi. Oysa gerçek hiç de böyle değil, hatta tam tersi. Bir eşcinseli yerden yere vuran on tanıklık varsa, güzel oğlanları ve sevgilileri göklere çıkaran en az onlarca metin bulunabileceğini yadsımak da olanaksız. Politika, sanat ve felsefe dünyasının büyük adları arasında, hiç değilse bir iki eşcinsel serüven yaşamamış bir tek kimse bile sayılamaz. Üstelik, Girit ve Eski Isparta başta olmak üzere, bazı Yunan kentleri de eşcinselliği resmen kabul edilen birer kurum olarak benimsemişlerdi.

Bunların sonucu olarak Eski Yunanistan'ın bir tür "gay" cenneti olduğunu, erkek eşcinselliğinin yalnızca toplum tarafından kabul edilmekle kalmayıp, yasalar ve kent tarafından da onaylanıp teşvik edildiğini söyleyebilir miyiz? Sorunu bu biçimde ortaya koymanın fazlaca bir anlamı yok. Yunanlılar eşcinsellik kavramını yargılama gereğini hiçbir zaman duymadılar; bu konudaki övgü ve yergiler ise, duruma göre, alayın kendisini değil, tek tek bireyleri hedefliyordu. Eşcinsellik toplumsal ilişkilerin sıradan verilerinden biriydi. İşte bu sıradanlık da tarihçiyi şaşırtıyor ve eşcinsellliğin Yunan toplumlarındaki gerçek yeri üzerinde düşünmeye zorluyor: Hoşgörülen bir sapıklık mı, eğitici bir kurum mu, hayata başlangıcı simgeleyen bir tören mi? Bu konuda tarihçiler kesin olarak bölünmüş durumdalar.

Eski Yunanistan'da eşcinsel ilişkilerin sıklığını kanıtlayan pek çok belge var. Günümüzdeki pornografik üretime benzetilebilecek, dolayısıyla eşcinselliğin toplum tarafından nasıl karşılandığı konusunda bize fikir veremeyecek olan yazılı belgelerin yanı sıra, çeşitli türdeki sayısız metin (yazıtlar, felsefe mektupları, etnografya alıntıları, yaşamöyküleri, mahkeme savunmaları) ve sayısız resim (özellikle vazoların üstündeki resimler, bazen de mezar taşlarındaki çizgiler) bu tür aşk ilişkilerinin sıradanlığını ortaya koyuyor. M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren seramik yapıtları bu ilişkileri yanılmaya olanak vermeyecek bir şekilde kanıtlıyor.

Şölen, aşıkların sevdikleri insanı baştan çıkarmalarını sağlayan başlıca ortamlardan biriydi. Yetişkin bir adam yanıbaşındaki daha genç arkadaşını okşamaya başlıyor; daha cesur olan bir başkası komşusunun cinsel organını ayağıyla dürtüklüyor; bir üçüncüsü başına destek olan genç bir adamın penisini yakalıyor. Beden eğitimi salonlarıyla gimnasium'daki sahneler ise bunlardan da daha çarpıcı. Genç çıplak atletlerin arasında, sakalları sayesinde hemen tanınan daha yaşlı erkekler (erastes), avcı rolünde; içlerinden biri, yeniyetme bir delikanlının çenesini, kalçalarını, penisini okşuyor, o da yüz vermiyor ya da çoğunlukla sesini çıkarmıyor. Bu takdirde sevilen genç (eromenes) aşığına sarılıyor, sonra da ilişkiyi ilerletiyor. Vazolarda genellikle yüz yüze birleşmelere rastlanıyor, ancak metinler sodominin de varlığını kanıtlıyor.

Bu apaçık sahneler Yunan tarihinin her döneminde yazılı metinlerde ve edebiyatta da doğrulanmıştır. M.Ö. VI. yüzyılda yaşamış olan ünlü Atinalı reformcu Solon "Bir oğlanın, bir kadının genç büyüsünden yararlanmanın" gerçek bir hazine olduğunu söyler. Yarım yüzyıl sonra Anakreon şöyle yazar: "İç dostum, (delikanlının) ince, yumuşak kalçalarının şerefine iç!" Aynı çağda yaşamış şair Megaralı Theognis ise oğlancılığı öven bir dizi şiir yazar, bu şiirler yukarıda sözünü ettiğimiz vazolardaki resimlerle kolaylıkla birleştirilebilir: "Genç adam, yanağın bu kadar yumuşak oldukça seni okşamaktan hiç vazgeçmeyeceğim, bu yüzden ölsem bile" (1327 - 1328. dizeler). "Gimnasium'a giden ve eve her dönüşünde güzel bir delikanlıyla uyuyan aşık ne mutlu!" (1335 - 1336. dizeler). M.Ö. V. yüzyılın sonunda IV. yüzyılın başında Sokratesçi ve Platoncu çevrelerde bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunların arasından yalnızca Alkibiades'in Sokrates'i nasıl tahrik etmeye çalıştığını anlatan ünlü metni örnek verelim (Platon, Şölen 217 a 129 e). Bir süre sonra, güzel delikanlının anısına yazılmış Helen yazıt şiirleri yüzlere ulaşır: Bir seçkide (Anthologie grecque, XII. kitap) bunlardan 250'si yayımlanmıştır.

Aynı dönemde, büyük tarihsel kişilerin, siyasetçilerin, heykeltraşların, yazarların, filozofların romana benzer yaşamöyküleri yazılmaya başlar. Bu kitaplarda Psistratos, Sophokles, Phidias, Sokrates, Platon, hemen hemen tüm Makedonya kralları da dahil olmak üzere, Solon'dan Büyük İskender'e kadar neredeyse tüm ünlü kişilere eşcinsel serüvenler atfedilir. Bu olayların gerçek olup olmadığı o kadar önemli değildir; önemli olan bu öykülerin sözü edilen kahramanları yermek için değil, aksine övmek için yazılmış olmasıdır!

Erkekler arasındaki bu aşklar ayrıcalıklı çevrelerde özellikle revaçtadır. Ama bu hak yalnızca onlara ait değildir. Aristophanes'in sahneye taşıdığı Attik yarımadasının küçük köylüleri de,  fırsatını bulduklarında, küçük bir köleye takılmaktan ya da güzel bir delikanlının cinsel organına hayran hayran bakmaktan geri kalmazlar.

Açık bir biçimde eşcinsel ilişkileri onaylayan bu tanıklıkların karşısına, bazen aynı kitaplardan yer alan tam ters kanıtları da koyabiliriz: Bunlar, bazı eşcinselleri, travestileri, erkek fahişeleri, kadınsı erkekleri -yine yadsınamayacak bir biçimde- eleştiren ve aşağılayan metinlerdir. M.Ö. IV. yüzyıldaki savunmalarda, karşı tarafı ya da bir tanığı karalamak için bu tür suçlamalara başvurulduğu görülür: Yani eşcinselliğin bir bakıma olumlu bir önyargıdan, hatta basit bir hoşgörüden bile yararlanamayacağı durumlar vardır.

Bölünmez bir cinsellik


Yunan Usulü Aşk



Yunanistan’da olsun, Roma’da olsun hiçbir zaman eş­cinsellik söz konusu olmadı. 'Eşcinsellik' sözcüğü 1869’da ortaya çıktı. ‘Karşıcinsellik' sözcüğü de 1890'da. Ne Yunan­lar, ne de Romalılar, eşcinsellik ile karşıcinsellik arasında hiçbir zaman bir ayrım gözetmemişlerdi. Birbirinden ayır­dıkları şey etkinlik ile edilginlikti yalnızca. Phalloa’u, yani erkeklik organını (faacinus), bedendeki tüm öteki delikler­den (flpintriaa) ayırıyorlardı. Oğlancılık Yunanlarda, toplu­ma kabul edilme kuralıydı. Pais ile arkadan birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi oğlan çocuğuna erkeklik aktarıyor­du. Arkadan birleşmek anlamına gelen Yunanca eispein fiili, Latince’de sözcüğü sözcüğüne inspirare (esinlemek) fi­iliyle karşılanır. Erkek sevgilisi, inspirator’a, yani kendi­sinden daha yaşlı vatandaşa kendini verir, buna karşılık ondan av eğitimi ve kültür alır, ikisi de savaş için gerekli şeylerdir. İnsan yaşamı tam anlamıyla, yani toplumsal, ti­cari, sanatsal yaşam, başka deyişle savaş, avı insanın oluş­turduğu bir avlanma edimidir.

Yunanlarda eşcinsel çiftte rollerin değişimi söz konusu değildir. Atina'da erkeklerin fahişelik yapması, bunu ya­pan kişinin vatandaşlık haklarını yitirmesine neden olu­yordu; aynı kişi politika yaparken yakalanırsa, ölümle ce­zalandırılıyordu. Bu, kadınların zina yapmasından daha yüz kızartıcı bir suç olarak kabul ediliyordu (kadınlara bu nedenle ölüm cezası verilemiyordu). Oğlan çocuklarının eş­cinsel dönemden geçmesinin işlevsel bir yanı vardı: Bunun amacı çocuğun, kadınların yaşadığı haremden bir erkeğin kollarında ayrılmasını sağlayarak onu haremin edilgin cin­selliğinden kurtarmak, böylelikle bir üretici (baba) ve bir vatandaş (bir erastes, etkin bir âşık, bir savaşçı-avcı) haline getirmekti. Kılların çıkması, farklı iki cinsel davranışın sı­nırını belirliyordu: Polis'in içinde yer alan kılları çıkmış delikanlılar, haremde sakalsız bıyıksız, edilgin olmanın karşıtını oluşturuyordu. Böylelikle Hermes örneğin, ya sakalsız ve cinsel organı sönük ya da sakallı ve cinsel organı sertleşmiş olarak canlandırılabiliyordu.


 Hiçbir erkek ve hiçbir kadın sakallı olana arzu duyamazdı. Sakallı olmayan güzeldi yalnızca. Yunanların kesinlikle değiştirilemez ola­rak kabul ettiği karşıtlık şuydu: bir yanda sakallı ve sarhoş erastes, öte yanda sakalsız ve ayık öpmen. Eşcinsel sevgiyi gösteren, elle tavşan avlama ritüeli (bu tören sonunda şim­diye kadar av olan, bundan böyle avcıya dönüşmüş oluyor­du) ile cinsel organı sertleşmiş sakallı erişkinin sakalsız olanın sönük cinsel organını sıvazlaması (her erişkin etkin­dir) ritüeli işte bu düşünceden kaynaklanır. Bu, erotik Yu­nan vazolarının çoğunun üzerinde gördüğümüz geleneksel iki senaryodur.

Oğlancılık geleneği Yunanistan’da harem ile polis'in karşıtlığından kaynaklanıyordu. Romalılar, haremin ku­rum olarak varlığından haberleri olmadığından, bu karşıt­lığı göremediler. Romalıların aşk anlayışı, Yunanların aşk anlayışından şu temel görüşlerle ayrılır: Gerıs’e özgü zevk Alemi; politik sözlü densizlik ile evin koruyucu hanımının aile bireylerinin (gentes) saflığını, dürüstlüğünü (castitas)
kollaması arasındaki karşıtlık; bir de kölelerin itaati (obaequium). Roma’nın cinsel ahlak anlayışı katıydı. Bu ahlak, erkeklerin kuralları uygulamasını ve kesin olarak etkin davranmalarını gerektiriyordu. Baba Seneca bunu, Konsül Quintus Haterius'a söylettiği şu özdeyişle özetler (Contro- veraiae, IV, 10): Impudicitia in ingenuo erimen est, in servo nt'ct'HHitdH, in liberto officium (özgür doğmuş erkek için edil­gin davranış suçtur; köle için mutlak görevdir; özgürlüğünü kazanmış kişi için efendisine karşı yerine getirilmesi ge­reken bir hizmettir). Baba Seneca, Quintus Hatorius’un bu özdeyişinin faententia) kendisine aktarıldığında, retorikçinin officium (hizmet) sözcüğüne yeni bir anlam yüklemiş ol­masının, İmparator Augustus’u çok hoşnut ettiğini de ek­ler.

Romalıların töreleri çok katıdır: Soylu bir erkek için, anal seks ve 'irrumatio’ edepli davranışlardı, oral seks ve anal edilginlik edep dışı sayılıyordu. Pedicare, anal birleş­me anlamına geliyordu. Oral seks ise, bu terimi seçen top­lum hakkında çok şey ifade eden modern bir terimdir. Kendiliğinden, zorlama olmaksızın emmek anlamına gelen feliare, bir Romalının anlayamayacağı bir edimdir. Irrumatio uygulamak, yani ağzına verip doyuma ulaştırıncaya kadar emmeye, hafifçe ısırmaya zorlamak, eşe ancak etkin olarak uygulanabilecek bir edimdir.

Bronze. 1st century CE. pompei

Seks ve Şehir Devleti




Antik Yunanlar zevk peşinde koşma yöntemleri olduğunu bildiğimiz ilk kültürdür. orgasmus kelimesinin "ıslaklıkla birlikte kabarma, heyecanlanma ya da arzulu olma" anlamında ilk cinsel kullanımını Yunanlılarda görürüz. Kendi adına zevk peşinde koşma, uygarlığın gözden kaçan ama tanımlayıcı bir niteliği olarak, Yunanların tiyatro, sanat, komedi, spor -ve seks- şampiyonalarında görülür. M.Ö 5. yüzyıldan kalma bir anonim sözde şöyle denir: "Önce şehvetli bir dokunuş olsun, oyun işten önce gelsin." Yunan tanrısı Merkür/Hermes'in pek çok rolünden biri masturbasyon tanrısı olmasıdır. Burgo Patridge A History of Orgies adlı kitabında şunları yazmıştır:

"Yunanların kültürü tamamen zevki metheden bir şarkıdır ve bu zevkin tabiatı yoğun ve maharetli bir tenselliktir. Her entelektüel seviyedeki insan, insani meselelerde duyusal tatmine dayalı materyalizmin oynadığı temel rolü oynar."

Onunla birlikte giden bütün sefalet ve kendini kırbaçlatmayla birlikte, Hristiyan "günah" düşüncesi daha formüle edilmiş bir kavramdı. O an için bütün bedenin ve zihnin suçluluktan uzak hoşnutluğunu sağlamak, en hafif meşrep olarak gelişmiş uygarlıkta yaşamanın ikramiyesiydi. Yine de bu durumu, aynı zamanda Yunanların hedonizminin açıklaması olarak abartmak kolaydır. Daha temel olan şey, Yunan hayatındaki dengeye, bir başkasının zevkini tahrip eden bir şeyin peşinde koşmayı önlemeye yapılan vurguydu. Örneğin, evlilik tensel tatlar adına fırsatlar temin ediyordu, fakat eşit dereceyle doğurmayla, kan bağının korunmasıyla ve çocukların uygun eğitimiyle de ilgiliydi. Yunanlar başıboş cinsel arzunun kimsenin seksüel tatminine yol açmayacağını ve değerli olan başka şeyleri tahrip edebileceğini pekala kabul etmekteydiler.


Öte yandan hala, hedonizmin her zaman geçici memnuniyetle bağdaşmadığı düşünülürken, denge kavramı garip seksüel fazlalığı da hesaba katmıyordu. Erkeğin yarı insan, yarı hayvan olduğu ve bu ikisinin çıkarlarının çatışabileceği farz ediliyordu. O yüzden , cinsel zevk iştahı kabul gören bir bağımlılıktı; alemler sosyal güvenlik supabı olarak görülüyordu ve Aristofanes'in bir komedisi, Liysistrata'da kocalarının savaşmasını durdurmaya çalışmak uğruna seks boykotu yapan Atinalı kadınlar vardı.

Üstelik orgazm iştahı salt erkeklere özgü sayılmıyordu. Yunan erkeği, kadının sadakatsizliği ve seksüel enerjisi olarak algıladığı dürtüden korkmaktaydı. Euripides'in The Bacchae adlı oyununda bu Yunan erkeği, kadınların şehvetle erkeğin dudaklarını dudaklarıyla kasten koparmasından korkar. Ergenlik çağındaki genç bakireler özellikle vahşi görülüyordu. Zamanın çok miktardaki tıbbi yazılarında, kadının seksüel faaliyetteki dürtüleri, erkeği baştan çıkaran zevk arzusundan ziyade doğuştan psikolojik bir itkiye bağlanıyordu. Fakat uygarlaşmış bir Yunan şehir devleti, bu tehlikeli seks açlığını kontrol altında tuttuğu müddetçe sebeb ne olursa olsun maddi çıkar değildi. Bu, tercihen ergenlikte gebelik, kalan her seksüel aşırılığı tedavi ettikten sonra, evliliğin gerekliği teşvik edilerek sağlanıyordu. Çifte güvence olarak da kadın eve kapatılır ve genellikle etrafı koruma köpekleriyle çevrilirdi.



Bununla birlikte, evlilik, aşk ve seks özellikle birbiriyle alakalı değildi. Evliliğin amacı bir erkek çocuk ve mirasçı üretmekti, fakat Yunan bir koca nadiren karısına bir yoldaş ya da bir seksüel lezzet kaynağı gözüyle bakardı. M.Ö. 600 yılları civarında Atinalı bir yargıç, Solon, evlilikle ilgili bazı cinsel yasalar çıkardı: Bu yasalara göre, bir kadına kocasından en azından ayda üç kez kocalık görevini yerine getirmesini talep etme hakkı tanındı; boynuzlanmış bir kocaya zinacı rakibini öldürme izni verildi. Fakat pratikte erkek ve kadının evlilikten sonra birbiriyle pek işi kalmazdı. Soylu bir erkeğe uygun rafine seksüel zevkler, birçok evlilik dışı yolla temin edilebilirdi. Fahişelik tam anlamıyla kabul edilen bir şeydi. (aynı Solon, şehir surlarının dışında sabit fiyatlı, devlet kontrolünde genelevleri kurumlaştırdı; tül giysiler içindeki fahişeler açıkça cazibelerinin tanıtımını yapıyorlardı), Fahişelerin çoğu, köle ya da savaş ganimeti olarak alınmış kadınlardı. Ayrıca, genel beklenti erkeklerin biseksüel ya da "iki elini de kullanan" kişiler olmalarıydı, ki bu durumun erkek adına fevkalade denebilecek erotik fırsatlar yaratacağı apaçıktı.

Bu erotik fırsatlar içinde pedofili de vardı. Ebeveynler rutin olarak küçük çocuklarının cinselliğinin esaslarını yaşlı erkeklerden öğrenmeleri için dolaplar çeviriyor ve çocukları baştan çıkmamışsa öfkeleniyorlardı. Aristophanes'in The Birds oyununda bir karakter diğerine bu suçlamayı yöneltir:
"Pekala, bu ince bir devlet meselesi, seni çapkın. Oğlumla Gymnasium'da, banyodan yeni çıkınca görüş ve onu öpme, ona tek kelime söyleme, ona sarılma, testislerine el bile sürme. Bizim bir arkadaşımız olduğunu farz et!"



Oğlanlarla Aşk

Jean Delville (1867-1955) The School of Plato, 1898


Michel Foucault, Kennet Dover'ın Greek Homosexuality isimli kitabından yola çıkarak Antik Yunan medeniyetindeki oğlanlarla "aşk"ı anlatıyor.

Satır başları:

Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı."

"Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi."


"Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor. "

"Cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanalılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana. "

"Eşcinselliğin Yunanlılar'da kabullenildiğini iddia etmek, tamamiyle saçmadır. "

Oğlanın, bir erkekle ilişkisinde, edilgen olduğu düşüncesini, 
Bir Yunanlı ya da Romalı çok zor kabullenebilirdi."

"Yunanlılar'da, oğlancılık üzerine Platon'dan Plutarkhos'a, Lukianus'a, vs., kadar uzanan eksiksiz bir teorik söylem var. .. bu söylemlerin varlığı, eşcinselliğe karşı, eylemde ve düşüncedeki hoşgörünün göstergesi olarak yorumlanmamalıdır..."


***

Atina'daki özgür oğlanın karşılığı, Roma'da bir köledir daha çok; Klasik çağın başında, onun değeri, gençliğin aldığı yaşam enerjisi ve şimdiden şekillenmiş görünümünden gelir, daha sonraki dönemdeyse alımında, gençliğinde ve bedenin tazeliğinde aranır. Reddetmeyi, mümkün olduğu kadar becerebilmelidir; elden ele dolaştırılmasına izin vermemeli ve karşısına ilk çıkan kişiye teslim olmamalıdır; özellikle de asla "bedavaya" gitmemelidir (her ne kadar para, ilişkiyi gözden düşürüyor veya onu ölçüsüz bir açgözlülükten malül kılıyor olsa da). Öte yandan, oğlanlara tutkun olanların da farklı farklı yüzleri vardır: Gençlik ve mücadele yoldaşı olarak, vatandaşlık erdemleri konusunda bir örnek oluşturarak, bilgeliğin zarif yol arkadaşı ve öğretmeni olarak. Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı.


Yunanlılar'da, eşcinselliğin serbest olduğunu düşünenlere de, Dover'la birlikte gülümsemeden edemiyoruz kuşkusuz. Bu tür bir tarih, basit yasak ya da hoşgörü kavramlarıyla yazılamaz, sanki bir yanda inatçı bir arzu, diğer yanda da onu baskı altına alan bir yasak varmış gibi. Gerçekte erkek cinsiyetini taşıyan insanlar arasındaki aşk ve haz ilişkileri, kesin ve iddialı kurallara bağlanmıştı. Doğal olarak, birini baştan çıkarmak ve ona kur yapmak da belirli bir biçimde gerçekleştirilmek zorundaydı. İlişkiye giren her iki tarafa da şeref bahşeden "temiz" aşktan başlayıp, zayıflık, gönül eğlendirme ve yaralanmış şeref gibi,  pek çok ara basamaktan geçerek, satın alınabilen aşka kadar uzayan ilişkiler arasında mükemmel bir hiyerarşi vardı. Yetişkin bir erkekle, bir oğlan arasındaki ilişkilerin üzerine parlak bir ışık düşerken, nüfuz sahibi sakallıların arasındaki ilişkiler karanlıkta kalıyor. Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi. Dover'ın tüm incelemesi, cinselliğe ilişkin Yunan deneyiminin, bizimkinden hangi noktalarda, en keskin hatlarda ayrıldığını gösteriyor. Bizim için asli ayrım (heteroseksüellik ya da eşcinsellik) nesnenin seçimi konusundadır; Yunanlılar içinse, öznenin konumu (etken ya da edilgen) ahlaki sınırı çiziyordu: Temelinde erkeksi olan bir etiketin bu kurucu öğesiyle bağlantılı olarak bakıldığında, eş seçimi (oğlan, kadın ya da köle) görece önemsiz kalıyor.




Dover, kitabının son sayfasında, geriye dönük olarak incelemesinin tamamını aydınlatan, belirleyici önemde bir noktayı ortaya çıkarıyor. Yunanlılar'da -ki bu, yalnızca Klasik Çağ için geçerli değil- cinsel davranış, bir kanun aracılığıyla kurallara bağlanmış değil. Ne sivil, ne dinsel, ne de "doğal" hiçbir yasa, neyin yapılması, neyin ise yapılmaması gerektiğini belirliyordu. Ve cinsel etik, buna rağmen bağlayıcı, karmaşık ve çok biçimliydi. Ama ancak techne'nin, bir sanatın olabileceği biçimde: kişinin kendisi ve kendi yaşamı ile ilgili bir kaygı olarak anlaşılan bir yaşam sanatı.

Oğlanlarla yaşanan haz bir deneyim tarzıydı. Dover, ayrıntılı bir biçimde gösteriyor bunu. Kadınlarla kurulan ilişkiyi çoğunlukla dıştalamıyordu bu ve o sınırlar içinde, diğerlerinden ayrılan özel bir duygusal yapının da, bir yaşam biçiminin de ifadesi değildi. Diğerleri gibi bir haz duyma olanağıydı daha çok: Belirli davranış biçimlerini ve yaşam tarzlarını, başkalarıyla kurulan belirli ilişkileri, tüm bir değerler bütünlüğünün kabulünü kapsıyordu. Ne dıştalayıcı, ne de geri alınamaz karardı; ama ilkeleri, normları ve etkileri, yaşam tarzlarının ta içine dek uzanıyordu. Şunu kabullenmek gerek: Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor.


Dover'ın gösterdiği gibi, cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanlılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana.

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk


Yunanlılar, insanın hemcinsine duyduğu aşkla öbür cinse duyduğu aşkı, bir biçimde farklı iki davranış türü olarak karşı karşıya getirmiyorlardı. Ayrım çizgileri böylesi bir sınırı izlemiyordu. Ölçülü ve nefsine hakim bir erkekle kendini kaptıran birini karşı karşıya getiren şeyler, ahlak açısından, insanın en gönüllü biçimde kendini verebildiği haz kategorilerini birbirinden ayıran şeylerden çok daha önemliydi. Ahlakın gevşek olması, insanın ne kadınlara ne de oğlanlara, bu iki durumdan biri öbüründen daha vahim olmaksızın, karşı koyamamasıydı. Tiranlık adamın, yani Eros adlı tiranın ruhuna girmesine ve onun tüm hareketlerini yönetmesine izin veren adamın portresini çizerken, Eflatun onu birbiriyle eşdeğer iki görünümüyle gösterir; bu görünümlerde, hem temel görevleri küçük görme, hem de hazzın genel coşkusunun boyunduruğu altına girme aynı biçimde belirir.

Yunanlılar biseksüel miydi? Eğer buradan, Yunanlıların aynı zamanda bir oğlanı ve bir kızı sevebildikleri ya da evli bir erkeğin paidika’larının olması ve gençliğinde, gönüllü olarak “oğlancı” eğilimleri olduktan sonra daha çok kadınlara eğilim duyduğu anlaşılıyorsa, onların, biseksüel oldukları söylenebilir. Ama eğer, bu çifte uygulamayı düşünme biçimlerine dikkat edilirse, erkelerin kalbini ya da iştahını paylaşan, iki tür “arzu” iki farklı ya da “rakip” dürtü duymadıklarını belirtmekte yarar vardır. İki cins arasında kullandıkları serbest tercih düşünülerek biseksüelliklerinden söz edilebilir, ama bu olanak, onlar için arzunun çift tarafında iki görüntülü ve “biseksüel” (iki cinsiyetli) yapısına gönderme yapmıyordu. Onlara göre, insanın bir erkeği ya da bir kadını arzulayabilmesini sağlayan aynı biçimde doğanın insanın (erkeğin) yüreğine, cinsiyetleri ne olursa olsun “güzel” olanlar karşısında duyması için yerleştirdiği iştahtı.

Yunanlılarda hetoreseksüel (karşı cinse ilişkin) bir aşkla eşcinsel bir aşk arasında bir ayrım yapılmamıştır.   

*

Oğlanları sevmek, yasalarca serbest (özel durumlar dışında olmasının yanı sıra kamuoyunda da kabul gördüğünden dolayı serbest)ti.  Dahası, bu uygulama kimi durumlarda (askeri kurumlar ya da eğitim kurumları) sağlam bir desteğe sahipti. Geleneklerde ve dinsel bayramlarda dinsel kefaletleri vardı. Onu korumak üzere Tanrılar çağrılırdı. Nihayet bu davranış kendini konu alan koca bir yazın ve mükemmelliğini yapılandıran bir düşünce tarafından değeri yüceltilen bir uygulamaydı. Ama tüm bunlara oldukça farklı davranışlar da karışmaktaydı; aşırı hafifmeşrep ve ya da çıkarcı oğlanların aşağılanması Aristophanes ve komedi yazarlarının sık sık alay ettikleri aşırı efemine erkeklerin değersiz görülmesi, Cinedes’inkiler gibi Callicles’in gözünde cüretkarlığı ve açıksözlülüğüne rağmen her hazzın güzel ve onurlu olmadığının kanıtı olan kimi utanç verici davranışların reddi de gözlemlenmekteydi.  Görünen odur ki, kabul görmesine ve sık rastlanmasına rağmen, bu davranış çeşitli değerlendirmelerle çevriliydi ve kendini yöneten ahlakın kavranılmasını zorlaştıran pek karmaşık bir değer verme aşağılama ikilemi de bu davranışın içinde yer alıyordu.

Biz sorgulama noktamızı, karşı cinse yönelmeyen bir isteğin tekilliğine yüklüyor; ve aynı zamanda bu ilişkilere, asgari bir değer verilmemesini ve ona kısmi bir statü yakıştırılmamasını olumluyoruz. Oysa, bunun Yunanlılarda çok farklı olduğu görülmektedir: Onlar daha güzel ve daha onurlu olana yönelen isteğin –kız ya da oğlan- arzulanan herkese yöneleceğini düşünmekteydiler; ama aynı zamanda bu isteğin, iki erkek arasındaki ilişkide yer alması durumunda özel bir tutum doğurabileceğini de düşünüyorlardı. Yunanlılar, asla bir erkeğin bir başka erkeği sevmesi için “başka” bir doğaya sahip olması gerektiğini varsaymıyorlardı.; Ama böylesi bir ilişkide hazlara, bir kadını sevmek söz konusu olduğunda gerekenden başka bir ahlaksal biçim vermek gerektiğini rahatlıkla kabul ediyorlardı.  Bu tür ilişkilerde hazlar haz duyanda mevcut olan garip bir doğayı ele vermiyordu; ama bu hazların kullanılması özel bir biçem bilgisini gerektiriyordu.

Michel Foucault

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk



Bir oğlan aşk ilişkisinin onunla partneri olma yaşını ne zaman geçer? Hangi yaştan itibaren bu rolü kabul etmesi kendisi için, bu rolü ondan istemesi de aşığı için uygun değildir? Bu belli bir sınırı izleyen erkeklik simgeleriyle ilgili, bilinen bir vicdan bilgisidir; sık sık aşılmasına rağmen, bu sınırın geçilmez olduğu söylenir ve bu yasağa uymayanlar kınanır; ilk sakalın bu yazgısal belirti olduğu bilinmektedir ve o sakalı tıraş edecek usturanın aşklar zincirini de kesmesi gerektiği söylenmektedir. Ne olursa olsun, yalnızca oğlanların değil, fazla yaşlı oğlanlarla görüşen erkeklerin de kınandığını belirtmek gerekir. Stoacılar sevgililerini uzun süre –yirmi sekiz yaşına değin- alıkoydukları için eleştirilirdi.     


Bir yandan insanı oğlanlara iten hareketin, güzel olanı saptıran her hareket gibi doğal olduğu kabul edilir. Ama bununla birlikte, iki erkek ya da aynı cinsten iki kişi arasındaki ilişkinin doğa dışı olduğunun olumlanması da az rastlanan bir durum değildir .

fotoğraf: Robert Mapplethorpe, 1983

Ergenlik dönemine ve bu dönemin sınırlarına gösterilen dikkat, çocuk bedeninden, onun özel güzelliğinden ve gelişiminin farklı belirtilerinden kaynaklanan duyarlılığın oluşmasında bir etken oluşturmuş, ergen fiziği çok ısrarlı bir tür kültürel değer verme konusu olmuştur. Yunanlılar, erkek bedeninin, ilk çekiciliğinden çok daha sonra da güzel olabileceğini biliyor ve unutmuyorlardı; klasik yontucu, yetişkin bedenini tercih eder. Ama cinsel ahlakta, özgün çekiciliğiyle “iyi haz nesnesi” olarak düzenli biçimde çocuk bedeni önerilir. Ve bu bedenin çizgilerinin, kadın güzelliğiyle yakınlığından dolayı değerli bulunduğunu sanmak çok yanlış olur.  Bu çizgiler, kendiliklerinden ya da oluşmakta olan bir erkekliğin simgeleri ve destekleriyle olan çakışmaları çerçevesinde değerliydiler: Kararlılık, dayanıklılık, coşku da bu güzelliğin birer parçasıydı: işte bunun için, bu alımın gevşeklik ya da kadınsılığa (efemineliğe) kaymamasının güvencesi olarak, idmanlar, jimnastik, yarışlar, av bu nitelikleri pekiştirirdi. Daha sonraları hatta antik çağda bile ergen güzelliğinin bir bileşkesi –hatta gizli neden- olarak görülecek olan kadınsı belirsizlik, klasik dönemde oğlanın sakınması ve korunması gereken şeydi. Yunanlılarda, oğlan bedenine ilişkin koca bir ahlaksal estetik vardır; bu estetik onun kişisel değeri ve ona duyulan aşkın açımlayıcısıdır. Fiziksel belirti olarak erkeksilik bu estetikte bulunmamak zorundadır; ama erken bir güç ve davranış vaadi biçiminde mevcut olmalıdır: Oğlan, henüz erkek olmasına rağmen erkek gibi davranmalıdır.      


Eros, insanları, hangi cinsten olursa olsunlar birleştirebilir. Eros ne zorunlu olarak eşcinseldir, ne de ille evliliğe özgüdür; ve evlilik bağıyla oğlanlarla ilişkinin ayrışması evliliğin aşkın gücü ve karışıklığıyla bağdaşmayacağında dolayı değildir. Fark başka yerdedir. Evlilik ahlakı, ya da daha belirgin olarak evli erkeğin cinsel etiği, oluşmak ve kurallarını belirlemek için Eros türü bir ilişkiye  (karı koca arasında bu tür bir ilişkinin olması çok olanaklı olsa bile) gerek duymaz. Buna karşılık, en güzel en mükemmel biçimini bulabilmesi için, bir erkekle bir oğlan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini tanımlamak ve ilişkileri içinde, hazları belirlemek söz konusu olduğunda, Eros’a gönderme yapmak gerekli hale gelir.     


Michel Foucault

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk


Onca uzun zaman ve onca sert biçimde mahkum edilecek olan erkeklerarası, ya da daha doğrusu oğlanlara karşı aşka Yunanlılar bir meşruluk tanımışlardı ve biz bu meşruluğu, onların bu konuda tanıdıkları özgürlüğün bir kanıtı olarak görmeyi pek severiz. Oysa, Yunanlılar, en katı sofuluklarının gerekliliğini, sağlık konusunda, kadın ve evlilik konusunda olduğundan çok daha fazla oğlanlara duyulan aşk konusunda dile getirmişlerdir. Kuşkusuz istisnalar dışında bu aşkı ne mahkum etmiş ne de yasaklamışlardır. Buna rağmen “tanımsız bir kendini tutma” ilkesi, Sokrat’ın cazibeye karşı eksiksiz direnmesiyle model oluşturduğu feragat ideali ve bu feragatin kendisinin yüksek bir ruhsal değere sahip olduğu teması, oğlanlara duyulan aşkla ilgili düşüncede dile gelmektedir. Yunan kültüründe ve oğlanları sevme konusunda, ilk bakışta şaşırtıcı gelecek biçimde ileride bu aşkı tam da bu ilke adına reddedecek bir cinsel etiğin belli başlı öğelerinden bazılarına rastlanmaktadır: Bunlar, aşk ilişkisinde bir uyumun ve bir karşılıklılığın gerekliliği, kişinin nefsiyle girişeceği güç ve uzun bir savaşımın yararı, yalnızca gerçeği çerçevesinde varlığın kendisine hitap edecek bir aşkın giderek arınması ve erkeğin istek öznesi olarak nefsin sorgulanmasıdır.

*

Eğer cinsel ahlakımıza biçim vermiş olan birkaç büyük temanın (hazzın kötülüğün tehlikeli alanına ait olması, tekeşli bağlılığın zorunluluğu, aynı cinsten partnerlerin dışlanması) kökenini bulmak istiyorsak, bunları yalnızca, Yahudi – Hıristiyan ahlakı diye adlandırılan kurguya bağlamamak, özellikle de yasağın zamansız işlevini ya da yasanın sürekli biçimini burada aramamak gerekir. Yunan felsefesi tarafından biraz erken öğütlenen sofuluk, zaman zaman, baskının tarihsel olarak çeşitli biçimlerine bürünen bir yasanın zamansızlığı içinde kök salmaz: O, ahlaksal deneyimin dönüşümlerini anlamak için, yasalarınkinden daha belirleyici bir tarih içinde yer alır: Bu, kişinin bir ahlaksal tutumun öznesi olarak oluşmasını sağlayan bir nefisle ilişkili biçiminin geliştirilmesi olarak ele alınan “etik”in tarihidir.    


Michel Foucault

Uyuyan Hermaphroditos & Uyuyan Faun



Uyuyan Hermaphroditos

Hermaphroditos, İ.O. dördüncü yüzyıldan itibaren kendisine tapınılan, Hermes ve Aphrodite’den doğmuş ikinci derecede bir tanrıydı. Pergamon’da bulunan büyük bir heykel bu tanrının daha ‘normal’ kült heykeli hakkında iyi bir fikir verir. Hermaphroditos’un nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bir mitolojik hikaye, tanrının çift cinsiyetliliğini onun nympha Salıuakis ile yaptığı şiddetli cinsel birlikteliğe bağlar (Oviditıs,Met. 4.285). Uyuyan Hermaphroditos heykeli bu her iki görüşten açıkça ayrılır. O ne bir kült ne de mitolojik bir figürdür. O, Dionysos sanatından alınan ve çift kentauroslar gibi kendi içinde bütünlük gösteren bir ‘çalışma’dır.


Hermaphroditos uzun helezoni şekilde kıvrılmış uzanan bir figürdür. Arkadan görünümü daha etkileyicidir ve asıl bakış, yönü de budur. Şüphesiz bu heykelin orijinal konumu için ayarlanmış olmalıdır. Arkadan görünüşteki oran ve biçimler bir kadına aittir. Heykeli ancak diğer yönden incelediğimizde figürün çift cinsiyeti meydana çıkmaktadır. Aslında bu Satyr’in oyunsu sürprizinden daha da çarpıcıdır çünkü seyirci uyuyan bir nympha gibi, dişi bir figür görmeye tam anlamıyla hazırlanmıştır. Ancak daha da kesin başka bir işaret daha vardır. Hernıaphroditos'un arkadan görünüşü, geç Klasik Dönem resminden bilinen Dionysos tarafından kurtarılan uyuyan Ariadne’ye (Pompeii’de ele geçen iyi kopyaları vardır) benzerlik gösterir. Bu sebeple seyirci sadece uyuyan bir bakkha figürü veya nympha değil, çıplak ve baştan çıkarıcı bir figür olan ve heykel şeklinde biçimlendirilmiş uyuyan Ariadne'yi bekler. Başın arkadan görünüşü bu beklentiyi daha da fazlalaştırır. Bu daha önce satyr gruplarında bahsettiğimiz [157-159] Hermaphrodıtos ve nymphalara benzeyen yeni Hellenistik ‘kız-satyr’ başlarından biri değildir. Bu son derece kaliteli, ideal bir Klasik kadın başıdır. Hem bir dişi kahraman beklentisi uyandırır hem de farkedildiği andan itibaren Hermaphroditos'un ‘karakterini’ belirginleştirir.



Figür hiç şüphesiz uyumaktadır ve büktüğü alt bacağı sıkıntılı bir uykuya işaret olarak yorumlanabilir. Bu açıkça, resimdeki Ariadne figürü için söz konusu bir durumdur. Halbuki yalnız gösterilmiş olan Hermaphrodıtos’un uykusunda rahatsız olabileceği tek şey cinsiyetidir. Çıplak Aphrodite’ler bağlamında gördüğümüz gibi antik dünyada kadının mı yoksa erkeğin mi en ideal erotik figür olması gerektiği tartışmalıdır. O dönemde fiziksel biçimden doğan ‘teknik’ sebepler çok önemliydi ve bu yüzden erkeklerin isteklerinin odağı sadece oğlanlar veya kadınlar olabiliyordu. Bu durumda bir anlamda cinslerin ütopik bir karışımı olan Hermaphroditos'ın kadın vücudu oluşu ve aynı zamanda erkek cinsel organlarına sahip olması doğal bir sonuç olmalıydı. Dişi cinsel organına sahip bir erkek vücudu her bakımdan ‘kaybetmiş' olur ve hiçbir yönden ilginç olmazdı. Beğenilen dişi vucut formunun fiziksel avantajları ile erkek cinselliğinin kabul görmüş ahlâki avantajları (akıl, ahlak, kültür) karşılıklı ölçülmüş olmalıdır. Uyuyan Hermaphroditos oğlan veya kadının mı daha erotik olduğu sorusunu kendine konu etmiştir. (Erkek) seyirci kadın figürünün arkadan görünüşünden etkilenecek ve sonra figürün diğer tarafından dolaşınca daha farklı bir etki altında kalacaktır. O halde heykelin amacı seyircinin erotisizmle ilgili yarı ciddi yan şakacı bir düşünce içine girmesini sağlamaktır.



Plinius, sadece bir Hermaphroditos’dan, Polykles adlı bir heykeltıraş tarafından yapılan hermaphroditus nobilis'ten söz eder (NH 34.80). Nobilis burada ‘onurlu manâsında olabileceği gibi olasılıkla Plinius’da sık sık rastladığımız ünlü, bilinen manâsında kullanılmış olmalıdır. Uyuyan figür kopyalar yoluyla tanınan tek önemli Hermaphroditos’dur. Dolayısıyla Plinius tarafından sözü edilen heykel bu olabilir. Bu heykel yeterince çarpıcı oluşuyla, hem ‘ünlü’, hem de yeterli ciddiliği ile ‘onurludur. Polykles, oldukça iyi bilinen bir Atinalı heykeltıraş ailesinde sık sık karşımıza çıkan bir isimdir ve Plinius’un hangisinden bahsettiği açık değildir. Bu ad, Plinius’un çoğunluğu Klasik ve erken Hellenistik heykeltıraşlardan bahsettiği alfabetik bir liste içinde yer alır. Bu durumda adı Polykles olarak genellikle önerilen ve kendileri hakkında daha çok bilgiye sahip olduğumuz iki ikinci yüzyıl heykeltıraşı saf dışı kalır. Plinius tarafından bahsedilen hermaphroditus nobilisı yapan heykeltıraş büyük ihtimalle erken Hellenistik veya üçüncü yüzyılda yaşamış bir Polykles’tir.




Uyuyan Faun 





Barberini Faun’u da uyuyan bir figürdür ve kimliğinin belirlenebilmesi için incelenmesi gerekir, ilk bakışta tahrik edici bir duruşta uyuyan genç, incelendiğinde kulakları ve oturduğu hayvan postu sayesinde bir satyr’e dönüşür. Kayalık bir alanda yatar vaziyette gösterilen figürün ormanlık bir yerde sarhoş olup uykuya dalmış olduğunu düşünebiliriz. Figür Uyuyan Hermaphroditos’dan çok farklıdır. Hermaphroditos tam anlamıyla kibar sanatsal bir figürdür ve karmaşıklığı, gizliliği belirtir. Faun’un yığılmış yaygın vücudu rahatlamış, doğal, açık ve yapmacıksız bir tavır ifade eder.

Roma'da Eşcinsellik

Çoktanrılı Antikçağ'ın sonuna doğru, çilekeş ve mistik filozof Plotinis''in dileği, gerçek düşünürlerin "oğlanların ve kadınların güzelliğini küçümsemesiydi". "Bir oğlanı ya da bir kadını sevmek": Bir erkeğe yönelik bu deyim, eskilerin dilinden düşmezdi. İkisi de aynı anlama geliyordu, biri için ne düşünülüyorsa, diğeri için de aynı şey düşünülürdü. Çoktanrılıların eşcinselliğe hoşgörü gösterdiği yolundaki inanış doğru değildir. Onlar bunu ayrı bir sorun olarak görümüyorlardı o kadar.

Ne hayvanlar, ne ölüler, ne de tanrılar

Eskiler erkeğin kendi cinsine olan tutkusunu, tıpkı aşkı, fahişeleri, ve evlilik dışı ilişkileri eleştirdikleri gibi eleştirirlerdi; en azından aktif eşcinsellik için bu böyleydi. Bu konuda bizimkilerden tümüyle farklı üç ölçütleri vardı: Aşkta özgürlük ya da yalnızca evlilik, aktiflik ya da pasiflik, özgür yurttaş ya da köle. Bir insanın kölesiyle aktif bir ilişki kurması masumane bir davranıştı; en sert censor'lar bile bu derece önemsiz bir sorunla uğraşmazlardı. Buna karşılık, bir yurttaşın aşağılık bir biçimde pasif ilişkiler kurmaya yeltenmesi korkunç bir suçtu.

Erkekler arasındaki bazı yakınlıkları doğadışı olarak niteleyen Apuleius, eşcinselliği değil, aşağılanmayı ve yapaylığı kınar. Çünkü eskiler bir şeyin doğadışı olduğunu söylediklerinde, bu, onun korkunç olduğu anlamına gelmez, yalnızca toplumsal kurallara uygun olmadığı ya da yapmacık, yapay, bozulmuş olduğu anlamına gelir; o dönemde doğa, gerek toplum olarak, gerek bir tür ekolojik ideal olarak insanın kendi kendisine egemen olmasını, kendi kendisiyle yetmesini hedefler: Doğanın uygun gördüğü az şeyle yetinmesini bilmek gerekir. Bu nedenle, erkeklerin kendi cinslerine duyduğu tutku karşısında da iki ayrı tavır görülür.

Hoşgörülü çoğunluk bunu normal karşılarken, politikacı ahlakçılarsa kimi zaman, tüm diğer cinsel zevkler gibi yapay bulurlar.

Hoşgörülü çoğunluğun iyi bit temsilcisi olan Artemidorus, bir erkek için "normlara uygun ilişkileri" (bunlar kendi sözleri) şöyle sıralar: Eşiyle, metresiyle, "kadın ya da erkek kölesiyle" (yine de bir kölenin insanın içine girmesi iyi değildi: Bu bir saldırıdır ve kölenin efendisini küçümsediğini gösterir") kurduğu ilişkiler, bir erkek için doğaldır. Doğadışı ilişkiler ise şöyle sıralanır: Hayvanlarla, ölülerle ve tanrılarla kurulan ilişkiler.

Siyasi düşünürlere gelince, bunların bir bölümü bazen tüm cinsel ilişkileri reddederdi, çünkü her türlü tutkunun, eşcinsellik olsun olmasın, denetlenemeyeceğini ve asker yurttaşı yumuşatacağını düşünürlerdi. Onların ülküsü, hangi tür olursa olsun, zevke karşı zafer kazanmaktı. Platon, ütopik bir kenti yasalarını oluştururken, doğaya uygun görmediği için oğlancılığı yasakladığında, doğayı yalnızca ikinci derece bir kanıt sayıyor, aslında yumuşamaya ve tutkudan kaynaklanan çılgınlığa karşı savaşıyordu. Amacı yalnızca kadınların sevilmesini emrederek tutkuyu "doğru doğaya" yöneltmek değil, yalnızca üremeye yönelik cinselliğe izin vererek her türlü tutkuyu ortadan kaldırmaktı (gerçekten de bir kadına aşık olunabileceği aklına bile gelmemişti). Oğlancılıkta doğaya karşı olan şey, insanın yakılmasına neden olacak bir anormallik değil, sadece oburluk gibi ahlaki bir kusurdu; ekolojik olmayan bir yapaylıktı.

Kısacası metinlerde "doğaya karşı" sözcüklerini bulmak yetmiyor; Antik çağın bu sözcükleri hangi anlamda kullandığını da anlamakla gerekiyor. Platon'a göre doğaya karşı olan eşcinselin kendisi değil, yaptığı hareketti. Bu ikisi arasında önemli bir fark var. Bir oğlancı bir canavar değildi, yalnızca zevkin evrensel güdüsüyle hareket eden bir ahlaksızdı. Oğlancılara karşı duyulan o neredeyse kutsallaştırılmış dehşet o zamanlar yoktu.

Cladius, Horatius, Dominitianus...



Kısacası aktif eşcinsellik Yunan ve Roma metinlerinde sıkça rastlanan bir eğilimdi. Catulllus bu alandaki yiğitlikleriyle övünürdü, Cicero da kendisine katiplik yapan kölesinin dudaklarından çaldığı öpücükleri uzun uzun anlatırdı. Herkes zevkine göre kadınları, oğlanları ya da ikisini birden seçiyordu. Vergilius yalnızca oğlanlardan hoşlanırdı; imparator Claudius sırf kadınları severdi; Horatius ise iki cinse de taptığını söylerdi. Şairler korkunç imparator Domitianus'un genç gözdesini, XVIII. yüzyıl yazarlarının Pompadaur Markizi'nden söz ettikleri gibi rahat rahat anlatırlardı. İmparator Hadrianus'un gözdesi Antinoos'a genç yaştaki ölümünden sonra resmen tapılmıştı. Tüm okurlarına seslenebilmek isteyen Latin şairleri kendi eğilimleri ne olursa olsun, her tür aşktan söz ederlerdi; hafif edebiyatın  gözde temalarından biri de, iki aşk türünü kendilerine özgü özelliklerini sıralayarak karşılaştırmaktı.

Warren Cup