Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: Heidegger'den Sartre'a



"Önümüzdeki kış buraya gelebilseniz ne kadar güzel olur. Küçük dağ evimizde birlikte felsefe yapabilir, Kara Ormanlarda kayağa gideriz."






  Freiburg, 28 Ekim 1945

  Çok Sevgili Mösyö Sartre

  Ancak birkaç haftadır sizden ve kitabınızdan söz     edildiğini duyuyorum. Sağolsun Mösyö Towarnicki   Varlık ve Hiçlik adlı kitabınızı buraya bıraktı, ben de   hemen üstünde çalışmaya koyuldum. İlk kez benim   çıkış noktası olarak aldığım alanı derinlemesine   sınayan bağımsız bir düşünürle karşılaşıyorum.   Kitabınız felsefemi doğrudan nasıl kavradığınızı   gösterdi bana, böylesine daha önce rastlamamıştım   doğrusu. Sizinle temel sorunların aydınlatılmasını   sağlayacak, verimli bir tartışmaya girebilmeyi çok isterim. Bundan yirmi yıl önce Varlık ve Zaman'ı yazdıktan sonra, hala aynı sorunla karşı karşıyayım; şimdi birçok şeyi daha açık ve daha yalın bir biçimde görüyorum; birçok yanlış anlama ortadan kaldırılabilir.

"İle-olmak" eleştiriniz ve "öteki-için-varlık" üstündeki ısrarınız, aynı zamanda kısmen de olsa ölüme getirdiğim açıklamaya getirdiğiniz eleştiri konularında sizinle aynı kanıdayım. Varlık ve Zaman, en azından onun yayımlanan hali bir yoldan başka bir şey değildir; Temellendirmenin Neliği Üstüne' de yalnızca ucundan yakalayabildiğim asıl sorun orada ortaya konmamıştı hiç de. Kitabınızın giriş ve sonuç bölümleri benim için çok heyecan verici. Bununla birlikte, bu sorunları şimdilerde tarihle, özellikle de bugüne dek Platonculuğun egemenliğinin bütünüyle kapladığı Batı düşüncesinin başlangıcıyla özgün bir ilişki halinde düşünüyorum. Yakın zamanda daha geniş çaplı çalışmalarımı yayımlayabileceğimi umuyorum. Kitabınızın bana ait bir nüshasının bulunmasını çok isterim; o zaman bambaşka biçimde çalışabilirim. Çünkü sizinle birlikte düşünceyi tarihteki temel bir olay olarak sınanabilecek konuma getirmek adına -bu da bugünün insanının varlıkla özgün bir ilişki kurmasını sağlayacaktır-, bazı önemli sorunlar konusunda düşüncelerimi dile getirmek arzusundayım.

Önümüzdeki kış buraya gelebilseniz ne kadar güzel olur. Küçük dağ evimizde birlikte felsefe yapabilir, Kara Ormanlarda kayağa gideriz. Baden-Baden' de buluşma düşüncesi beni zaten sevindirmişti; ama Mösyö Towarnicki'nin pek anlayışlı ve coşkulu çabalarının gösterdiği üzere, buluşmamızın çok daha verimli geçeceğini umabilirim. Aslında söz konusu olan şey dünyanın içinde bulunduğu anı tüm ciddiyetiyle kavramak, onu partizanlığı, moda akımları ve okul tartışmalarını hesaba katmadan söze taşımak- iş ki varlığın zenginliğinin temel hiçlik içinde ne kadar derinlerde barındığını anlamamızı sağlayacak asıl deneyim canlansın.

Sizi gerçek bir yol arkadaşı olarak selamlıyorum

Sevgiyle

m.h.

Büyük kitabınız kesinkes Almancaya çevrilmeli.

Fransızcadan çeviren: Orçun Türkay

Sartre


Sartre'ın 1967’de Radio-Canada’ya verdiği söyleşi.
çeviri: Siren İdemen - Kerem Eksen

*
Değişen Sartre için bak:

Some of these days,Oh, you'll miss me honey

SARTRE |- Hiçbir zaman edebiyatı dünyaya katılmışlıktan başka bir biçimde anlamadım. Eğer dünyadan kaçarsa, hiçbir önemi kalmayacaktır edebiyatın.

Kendimi bağımlı bir edebiyatla sınırladığım için sık sık kınayanlar oldu beni. Edebiyat eğer her şey değilse, hiçbir şey değildir. Her zaman, sırası geldiğinde, tabii kendine özgü koşulları içinde (ki bunlar çok çeşitlidir ), herşeye tanıklık etmesi gerekir. Öyleyse söz konusu olacak olan «bağımsız» bir edebiyat değil, köklü olarak dünyanın içinde olan, dünyaya katılmış bir edebiyattır.

— Ama gene de, Bulantı’daki, Some of these days Proust'un Vinlenil’inin küçük bir cümlesine çok benziyor.

SARTRE. - Bu, daha başlangıçta, savaştan önceydi. O zamandan bu yana çok geliştim. Seferberlikten bu yana, deneylerim gittikçe daha toplumsal oldular.

Edebiyatın güdümlü, ya da güdümsüz diye adlandırılmasının o kadar önemi yoktur. Edebiyat güdümlü olmak zorundadır. Çağımızda, insanlığın bütünlüğü kaçınılmaz bir gerçektir. Bir atom savaşı sonunda ölme tehlikesini engellemek için, çabalarımızı birbirine uydurmalıyız çünkü. Şüphesiz bu söylediklerim, Leonov’un başarılı bir biçimde özetlediklerinden daha az iyimser, ama belki de çok daha ciddidir. Bu, yazarın oturup hep atom savaşından söz açması demek değildir. Ama, fare gibi ölmek istemiyen bir yazarın, kuşlar hakkında şiirler yazmaktan haz duyduğunu söylerken, içten olamıyacağı anlamına gelir. Yazar, çağını şu ya da bu biçimde yansıtmak zorundadır çünkü.

DEĞİŞEN SARTRE






İlk Sartre’ ya da ‘genç Sartre’ ama öncelikle Bulantı’nın ve Varlık ve Yokluk’un Sartre’ı. Gençliği sadece bir dönem olarak almamak ve çok ileri yaşlardaki yankılanmalarına kulak vermek koşulu ile. İlk, dolayısıyla genç Sartre, antihümanist, iyi insan söylencesine kapılmayan radikal ve karamsar Sartre, hâlâ Bergsonizmine ve Gidizmine takılı ama onlardan kopmaya çalışan Sartre. Nietzsche ve Celine’in hiç aklından gitmediği ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen anarşist ve salt
 erkinlikçi Sartre. En kutsal vergisi olan kendine ihanet eden Sartre, öncesinin Sartre’ı; Eleştiri döneminin henüz lerici büyün bilinci olmamış Sartre -şu işe bakın ki o, ona yakıştırıldığı gibi totaliter bir entelektüel değildir, bunun tam zıddı olduğu görülmüştür: Totalitarizm karşıtı Sartre; bir özgürlük sergüzeşti; kötümserliğinden, antihümanistliğinden ötürü, bu antihümanistliğinin felsefi ve siyasi bütün sonuçları azıcık göz önüne alınsa, düşünmek, sorunsallaştırmak, zorbalığı; faşizm ve Stanlinizm de dahil her türlü zorbalığı yadsımak için en iyi donanmış entelektüellerden biri olurdu.


1940 yılı.

Bu, tam tamına Nazizim değil ne Fransa’nın bozguna uğraması ve toplu göç, ne Paris sokaklarındaki sarı yıldız, ne de riski, heyecanı ve pişmanlıklarıyla Direniş ama 1940’ta, Treves tepelerinde Stalag XII D.’de, daha yavan, özellikle de daha tuhaf bir biçimde geçen yedi aydır.

John Gerassi’ye içini dökerken söylediklerini dinleyelim: “Ecole Normale’den beri bir daha tatmadığım bir tür ortaklaşa yaşamı Stalag’ da yeniden buldum”; ‘kampta’ hoşlandığım ‘kitlenin bir parçası olma duygusu’ idi; ‘özetle’ orada ‘mutlu’ olduğumu söyleyebilirim.


Onu Sözcükler'de dinleyelim -daha Madam Mancy olmamış annesi ile yalnız, anonim, nemli, hararetli bir ‘kalabalık’ içinde kaybolup gitmenin tadını çıkarmayı öğrendiği semt sinema salonlarının ‘adil konforsuzlugu’ üzerine o hafifçe nostaljik ünlü sayfa: O “çıplaklık, o erkek olma tehlikesinin bulanık bilincini bir daha ancak ‘1940’ta, Stalag XII D.’de buldum."

Çok daha sonra, Victor ve Gavi ile söyleşilerinde, bu defa tutsaklığını değil ama savaşı anımsarken dinleyelim onu: “Tertemiz, güzel, küçük bir atom olduğuma inanıyordum, egemen güçler onu yakaladılar ve fikrini sormadan onu başkalarıyla birlikte cepheye gönderdiler”; savaş, sonra tutsaklık “benim için içinden çıktığıma inandığım, aslında hiç terk etmediğim kalabalığın içine sürekli dalma fırsatı” oldu; sınav “gözlerimi açtı.”

Onu, 1975’te, Autoportra.it â soixante-dix ans'da dinleyelim. Açıkça Stalag’dan değil, ama ‘seferberlikten, ‘savaş’tan, ‘Nancy Kışlasından, tanımadığı ama kendi gibi ‘döneleyip duran’ ve yazgısını paylaştığı binlerce ‘uşak’tan söz eder: Olay “gerçekten hayatımı ikiye böldü; orada bireycilikten ve savaş öncesinin saf bireyinden sosyale, sosyalizme geçtim”; bu ‘hayatımın gerçek dönüm noktası: Önce ve sonra; bu, ‘toplumsal ilişkinin metafiziksel olduğu Bulantı gibi önceki eserleri, ‘ağır ağır geldiğim’ Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi sonraki eserlerden ayıran bir çizgidir.

Simone de Beauvoir’ı Anılar'ında dinleyelim: “Tutukluluk deneyimi onda derin izler bıraktı” ve “ona dayanışmayı öğretti”; kendini “horlanmış” hissetmek şöyle dursun, “ortak yaşama sevinçle katıldı”; pirelerden, tahtakurularından çekmek, eşyaları karıştırma, bitleri ayıklama seanslarında, kapıları sürgüsûz helalardan, angaryalardan, hayvan vagonlarından, kıçına yediği tekmelerden dolayı kendini aşağılanmış olarak hissetmek şöyle dursun, kendini “kitle içinde kaybolmuş, bir sürü numara içinde bir numara olarak” hissetmekten, “girişimlerine sıfırdan başlamayı başarmaktan büyük bir baz duydu”; “dostluklar kazandı”; “fikirlerini kabul ettirdi”; “Almanlara karşı yazdığı oyunu Bariona'yı Noel’de sahneye koymak ve -alkışlatmak için bütün kampı seferber etti”; “arkadaşlığın sağlamlığı ve sıcaklığı antihümanizmasımn çelişkilerini çözdü.”



Sartre Stalag’a bireyci olarak girmişti.


Onu terk ettiğimizde anarşist, dandi, Stendhalcı idi.


Kalabalık onun için Bouville ya da Havre tepelerinden, uzaktan bakmayı yeğlediği şekilsiz, hafifçe iğrenç bir kitle idi.



Kitle, hatta kitle düşüncesi ona ancak insanları köleleştiren ya da başkaldırma cesaretlerini kıran uğursuz bir makine biçiminde işlenmiş gibi gelirdi.



Yeni olan şu: Bu genç Nietzscheci, bu atılgan ve kuşkucu, bu çokluk yasasına düşman, bu küçümseyici, grupların, özellikle de mutlu olduklarını ileri süren grupların gerisindeki baskıcı ve onur kırıcı koca hayvanın kokusunu alan bu kökten bireyci Nietzscheciliğini bırakır ve dediği gibi ‘sosyalizm’i ve ‘dayanışma’yı keşfeder -olay şu ki (din değiştirmeden, ikiye bölünmüş bir yaşamdan, bir önceden, bir sonradan, vb. söz ettiği anlaşılır) bu düşkün, düşük kamp hayatından, hem bir topluma hem bir sürüye benzeyen bu yığın içine dalıştan, horlanma ve kötü muamele günlerinden topluluk değerleri diyebileceğimiz şeylere bağlanmış olarak çıkar.


Roquentin olarak giden Sartre Alaylı olarak bana dönüyordu, 
diyor 'Simone de Beauvoir’ın tanıklığı.


DEĞİŞEN SARTRE: BULANTI'DAN SÖZCÜKLER'E




Sözcükler kitabı ile Edebiyat artık bir düşlemden başka bir şey değildir, bir nevrozdur.

Bu bir nevrozdan da öte, bir hastalık halidir -bütün gerçek hastalıklar gibi tedavi ile iyileşebilir.
Sartre, uzun zaman bunun hastalığa bir cevap, bir tedavi, bir ilaç olduğuna inandı. Hatta Bulantı'da şunları yazdı: ‘İyileştim, yazmayı bırakıyorum.” Ya da “Bulantı geçirecek gibi oluyorum ve bunu yazarak geciktiriyormuşum gibi geliyor.” Artık buna inanmaz. Hatta tersine inanır. Sözün kısası, bunun belirtilerini daha yeni sınıflandırdığı ve acilen iyileştirmesi gereken ‘uzun, acı ve tatlı bir delilik’ olduğuna inanır.

Sözcüklere karşı Sözcükler’i yazar.

Sözcükler'in adı, Shakespeare’in “Words, words, words!”undan dolayı -bunlar sadece sözcükler- Sözcükler’dir... Bu, sadece sözcük olan şeylerin saçma büyüsünden kurtulmak gerekir...

Sözcüklerde, Hugo’nun kendisine ‘etli kanlı’, çok ‘yoğun’, çok ‘gerçek’ tüm yetkisiyle “Sen de yeteneklisin... Sende yazma yeteneği var...” diyen Hoederer’e cevabının yankısını - güzel ruh Hugo’nun çaresizlikten öfke ile “Bunlar laf! Hep laf!” diye bağırmasını da işitiriz. Bir yazarın ilk yıllarının büyülü anlatısı olmadan önce, üstadın siyasette fazla uzun kalmaktan nadim olup bir Fransız çocuğun gerçek romanını verdiğini gösteren bu masum özkurgu, hatta ego-öykü çalışması olmadan önce, Sözcükler, yolunu şaşırma ile, ruh sapkınlığı ile hayata ve akla karşı bir suç ile, kısaca suçla bir tutulan edebiyatçılığa bir saldırıdır. Üstü kapalı ya da öndeyişte açıkça söylediklerini işitmezsek: Edebiyat bitmiştir:-bu kitabi  yazdımsa, bu edebiyata bir daha dönmemek üzere elveda demek içindi. Sözcükler'in davranışından hiçbir şey anlamayız, anlamlarını ve| belki gerçek güzelliklerini kaçırırız; bunları yazmanın yazara neden en az on yıl, bunca kuşkuya, kaygıya, şaşkınlık ve korku anlarına ve öyle görünüyor ki ilk defa uzun kalem tutukluklarına mal olduğunu anlayamayız.

Hem ayrıca, Sözcükler politik bir kitaptır. bütünüyle politik. Sartre: “Delilik, kişilik bozuklukları, düşlem” der. Edebiyatın ‘gerçek’ten ve dünyadan kopuk olmasını ayıplar. Fakat, gerçek alt anlam, kitabın örtük iletisi, metnin bizzat bütünü içinde örtülü biçimde söylenen, ama yan metinde, yayımlanması nedeniyle verdiği söyleşilerde çok daha içtenlikle ortaya çıkan ileti şudur: Yazarlar, hatırlarsanız Sartre’ın Edebiyat Nedir? döneminde hiç istemediği, çalışmasını anın siyasal zorlamalarına uydurmaktan, onların emrine vermekten ibaret olan yasaya uymalıdırlar. Bundan böyle, insanlar acı çekiyorlar der. Etrafımızda, çocuklar açlıktan ölüyorlar. Ve:

‘Açlıktan ölen bir çocuk karşısında Bulantı ‘hafif kalır!’


Sözcükler... Bulantı... 

Büyük ayırımın, Sartreçı kitlede büyük kopma çizgisinin burada olduğunu hep hissettim. 


Sartre & Beavuoir


Jean Paul Sartre Playing Chopin


DEĞİŞEN SARTRE


"Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz."

Sartre



Jean-Paul Sartre’in «Le Monde» da yayımlanan bir konuşması «Sanatta bağlanma» konusunu yeniden öne çıkardı, geniş yankılar uyandırdı. Bu arada iki solcu yazar, Claude Simon ile Yves Berger, «L’Express» de Sartre’a cevap verdiler. Ispanya Savaşı’na katılmış, Nazilerin işkencesine uğramış olan Claude Simon’un yazısı özellikle ilginç görüldü. Aşağıdaki çeviri konuşmanın İngilizcesinden yapılmıştır (Encounter, Haziran sayısı). Çevirmen Anthony Hartley, Sartre’ın «Le Monde»a gönderdiği bir mektupta yaptığı düzeltmeleri de göz önünde tutmuş. Claude Simon’un yazısı doğrudan doğruya Fransızcadan, «L’Express»den çevrilmiştir.


SARTRE «Sözcüklerdeki (Les Mots) tarih sıralamasında çelişmeler var, eleştirmenler onlara parmak basmakta haklıydılar. Kitabın büyük bir parçası 1954’de yazılmıştı da, on yıl sonra, yayımlanışından birkaç ay önce yeniden ele alıp bazı değiştirmeler yaptım. Tarih sıralamasına girişmedim.

«On yıldır bir uzun, acı, tatlı çılgınlıktan uyanmaktaydım,» dediğinizde, bu değişikliğin gerçekten 1954’de mi başladığını anlamalıyız?

SARTRE Evet. O sırada, olayların itişiyle, büsbütün politikaya vermiştim kendimi. Eylem havasına girince, birdenbire, önceki eserlerimi avucuna almış olan nevrozu anlayıverdim. Hiç farkında değildim bunun daha önce içindeydim çünkü. Simone de Beauvoir benden önce sezdi bu nedenleri. Her nevrozun özelliği kendini doğalmış gibi göstermesidir. Yazmak için yaratıldığıma büyük bir rahatlıkla inanıyordum. Varlığımı doğrulamam gerekliydi ve bütünüyle edebiyata yaslanıyordum. Bu düşünüşten kurtulabilmem otuz yıl sürdü. Politikayla kurduğum ilgiler gerekli açıyı sağlamama yol açınca, hayatımı yazmıya karar verdim. Bir insanın kutsal bilinen edebiyattan entelektüelliğini yitirmeden nasıl eyleme geçebileceğini göstermiye çalıştım.

«Sözcükler»de (Les Mots) çılgınlığımın, nevrozumun kaynağını açıklıyorum. Yaptığım çözümleme yazı yazmayı düşliyen gençlere yardımcı olabilir. Bu özlem hayli tuhaf gene de, bir «çatlaklık» niteliği yok değil. Bir boks şampiyonu ya da bir amiral olmayı düşliyen genç gerçeği seçiyor. Eğer yazar hayalîyi seçerse, ikisini karıştırıyor birbirine.

— Yazdıklarınızı okuduktan sonra, edebiyatı seçmek zorunda kaldığınıza pişman olmuş göründüğünüzü söyliyebilir insan.

SARTRE Doğrusunu isterseniz, 1954’de pişman olmak üzereydim. Başka bir dünyaya ayak basıyordum. Hayatımı elli yıl hesaplamıştım (şimdi elli dokuz olmak üzereyim). Ama, görüyorsunuz, «Sözcükler»de (Les Mots) iki ayrı ses var : biri yazarlığımı mahkûm edişimin yankısı, biri de bu sert yargının yumuşatılması. Hayat hikâyemi daha önce, o en atak biçimiyle yayımlamayışımın nedeni çok abartılmış olduğunu görmemdi. Yazı yazıyor diye bir mutsuz kişiyi çamura batırmak gerekmez. Ayrıca, bu arada, eyleme geçmenin de zorlukları olduğunu, insanın ona da bir nevroz yüzünden girebileceğini anladım. Politika da kurtarmıyor insanı, edebiyattan fazla.

Ne kurtarır insanı?

SARTRE Hiçbir şey. Hiçbir yerde kurtuluş yoktur. Kurtuluş düşüncesi bir mutlak düşüncesini gerektirir. Kırk yıl mutlakla yaşadım, bir nevroz. Mutlak yok artık. Geriye sayısız çaba kalıyor ve edebiyat onların en imtiyazlısı değil. «Artık hayatımı ne yapacağımı bilmiyorum» sözümün böyle anlaşılması gerekir. Oysa eleştirmenler, Simone de Beauvoir’in «Aldatıldım» sözünü olduğu gibi, bunu da yanlış anladılar, bir umutsuzluk çığlığı sandılar. Beauvoir o sözü söylemekle hayattan beklediği ama bulamadığı bir mutlak’ı işaret ediyordu. Görüşümüz aynı. Benim umutsuzluğum da onunkinden fazla değil. Ayrıca, ben oldum olası iyimser bir insanım, belki de gereğinden çok...

İlk Sartre evreni, «Bulantı»daki (La Nausee), hiç de gül-pembe değildi. Dünyayı o ışıkla görmüyor musunuz artık?

SARTRE Hayır, evren gene karanlık. Bizler bir belâya uğramış hayvanlarız... Ama, birden anladım ki, yabancılaşma, insanın insanı sömürmesi, gıdasızlık gibi kötülükler, bir lüks olan metafizik kötülüğü arkaya itti. Açlıktır kötülük bugün. Bir Sovyet vatandaşı, görevli bir yazar, bir gün bana şöyle dedi «Yeryüzünde herkes rahata ulaştığı zaman, insanin tragedyası başlıyacak sınırlılığı.» Şimdiden bunu düşünmek gereksiz. Ben toplumsal ve ekonomik dertlerin giderilebileceğine inanıyorum, özlüyorum bunu. Biraz talihle o mutlu çağ gelebilir. Dünya değişince işlerin daha iyi gideceğine inananlardan yanayım ben.

Öyleyse bir Beckett’in kötülüğe mahkûm evrenini kabul etmiyorsunuz?

SARTRE Beckett’e hayranım, ama bütün varlığımla ona karşıyım. O hiç gelişme yolu aramıyor. Benim kötümserliğim hiçbir zaman gevşekliğe düşmemiştir. «Bulantı»yı yazdığım günden beri hep bir ahlâk yaratmak istedim. Bendeki gelişme artık böyle şeyler düşlememem. Bugün «Dünya Nimetleri»ni (Les Nourritures Terrestres) korkunç bir kitap olarak görüyorum «Tannyı her yerden başka bir yerde arama.» Gidip bir işçiye, ya da bir mühendise söyleyin! Gide bunu bana söyliyebilir birkaç seçkin kişiye iletilebilecek bir yazar ahlâkı. Onun için de beni ilgilendirmiyor artık. Her şeyden önce insanlar hayat şartlarını düzelterek insan olmalıdırlar ki evrensel bir ahlâk yaratılabilsin. Ben onlara, «Yalan söylemiyeceksin,» diyerek işe başlarsam, politik eyleme yer kalmaz ondan sonra. İlk iş insanın bağımsızlığını sağlamaktır.

Bütün bunlar daha önce yazdıklarınızdan vazgeçmiye mi götürüyor sizi?

SARTRE Hiç de değil. «Sözcükler» de (Les Mots) bunun üzerine yazdıklarım yanlış anlaşıldı. Vazgeçtiğim bir kitabım yok. Ama bu onları iyi bulduğum anlamına gelmez. «Bulantı» da sonradan pişman olduğum şey kendimi işin içine bütünüyle sokmamış olmamdır. Kahramanımdaki hastalığın dışında kaldım, nevrozumdu koruyan, yazmak yoluyla, bana mutluluk veriyordu... Her zaman mutluydum. O sıra kendime karşı daha dürüst de olsam gene yazardım «Bulantı»yı. Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz.

Hangi eser ağır basabilir?

SARTRE işte yazarın sorunu tam bu. Aç bir dünyada edebiyatın görevi, yeri nedir? Ahlâk gibi, edebiyatın da evrensel olması gerekir. Onun için de yazar çoğunluğun yanında yer almalıdır, iki milyar açın yanında, eğer herkese seslenmek, herkesçe okunmak istiyorsa. Bunu yapmadıkça, seçkinler sınıfının hizmetindedir ve onlar gibi sömürücüdür. Büyük okur yığınına ulaşmanın iki yolu var yazar için birincisi kimi memleketlerde sosyalist yazarların yaptığı gibi, halkı eğitmek amacıyla bir süre edebiyattan vazgeçmek. Yönetici sıkıntısı çeken bir memlekette, Afrika'da örnekse, nasıl olur da Avrupa’da öğrenim görmüş bir yerli, öğretmenlik etmeyi kabul etmez, edebiyat uğraşını birlikte sürdüremiyeceğini anlasa bile? Avrupa’da oturup roman yazmayı yeğlerse, bu davranışı bana ihanete doğru bir kayma gibi görünür. Görünüşteki karşıtlık bir yana, bütün bir topluma hizmetle edebiyatın gerekleri arasında ayrım yoktur.

İkinci yol, ancak bizim devrimci-olmıyan toplumlarımıza uygulanabilir, herkesin okuyacağı günlere hazırlanmak, sorunları en atak, en kaçamaksız biçimiyle ortaya koymaktır. Alain Badiou’nun «Almagestes»de yaptığı budur, bir temizleme, bir arıtma amacıyla dili yargılıyor.

Bir «Almagestes» herkesçe okunabilir mi?

SARTRE Dikkatli olun. Ben en aşağı şeylere yönelen orta malı edebiyatı salık vermiyorum. Halk da bir yazarı anlamak için çaba göstermek zorundadır; çünkü bir yazar kapalılığı özlemese bile, yeni edinilmiş düşüncelerini her zaman açıkça, bilinen örneklere uyarak dile getiremez. Mallarme’yi alalım. Onu Fransız şairlerinin en büyüğü sayarım, ve şiirlerini anlamak için hayli zaman harcadım. Savunduğu kapalılık teorisi yanlıştır, ama söylediği şeyler güç olduğu zaman okunması da güçleşebilir. Hem halkın yalnız kolay anlaşılır şeyler istediğini de sanmamalıdır. Son cep kitapları denemesi bunu açıkça gösterdi. Kitaplarım daha küçük basılmıya başladığından beri benim de okurlarım değişti. Şimdi işçilerden, daktilolardan mektup alıyorum... Çok ilgi çekici mektuplar.

Kısacası, edebiyatı sonunda sağlığa erdirecek genişlikte olmasını istediğiniz yazarla halkın buluşması her iki yan için de bir zafer olacak...

SARTRE Bu savaşın yapılması gerek. Yazar iki milyar aç insan için yazamadıkça hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir.

Kalemini ezilenlerin hizmetine vermesini mi istiyorsunuz?

SARTRE Evet, ama yazarın görevidir bu, yapması gerekeni yaptığı zaman bundan bir karşılık beklemez. Kahramanlık kalemin ucuyla kazanılmaz. Benim yazardan istediğim, gerçekleri ve ana sorunları önemsemesidir. Dünyadaki açlık, atom tehlikesi, insanın yabancılaşması, nasıl oluyor da bunlar bütün edebiyatımıza renklerini vermiyor, şaşıyorum. Az gelişmiş bir memlekette Robbe-Grillet’yi okuyabilir miyim sanıyorsunuz? O kendinde hiçbir sakatlık görmüyor. Bence iyi bir yazar, ama rahata ermiş burjuvazi için yazıyor. Yeryüzünde Guinea’nin de bulunduğunu anlamasını isterdim. Guinea’de Kafka’yı okuyabilirim. Onda kendi rahatsızlığımı yeniden buluyorum. «Almagestes»i de, çünkü dil yoluyla gene bizim dünyamız yargılanan. Görüyorsunuz, çağdaş yazar kendi huzursuzluk bildirilerini yazmalı ve onları açmıya çalışmalıdır. Kendisini bütünüyle umutsuzluğa kaptırmıyan bir çeşit Beekett. Biçim o kadar önemli değil bence, isterse klâsik olsun, isterse de olmasın. «Harp ve Sulh»un ya da «Almagestes»in biçimi. Hepsi doyurucu. Bir eserin tek değer ölçüsü sağlamlığıdır: Hem kavrayacak, hem de kalıcı olacak.

Hayatınızı yazmıya devam edecek misiniz?

SARTRE Elbette, ama hemen değil. Şu anda Flaubert’in biyografisini bitirmiye uğraşıyorum.

Niye Flaubert?

SARTRE Çünkü o benim tam karşıtım. Karşı düşünceler gerekli aydınlanmaya. «Sözcükler» de (Les Mots) yazdım «sık sık kendime karşı düşündüğümü.» Bu cümle de anlaşılamadı. Eleştirmenler onda bir mazoşizm itirafı gördüler. Ama insan böyle düşünmeli kafasına yerleştirilmiş ne varsa, hepsine isyan ederek.

Tedirginlik, yargılama, tartışma, isyan, sağlık, bağımsızlık... Fazla değişmiş değilsiniz.

SARTRE Herkesin değiştiği gibi değiştim bir değişmezlik içinde.





SARTRE'A CEVAPLAR:



Bağlanan & Bağıran Yazarlar


Portrait de Jean-Paul Sartre. Thierry Ehrmann



Yazı: Francois Bondy
Bağlanan ve Bağıran Yazarlar

Bağlanan yazarların kendilerini adayışıyla bağıran yazarların çığlıkları arasındaki ayrım, yalnızca sözde kalan bir ayrım değildir. Bağlanmış edebiyat: Bu terim, savaştan sonraki yıllarda Fransız aydınları arasında geçen, şimdi artık gerilerde kalmış sayısız tartışmayı, en çok da Jean-Paul Sartre’ın, yazarları, hiçbir siyasal tutum önermeksizin bağlanmaya çağırdığı Edebiyat Nedir adlı denemesini getiriyor akla. Bağırmaya gelince, bu tutum da, bundan on yıl sonra, en zararsız biçimde, örneğin oyun yazarı John Osborne gibi «öfkeli genç adamlar» arasında çıktı ortaya. Bugün artık hiçbirisi genç değil bu adamların, öfkelisi de pek kalmadı.

Yazarların adlarını sayarsak bu ayrımı daha iyi belirtebiliriz belki. Bağlanan yazar: Breoht, bağıran yazar : Celine; bağlanan : Sartre, bağıran : Genet; bağlanan : Malrauc, bağıran : Mailer. Saydığımız yazarlardan dördünün Fransız olması bir raslantı değildir. Fransız aydınlarının günlük olaylara katılma geleneği, Aydınlanma’yı, Voltaire’le Rousseau gibi zıt kişileri, Dreyfus Dâvası konusunda «aydınların yayımladığı ünlü manifestoyu», Cezayir Savaşı’na karşı yayımlanan bildirileri kapsar. Bazılarına göre kendini gerçeği bulmaya adamak— Romain Rolland’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında kendisini sürgün etmesi gibi —- aydınların başlıca kıvancıdır. Julien Benda gibi bazı yazarlarsa bunu «okumuşların alçaklığı», bir aydının sahip olması' gereken özellikleri siyasal eylemler ve günlük olaylar uğruna, boşu boşuna harcamak olarak nitelerler; bu yollardan hiçbiri felsefe ya da edebiyatın temel işlevine hizmet edemez.

Bağlanan yazar .- bu terim bazı güçlükler yaratıyor çünkü bağlanmak aynı zamanda satılmak demektir; böyle olunca da kendi içinden gelen sese uyan yazarla, kendini hak ve ilerlemeden yana olan bir parti ya da hükümete adayan yazar arasındaki ayrımı belirtmeye yetmiyor.

«Bağlanma» terimini ben, yukardan gelen herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın yazarın kendini bir şeye özgürce adaması anlamında kullanacağım. Bu, son nefesine dek haksızlık altında ezilenler için çalışan Voltaire’e, Zola’yla Heinrich Mann’a dek uzanan soylu bir gelenektir. Aydmlanma’nın, Ansiklopediciler’in oğullarıdır bunlar. O zamandan bü yana bağlanma, içtenliğinden, saflığından bir şeyler yitirmiştir. Orwell ve Camus gibi önemli «bağlanmış yazarların yapıtlarında, çağdaş sorunlarla uğraşan, bu yüzden de kendi kendini eleştirme durumuna düşen yazarın belirsiz durumu işlenir. Modern yaşamın karmaşıklığının bilincinde olan bağlanmış yazar, bireyci olma eğilimindedir; kendisini herhangi bir siyasal eğilime kaptırmaz, uzak durur; oysa «baglanma»ya da devam ettiğinden bu uzak durmayla, olaylara katılmayı birbirine bağdaştırmaya çalışır. Bunu başardığı zaman kendisini sessizliğin sesi saymaz artık ve bağlanarak yazdıklarının konusu bağlanmanın «sorunları» olur çıkar.

Fransız aydınları, on yıl süreyle çağlarının en büyük sorunlarını kendi kendilerine tartışıp durdular; aradıkları nesnel bilgi değil, «en uygun tutumu» geleneksel bakımdan en uygun tutumu bulmaktı. Görünüşü kurtarmakla uğraşmaktan kendi düşüncelerini toparlamaya, hele hele düşüncelerini düzene sokmaya zaman bulamayan bu edebiyat adamlarının en çok başvurdukları biçimler «tutanak» ve «kişisel belge»lerdi; bunlar, biçimleri edebiyat havası taşımayan, yazana günlük gazeteleri, her gün bir parçası yayımlanan günlükleri, toutcourt haber yazılarını okurken düşünüp duyduklarını anlatan yazılardı. Savaş sonrasının bütün o katışık olayları içinde amaçları İspanya ve Çekoslovakya’daki şiddete, Amerika’daki ırk ayrımına, Rusya’daki zorunlu çatışmalara, İran ve Budapeşte’deki idamlara karşı, çok ölçülü bir biçimde başkaldırarak vicdanlarını rahat ve zihinsel dengelerini yerinde tutabilmekti. Sonunda dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, tek derdi kendi tutarlılığı olan ve bundan başka bir şeyle uğraşmayan Salt Akıl açısından görülür oldu. «Litterature engage»nin tek konusu sonunda kendisi oldu; «bağlanmak da bir tekbencilik (solipsizm) olup çıktı. Böylece Sartre’ın uyandırmasına dek, baştan sona aydınların aydınlar üzerine yazdıklarından oluşmuş bir edebiyat doğdu... (George B. de Huszar)


Bağıran yazar: Dünyadaki kötülüklerden acı duyar, bu kötülüklere kızar. Çektiği acıları, öfkesini açıkça ortaya döker; içinde yaşadığı düzen ya da düzensizlikten öylesine nefret eder ki bu düzenin kurbanlarına şevgi duyacak zaman bulamaz (bununla, birlikte bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir genellemedir). Soğukkanlı akılcılığın yerine, duaların büyüsüne kaptırmıştır kendisini, Kendisiyle yazılarının arasına herhangi bir uzaklaşmanın, kişisel sorunlarının ya da hicvin girmesine izin vermez. Bu yakınlık, eşi bulunmaz bir şiir gücü kazandırabilir kişiye, ama bir aydını ya da bir edebiyatçıyı başarısızlığa da sürükleyebilir. Bağlanan yazar, karşısındakileri akıl yoluyla inandırmaya çalışır; bağıran yazarsa çığlığının uyandıracağı ve duyanların hemen etkileneceği birtakım duygular yaratmaya çalışır, çoğu zaman başarır da bunu. Salt akılcı olup çıkmış bir toplumda, edebiyat düzenli bir örgütü gösteren dile karşı sözcüklerin büyüsüne sığınma yolu olarak da görülebileceğinden «bağıran» şair, faydacı, maddeci bir dünyaya başkaldırmakta, büyü yüklü ama gene de gerçek olan güçlerle donatılmış birisi demektir. Sonra, her şeyin nesneleşmesine karşı başkaldırmaya katılmayacak kimse var mıdır? Bağıran yazar duygularını çok daha rahat başı boş barakabilir. Yapıtları da bağlanan yazarın yapıtlarına göre her zaman daha otobiyografik olacaktır; çünkü bağlanan yazar, dışardaki güçlere karşı başkaldırsa da aslında bir iç disiplinin ardından gitmektedir; yapıtları da düzenli bir iç dünyanın — bugünün dünyasına karşı çıkardığı yarınki dünyanın bir parçasıdır.

«Eylemci edebiyat» yaftası hem bağıran hem de bağlanan yazarların yapıtlarına yapıştırılabilecek bir yaftadır. Çünkü bu yazarların hiçbirisi yalnız yazmakla, yalnız yapıtlarını ortaya koymakla- yetinmezler. Çünkü «öfke»nin o genç dehası Rimbaud’nun «hayatı değiştirme».ve Marx’ın «dünyayı değiştirme» yolundaki öğütlerine uymaktadırlar. Andre Breton ve Gerçeküstücüler, bu iki şeyi birleştirmenin, aynı anda hem hayatı, hem de dünyayı değiştirmenin düşünü kurmuşlardır. Bu ikiz amaca ulaşabilmek için, bir yandan insanın düşçü, kendiliğinden ve başıboş olan yanlarına seslenmeye çalışırken bir yandan da toplumsal koşulları eleştirmiş ve Rus Devrimi gibi siyasal ayaklanmaları desteklemişlerdir.

Nedense insan hep bağıran yazarları, kendini tutkulara, içgüdülere kaptıran faşist yazarlar, bağlananları da Marx’çı, çözümleyici, sistematik kişiler olarak düşünüyor. Kabaca söylersek : öfke - aşırı Sağ; bağlanma da - Sol-dur. Bin dokuz yüz otuzların o birbirine taban tabana zıt çifti Celine’le Malraux, çarpuk çurpuk, inanılmaz şeylerle dolu otobiyografik romanlarında dünyaya karşı duydukları nefreti yoğun, açık seçik saplantılarla ortaya dökerler. Yeni Fransız düzyazısının öncüsü olmuştur Celine. Onunla hiç ilgisi olmayan Sartre gibi yazarlar bile kendisine çok şey borçlu olduklarını kabul etmişlerdir.

Barışa Bağlanmak / Sartre

JEAN-PAUL SARTRE'IN BARIŞA BAĞLANIŞI

Vincent von Wroblewsky




İkinci Dünya Savaşı, tutukluluk (Fransa ile Almanya arasındaki savaşın resmen sona erdiği 22 Haziran 1940 Ateşkes Antlaşmasından bir gün önce, 35. yaş gününde tutuklanmıştı) ve direniş (onun daha sonraki yaşamını belirleyen deneyimler) Sartre'ı siyasal bağlanıma götürdü.

Altmış yaşındaki Sartre, o günleri şöye anımsıyor: 

"Savaş yaşamımı tamamen iki parçaya bölmüştü. Savaş ben 32 yaşındayken başladı ve 40 yaşıma geldiğimde bitti. Bu, yaşamımda bir dönüm noktası oluşturdu: Savaştan öncesi ve savaştan sonrası. Bu gelişmeler beni, ilkin, içeriklerinde toplumla ilişkinin daha çok metafizik olduğu Bulantı gibi eserlere, daha sonra da yavaş yavaş diyalektik akılcılığın eleştirisine yöneltti."

Savaşın da etkisiyle, sosyal konulara karşı artan eğilim, Sartre'ı savaş ve barış sorununu sosyal-politik bağlamından ayırmadan ve birincil olarak ahlaki temellerden hareket etmeksizin izlemeye yönlendirdi. Böylece Sartre'ın Bulantı'da usta bir biçimde edebi olarak işlediği korku'da olduğu gibi, tipik varoluşçu kavramlar tamamen değişik, somut bir görünüm kazandılar. Atom bombasının Hiroşima'ya atılmasından sonra Sartre, insanlığın belki de en son savaşının olanaklarını yaratacak bir korkudan söz ediyor. Çünkü böyle bir şey, insanlığın kendi kendini yok etmesiyle sonuçlanabilir.

Öte yandan Sartre'ın görüşüne göre, Traugott Königin de önemle belirttiği gibi, "bu öldürücü tehlike, belki de insanlığın besleyebileceği en büyük umudu da kendi içinde taşiyor." 

Sartre şöyle yazıyor: 

"...Bir vuruşta bugün yüz bin insanı öldüren ve yarın milyonları öldürecek olan bu küçük bomba, bizleri birden bire sorumluluklarımızla karşı karşıya getiriyor. Ve eğer insanlık yaşamını sürdürecekse, bu onun sadece doğmuş olmasından değil, aksine onun yaşamını sürdürmeye kararlı olmasındandır. Artık insan soyunun ayrıcalıklığı diye bir şey yoktur. Atom bombasının koruyuculuğunu üstlenmiş olan topluluğun, doğa zenginliğinin üzerinde bir yeri vardır. Çünkü kendi yaşamı için olduğu gibi, kendi ölümü için de sorumlu olan odur. O, her gün, her dakika yaşamaya hazır olmalıdır. îşte bugün korkudan bunu anlıyoruz."

 Korku, yaşam —ölüm ve sorumluluk, böylece, artık birincil olarak tek tek kişilere ve onların duyarlılığına bağlı olmayan— bambaşka bir boyut kazanıyor. Sartre, korkudan kolektif sorumluluğa geçişin, yalnızca insanlığın fizyolojik varlığının devamı için değil, aynı zamanda ve özellikle insan olmanın niteliği için ne denli önemli olduğunu vurguluyordu:

"Dünyanın sonuna inanmıyorum ve böylesi bir savaşa inanıp inanmadığımı dahi bilmiyorum. Savaş başlamadan önce belki daha yirmi yıl elli yıl geçecek. Eğer biz tüm bu zamanı beklemekle geçirirsek, eğer elli yıl boyunca korkunun alaca karanlığında yaşamaya devam edersek, yaşam konusunda harekete geçmek için gelecek anlaşmazlığın sonucunu beklemek gerektiğine kendimizi inandırırsak, o zaman atom bombasını üçte iki oranında gereksiz duruma getirmiş oluruz, çünkü artık öldürecek insan kalmaz, bu iş çoktan bitmiş olur."

1946 sonlarında yazılmış bu sözcüklerde, temel varoluşçu düşüncelerin bireysellikten toplumsallığa kayışının bir devamı sezilmektedir. Kendi kendini aldatmanın temelsiz, inandırıcılıktan uzak ve dürüst olmayan varlık biçimi, burada Sartre tarafından »biz« biçimine dönüştürülür ve bununla da doğrudan çağdaşlar ya da insanlık kastedilir. Çünkü Sartre'a göre, öldürücü olan yalnızca bomba değil, ama aynı biçimde, sonuçta anlamsız ve içeriksiz bir varoluş da öldürücüdür. Başka bir deyişle, yaşamın korunması savaşımı ile insan onuruna yaraşır bir yaşam savaşımı birbirinden ayrılmaz.
Bu iki gerekçe Sartre'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası düşünce ve davranışlarında belirleyicidir. Onun kendi çelişkileri uğraşlarına da yansır: Egzistansiyalizm ve Marksizm. Yani, Sartre'ın anlayışına 
göre bireysel-insansal özgürlükler ve zorunlu toplumsal değişiklikler sorunlarını birbirleriyle uyumlaştırmak gerekir.  Sartre, zor kullanım, kurtuluş, politika ve ahlâk ilişkileri ile bireyin, özellikle de yazarın sorumluluğu sorunlarına çözüm arıyor.

Sartre, 1 Kasım 1946'da Paris Sorbonne Üniversitesi'nde UNESCO'nun kuruluş yıldönümü nedeniyle "Yazarın Sorumluluğu" konusunda bir konuşma yapar. O konuşmasında, daha sonraları Edebiyat Nedir de etraflıca ortaya koyacağı (burada yazarın bağlanımını ve böylece bağlanma edebiyatının zorunluluğunu gerekçelendirir) çeşitli düşüncelerini dile getirir. Ona göre, yazarın sorumluluğu içine, diğer şeylerin yanında, zorbalığı; mahkûm etmek için, baskı altındaki sınıfların ve insanlığın
konumundan mutlaka tavır almak da girer. Burada Sartre'ın bakışı, ekonomik olarak sömürüye dayalı« bağlamlardan çok, politik ilişkilere ve onların ahlâkça değerlendirilmesine yöneliktir. 

Sartre, konuşmasını, gelecek yılların ana motifini oluşturacak şu tümceyle bitirir: 

"Biz yazarların engellemesi gereken şey, elli yıl sonra, onlar dünyanın en büyük felâketinin gelişini gördüler fakat sustular sorumluluğunun suçluluğa dönüşmesidir."

ikinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan soğuk savaş yılları ile Kore Savaşı'nı Fransa'nın Hindicin ve Cezayir'deki sömürge savaşlarını, daha sonra da ABD'nin Vietnam'a karşı yürüttüğü, sürekli bir atomsal dünya savaşı tehlikesi taşıyan savaşı takip eden yıllar, Sartre'a sesini çıkarması için yeterinden fazla olanak tanıdı, o da gür, anlaşılır, cesur ve etkili biçimde sesini yükseltti. Doğal ki, Sartre için bu bağlamın, bir öğrenme ve yeni araçlar deneme süreci olduğu gibi, aynı zamanda yeni deneyimlerin, yanılgı ve yanılsamalardan kurtuluşun da bir kaynağı oluyordu. Sartre'ın barış konusundaki bağlanımı, onun Kasım 1945'te yayınladığı "Les Temps Modernes" dergisinin ilk sayısından itibaren izlenebilmektedir. Ancak kısa süre sonra o, bu biçim politik etkinlikle yetinmedi, politik eylemin daha dolaysız olanaklarını araştırdı ve bunu ilkin, yönetim komitesine Şubat 1948'de katıldığı "Rassemblement Démocratique Lévolutiornaire'de (R.D.R.) buldu. Bu "Devrimci Demokratik Kitle Hareketi"nin Şubat 1948'deki kuruluş çağrısından önce yayınlanan "Uluslararası Kamuoyuna îlk Çağrı"da şöyle deniyordu: "Aramızdaki görüş ayrılıklarına rağmen, acil tehlike nedeniyle biraraya gelen ve sizlere bu çağrıyı yönelten bizler pasifist değiliz. Aksine biz pasifizmi savaştan genel olarak kaçındığı için, soyut ve etkisiz olduğu için, ve savaştan her ne pahasına olursa olsun kaçındığı için suçlu buluyoruz. Biz barışı her şeyin üstünde de tutmuyoruz. Ancak biz, tarihi insanın yapacağına ve bu saçma, hiçbir şekilde haklı gösterilemez savaşın engellenmesi zorunluluğuna inanıyoruz."

Sartre'ın da imzaladığı R.D.R.'nin kuruluş çağrısında, dünya düzeyinde toplumsal değişikliklerin zorunluluğu bilinci dile gelir: "Kapitalist demokrasinin yetersizlikleri nedeniyle savunma ve anti-faşist birlik kaçınılmaz olur. Salt liberal araçların başarısızlığı sosyalist çözümü her tarafta gündeme getirmiştir. Sömürge ülkeler halklarının uyanması ve baskıya son verilmesiyle özgürlükler, tüm özgürlükler ilan edilmeli ve yaşama geçirilmelidir..." Sömürge halkların özgürlüklerinin sağlanması isteminde ifadesini bulan sömürgeler sorunu, Sartre'ın kişisel gelişiminde kuruluş çağrısı dönemi dışında da oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bir başka nedenle 1948 yılında biraz daha
kalmakta yarar var. 80'li yılların başları ile benzer yanları olan bir durumdan hareket eden bazı Avrupa'lı aydınlar, Avrupa'nın dünyadaki yeri ve rolü konusunda düşünceler geliştirdiler, ki bunlar birçok yönleriyle günümüzdeki düşüncelere benziyorlar.


Exıstentialısme

1946 

TERCÜME DERGİSİ SAYFALARINDAN: 



SARTRE YÜZYILI

Sartre'dan Geriye Ne Kaldı?

Pierre Billard

19 Nisan 1980 günü, "Sartre Topluluğu” denilen büyük bir kalabalık bu evrensel filozof-yazara Montparnasse Mezarlığı'na kadar eşlik etti. Sartre, değişmiş, kahramanlaşmış, ama sadeleşmiş olarak efsanedeki yerini aldı. Şimdi, yirmi yıl sonra, saatler yeniden değerlendirme anını gösteriyor: Bu kadar geniş bir eylem alanının adamı olan Sartre "dan geriye ne kaldı? Sıkça yanılan bu anıt adam hâlâ orada mı? Yanıtlar Bernard-Henry Levy’nin ona adadığı güçlü çalışmada yer almakta:

 "Le Siecle de Sartre 
Sartre Yüzyılı.


Bu kitap hem iştah hem de sıkıntı yaratıyor. İştah diyoruz çünkü kitabı uzun zamandır bekliyorduk, Levy onu bize borçluydu. Dokuz yıl önce kapsamlı ve güçlü bir yapıtında (Özgürlük Maceraları) yirminci yüzyılın büyük entelektüellerinin romanını yeniden yazmış, ancak bu kitabında Sartre’a yer vermemişti. Bu yokluk, bugün yerine getirilen bir sözü içeriyordu. Sıkıntı ise başlığından kaynaklanıyor. Başlıkta söz konusu olan hangi yüzyıldır? Yirminci yüzyıla hâkim olan elbette Sartre’ın figürü değildir: Gide, Malraux ve diğerlerinden söz edilebilir. Bunu tespit edecek olan Levy değildir, çünkü onun Sartre’ı, bize bir bilinç destanını ve bir başarısızlığın öyküsünü sunmaktadır.
Kitap Sartre’ın zaferi üzerine başlamaktadır. Makaleler, röportajlar, denemeler, tiyatro oyunları, romanlar, konferanslar, felsefe tartışmaları ve elbette Les Temps Modernes dergisi meraka, tartışmaya ve zihinlerin ısınmasına neden olmaktadır. Eski felsefe profesörü, yeni ve istisnai boyutta bir entelektüel tipini oluşturmaktadır. "Büyük Sartre’cı" Simone de Beauvoir Sartre’ın kendisine şu itirafta bulunduğunu söylemiştir: 

"Hem Spinoza hem de Stendhal olmak istiyorum."

Ancak bu galip Sartre, terörizme ve siyasi cinayete çağrıda bulunmadan önceki Sartre’dır. Sonuç olarak Sartre ne Stendhal ne de Spinoza olabilmiştir. Roman türü yapıtları erkenden kesintiye uğrar (1949). Bundan on beş yıl sonra, yazarına Nobel Ödülü kazandıran Sözcükler isimli edebi başyapıtıyla yazın dünyasına geri döner. Sartre, edebiyatı bir şifa olarak görmüştür. Onun uzun ve acı bir delilik hastalığı olduğunu da beyan etmiştir.



Demek ki Stendhal değildir. Ama Spinoza hiç değildir. Levy’nin çalışmasının özü Sartre’ın romanlarının ne kadar felsefî oldukları iddiasından oluşmuştur. Başlıklarıyla Heidegger ve Hegel'e meydan okuyan iki büyük yapıtı, Varlık ve Hiçlik ve Diyalektik Aklın Eleştirisi'nin oluşumunu inceler. Ancak bu dönemlerinde Sartre, Hegel ile oyun oynamakta ve Marx’ı (hiçbir zaman derinine inmeden) yok saymaktadır. Daha sonra Sartre Eleştiri isimli yapıtında düşünülmüş ya da düşünülebilecek olanı tanımlayarak Hegel’in Mantık Bilimi'nde öne sürdüğü "felsefenin sonu" fikrini aşabilmek için ona karşı çıkar. Bunu yaparken de, kaynağındaki "varoluşçuluk” ile çelişkiye düşen kavramsal nesnelerden yararlanır. Bütün bunlar boşunadır, bu girişim Hegel'ci mutlaklığın duvarında parçalanır. Bu temel başarısızlık Sartre’ı ideolojik spekülasyondan gerçeğin karanlığına götürür. Edebi alana yaptığı gibi felsefi alana da ihanet eder. Bundan böyle dünyayı yeniden oluşturmayacak, onu yaşayacak da; sokakta, halkın içinde, gündemde, somut siyasette.

Sartre, 1940 sonunda Almanya’daki bir tutuklu kampında tutsak arkadaşlarıyla birlikte Noel için Bariona adlı bir tiyatro oyunu yazar ve oynar. Daha sonraları, "kalabalık içinde diğerleri arasında bir numara olarak kaybolmuşluk" hissinin verdiği zevkle "ortak yaşama katıldığını söyler ve "arkadaşlığın sıcaklığının anti-hümanizmasının çelişkilerini çözdüğünü" belirtir.

Kamptaki anarşist, dandy, Stendhal’ci, Nieztsche’ci Sartre kendini yenilmişlerin ortaklığıyla sarılmış bulur ve bundan mutluluk duyar. "Başkaları için" ve "kendisi için" varolmakla ilgili, karamsar, anti-hümanist, birleşmiş grupların dinamiğini reddeden bireyci felsefe- bir süre daha egemenliğini sürdürür. Ancak kısa bir süre sonra, Eleştiri'sinde "düşüncelerim öldü" der.

Levy saptama yapar, suçlamada bulunmaz, örneğin: işgal sırasındaki tutumuna karşı Sartre’a yöneltilen yanlış davaları reddeder. Yazarın her virajı için geçerli motivasyonlarını ve meşruluk payını araştırır, suçsuzluğunun kanıtlanması için uğraşır. Benny Levy ile yaptığı son söyleşilerde tanık olunan yeni gençliği içinde Sartre, yeni bir düşünceyi araştırmaktadır. Yahudi Mesihçiliği üzerine bir düşünce ve Yahudi  toplumunun deneyimi, her türlü toplumsal zorlamaya isyan eden yalnız adam felsefesiyle öznelliğin temel çelişkisinden kurtulma olanağını verecektir ona sanki. Acaba Sartre yeni bir sıçrayışın eşiğinde midir? Ölümü bu sorunun yanıtını askıya alır.

Levy, Sartre’ın Camus ve Aron hakkındaki düşüncelerine de hak vermeyi sürdürür. Ancak kitapçılardaki kitaplarının afişlerinde uzun süre kalarak çok ihmal edildiğini düşündüğü Sartre tiyatrosu hakkında acımasız olmaktan geri kalmaz.

"Sartre Yüzyılı" adlı bu yapıttan çıkarılabilecek sonuçlardan biri "yüzyılının dışında kalan Sartre", "yüzyılına karşı çıkan Sartre" olabilir.

*
Sartre Yüzyılı kitabından notlar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/ nietzscheci-bir-kitap: bulanti
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/nietzscheler.html

Bütün Sartre’lar

Bütün Sartre’lar

Jaques pierre Amette

Bir yazarın gerçeği nedir? Sartre iyi'midir, kötü müdür? Zaten bitmiş bir yüzyıl için bir saman alevi midir? Son sınıflarda okutulması için varolmuş bir yazar mıdır? Celine tarafından sonsuza dek aşılmış bir biçimci midir? Nefret ettiği ve kıskandığı arkadaşı Camus sürekli büyürken, burjuvaziyi dava eden Sartre ölümünden bu yana sürekli dava kaybetmektedir.

Bir Sartre olduğuna inanılmıştı. Bernard-Henry Levy iki tane olduğunu söylüyor: 

Bulantının anti-hümanisti ve Özgürlük Yolları'nın hümanisti. 

Aslında on, yirmi, otuz Sartre var. Onlarla karşılaşmak için kitaplarını kapısını açmak yeterli. Bernard-Henry Levy şöyle yazıyor "Yazarın, kendini empoze eden bir sesin yarattığı mucize olarak, tüm donanımıyla, diğerlerinden farklı bir biçimde doğduğu sanılıyor. Ama öyle değil. Öyle olsaydı çok basit olurdu. Yazarlar doğumlarında çok daha çekingen, daha terbiyesiz, daha serseridirler." Örneğin serseri öğretmen Sartre'da kaynayan karışımın yeniden okunması yeterli. O sıralarda Sartre bir "yaşam arkadaşı" değil; sinirli genç bir adam, Celine ve Gide’i yağma eden bir edebiyat haydutu ve sıradan zehirli çiçekler bulmak için kadınların eteklerinin altını karıştıran bir serseridir. BHL yapıtında bir metin haydutunu ve özellikle kendini sansürlemeyen bir genç adamı tanıtmaktadır, Sartre’ın dehası, görgü kurallarıyla uğraşmamasındadır.

Sonraları savaş başlar. 1940 Haziranı'ndaki mağlubiyetle başka bir Sartre su yüzüne çıkar. Artık Sartre yeryüzündeki korkunç yabancı değildir. Diğerleri gibi başkaları için yazan biridir; Kaderin bir cilvesiyle Alman felsefeciler tarafından yetiştirilir. Özgürlük Yolları yüzünden haksız yere hor görülür. Buna karşılık Sartre, Fransa’nın benzinsiz otomobillerle dolu bir ülke olduğunu keşfeder.

1940 Haziran’ının büyük acısı ve üzüntüsü, keskin, kuru, şaşırtıcı bir zekâyla kolektivitenin dramına dalan, gizlenen, korkunç biçimde allak bullak olmuş bir Sartre yaratır.

Savaştan sonra Stalincilik baş gösterir. Romanlarını proje düzeyinde bırakır. Bir dinleyici kitlesine sahip olmayı çok istemektedir. Metinlerden inanılmaz bir karambol meydana getirir. Bu Sartre, Woody Allen’ın Zellig karakterine yakındır. Hiddetli, polemist, kötü niyetli, dalavereci olmaktan, Fransız nesrinin duru suyunu bulandırmaktan vazgeçmez.

Mükemmel bir bukalemun oluverir. Direnişçilerle direnişçi, Paris tarzı Alman dostu, Heidegger ile Heidegger’ci, Yahudilerden daha Yahudi, Billancourt’da işçi savunucusu, tiyatrolarda dramatik yazar, Stalincilerle Stalinci, Küba’yla Kübalı, komünistlerle marksist. Sartre kılık değiştirir, şaşırtır, tüm akımlar hakkında durmadan konuşur. Garip bileşimler için çalışır. Jean Genet’yi bir aziz, bir şehit, bir hazine olarak ilan etmek için onunla uğraşmaya başlar.

10 Ocak 1964’te Sözcükler isimli şaşırtıcı kitabı ortaya çıkar. Sartre bir bomba yerleştirmiştir. Kendine karşı, kariyerine karşı, yazarlığına karşı düşünmektedir. İşte karanlık içindeki, işkence görmüş, yalnız ve kış havasındaki Sartre. Her şey Bernard-Henry Levy’nin şu cümlesinde açıklanır: 

"Sartre’a özgü totalitarizm kaynaklarında rastlanan son özellik: edebiyattan ve kendinden nefret"

Kitap, yaşlı bir genç adamın ölü yaprakların arasında Kitab-ı Mukaddes’i okuduğu bir ortamda son bulur. Levinas, arkadaşlarından, etrafına inşa edilen varoluşçu güzel lahitten kaçar.

Bernard-Henry Levy’nin kitabında, Sartre’ın Brecht’ten esinlenen tiyatrosu hakkında gerçek bir geliştirme yazısı okumak heyecan verici olabilirdi. Elbette ki Sartre kendi ülkesinde Brecht’e karşı gelmeyi istemiştir. Neyse ki, siyasi bilgilendirmede bulundurmayı hedefleyen oyunları mucizevi bir önseziyle yönlendirilmiştir. Gizli Oturum isimli kurucu oyunu, devamı gelmeyen yeni bir tiyatronun yolunu açmıştır.

Tiyatrosu bizi bu muhteşem garip alanın önüne getirip bırakmıştır: Sartre’ın bilinçaltı, sonsuz güç açlığı, kendi kendiyle olan savaşları, boşluğa kaymaları. Düşüşe ve İsa tarafından olanaksız kurtarılışa Hıristiyan bakışı.

Bernard-Henry Levy’nin felsefeci ve romancı Sartre için yöntemsel analizi, tiyatrocu Sartre için yapmaması bir kayıptır.



Yaşayan Sartre / Ferit Edgü



Yaşayan Sartre

Ferit Edgü


SORUMLULUK, ÖZGÜRLÜK. UMUT

Çağımızın hiçbir önemli sorunu yoktur ki, Sartre'ın ilgisini çekmemiş ve onun üzerinde düşünmemiş, yazmamış olsun.

İlk büyük felsefe yapıtı, “Varlık ve Hiçlik” (1943), adından da anlaşılacağı gibi, varlık kuramı Üzerine'dir. Kaynaklarını Kierkegaard’da, Heidegger’de, Bardiev’de, Husserl’de, yazında ise, Dostoyevski’de, Kafka’da bulduğumuz varoluşçuluk, Sartre’da, en olmaz gibi görünen toplumsal ideolojilere, tarihe ve siyasete uzanır. Varoluşçu Sartre Heidegger, Gabriel Marcel, Karl Jaspers gibi felsefenin sınırları içinde kalmaz.

Doğa - ötesi, Varlık, Zaman, Hiçlik, kavramları, evet; ama öte yanda, kapitalizmin, sosyalizmin sorunları vardır. Kore, Vietnam, Cezayir savaşları vardır. Açlıktan ölen Biafralı çocuklar vardır.

Çağımızda bir düşünür, bir aydın, bir yazar, bir sanatçı yalnız kendinin değil, başkalarının, yalnız kendi ülkesinin değil, başka ülkelerin sorunlarıyla da ilgilidir. ilgili olmak zorundadır. Bir başka deyişle kendinden ve çağından sorumludur. Sorumluluk... İşte Sartre’ı tanımlayacak sözcüklerinden biri, ikinci sözcük özgürlüktür. Üçüncüsü ise, Umut. (Her üç sözcük de ! büyük harflerle.)

Proust, Geçmiş Zaman Peşinde’dir. Joyce Ulysse’tir. Kafka, saçma bir yazgının. Beckett, insan yalnızlığının ve kişiler arası iletimsizliğin. Yazar Poust’u romanını yazdığı günlerin toplumsal çalkantıları ilgilendirmez. Joyce, İrlanda iç savaşından sözedilmesine bile dayanamaz. Kafka, daha çapraşık bir yapıya sahiptir. Olağan; bir Çek Yahudisidir, ama Almanca yazmaktadır. Herzen ve Kropotkin okuyucudur ama bu romanlarına, öykülerine yansımaz. Sartre bu büyük yazarların tümünü önemser, ama onlardan farklı olarak, tarihsel akışın içinde olmayı seçmiştir. Yazarın özgürlüğü ve bağımlılığı boş sözcükler değildir Sartre için. Yazmak bir eylemdir ya da eylemin bir parçasıdır. “Bulantı”yı izleyen yazınsal yapıtlarında bu görüşleri ağır basar. Daha açık bir deyişle, gerek “özgürlük Yolları” üçlemesi, gerek oyunları (Kirli Eller, Kıral Kean, Sinekler, Şeytan ve Ulu Tanrı, Nekraseov, Altona Tutukluları) tezleri olan yapıtlardır.

Proust, Joyce, Kafka, Beckett, yalnız yazınsal olana sarılıp, toplumsal çalkantıların dışında gerçekleştirmişlerdir yapıtlarını. Sartre için yazın, bir amaç değil, bir araçtır. Yazınsal yaratıcılığı, bile isteye, düşünceleri uğruna “feda etmiştir.” “Gizli Oturum" gibi bir  oyunun, “Bulantı” gibi bir romanın yazarı için büyük bir özveri. Ama Sartre’ın yaşamı bu özverilerle doludur.

FELSEFE UĞRUNA HARCANAN YAZIN

Camus'ya Veda / Jean Paul Sartre

Daha altı ay önce birbirimize "O ne yapacak?" diye soruyorduk. Saygı gösterilmesi gereken bazı çelişkiler içinde kıvranırken geçici olarak suskunluğu seçmişti. Ancak o seçimlerini ağırdan alan ve seçimlerine bağlı kalan, şu seve seve beklenen adamlardan biriydi. Nasılsa bir gün konuşacaktı. Ne diyeceği konusunda en ufak bir tartışmaya girmeye bile cesaret edemiyorduk. Fakat her birimiz gibi onun da dünyayla birlikte değiştiğini düşünüyorduk: Varlığını canlı tutması için bu yeterdi.

Onunla aramız açılmıştı: Bir küskünlük nedir ki -hiç görüşmemecesine - tastamam bir başka tarzda birlikte yaşamak ve bize sunulmuş olan küçük, dar dünyada gözden yitmek. Bu, benim onu düşünmemi, bir kitabın sayfalarında, okuduğum gazetede onun bakışlarını duyumsamamı ve onun bana "O bu konuda ne diyor? Şu sırada o ne diyor buna?" demesini engellemiyordu.

Olaylara ve mizacıma göre kimi zaman sakınımlı ve üzücü bulduğum suskunluğu, ışık ve sıcaklık gibi bir gündüz özelliğiydi, ancak insansı bir özellikti bu. Kitaplarının bize sergilediği gibi -özellikle Düşüş, belki en güzel fakat en az anlaşılmış kitabıydı— onun düşüncesiyle ya da onun düşüncesine karşı, ancak hep onun düşüncesinde yaşanırdı. Bu, kültürümüzün; evrelerini ve bitim zamanını öğrenmeye çalıştığımız bir devinimin tekil bir serüveniydi.

Yüzyılın ve Tarih’in karşısında, yapıtları belki de Fransız yazınının en özgünlerini oluşturan o upuzun ahlakçılar soyunun güncel kalıtçısıydı. İnatçı, sınırlı, saf, kösnül ve soğuk hümanizmi, zamanımızın yoğun ve çok boyutlu olayları karşısında kuşku uyandıran bir savaşımı ele veriyordu. Ancak bunun tam tersine, reddettiği şeylerde ayak diremesiyle gerçekçiliğin paralarına, makyavelcilere karşı bu çağın ortasında törel gerçeğin var olduğunu ısrarla savunuyordu.

Sanki o, bu yıkılmaz savın ta kendisiydi. Biraz okunsa ve düşünülse, sıkılı yumruğunda sakladığı insancıl değerler kucaklanacaktı: Politik eylemi tartışma konusu haline getirmişti. Ya ona yaka silkilecek ya da karşı konulacaktı: Ruhsal yaşamı canlı tutan bu gerilim tek bir sözcükle kaçınılmazdı. Son yıllardaki suskunluğunun bile olumlu bir yanı vardı: Absürd'ün bu Dekartçısı ahlak anlayışının güvenli sularını terk etmeyi ve deneyimin (pratique) kesin olmayan yollarına düşmeyi reddediyordu. Bunları keşfediyorduk biz ve yine anlaşmazlıkları söylemediğini keşfediyorduk: Zira tek başına ele alındığında ahlak, kimi zaman başkaldırıyı ve yargılamayı gerektiriyordu.

sanırım birlikte oldukları tek fotoğraf karesi bu
Bekliyorduk, beklemek ve bilmek gerekiyordu: Çok sonraları bir şeyler yapabilmiş ya da kararlara ulaşabilmiş olmasına karşın Camus, ne kültürel alanımızın temel güçlerinden biri olmaktan, ne de Fransa’nın ve bu yüzyılın tarihini kendi tarzıyla betimlemekten geri durdu. Ama biz belki de onun gittiği yolu bilmiş ve anlamıştık. O her şeyi yapmış  yalnız yapıtlarıyla- ve her zamanki gibi bundan geriye, her şeyi yapmak kalmıştı. Şöyle diyordu: "Yapıtlarım benim önümdedir." Bu kadar. Bu ölümün kendine özgü utancası insan düzeninin acımasızca yıkılmasıdır.

İnsanlık düzeni bugün hâlâ bir kargaşadır, haksızlık ve güvensizlik doludur, öldürme, açlıktan ölme vardır: İnsanlarca kurulmuş, korunmuş ve uğrunda savaşımlar verilmiştir. Bu düzende Camus yaşamalıydı: Bu adam ilerlemekte, bize tartışmalar açmaktaydı, kendisi de yanıtını arayan bir soruydu; uzun bir yaşamın ortasında yaşıyordu; bizim için, kendi için, düzeni egemen kılan insanlar ve onu reddedenler için, onun suskunluktan çıkıp kararlara, sonuçlara varması çok önemliydi. Kimileri yaşlı ölür, ölümü erteleyen kimileri de yaşanım ve yaşamlarının anlamı değişmeksizin her dakika ölebilirler. Ama bizim gibi kararsız ve şaşkınlar adına, en iyi insanlarımızın tünelin sonuna varmaları gerekirdi. Bir yapıtın kişileri ve tarihsel zamanın koşulları pek seyrek olarak bir yazarın yaşamasını gerektirmiştir.

Camus’yü öldüren kazaya, "utanca" (scandale) diyorum ben, çünkü bu kaza insan dünyasının özündeki en derin gerekliliklerin anlamsızlığını gösteriyor. Camus, daha yirmi yaşındayken ansızın karşılaştığı bir kötülüğün yaşamını altüst etmesiyle saçmayı keşfetmişti - insanın aptalca inkârı. Saçmanın içine düştüğünde o dayanılmaz durumu aklından geçirdi ve işin içinden sıyrıldı hemen. Bununla birlikte bu iyileşmiş hastalık önceden kestirilemeyen ve dışardan gelen bir ölümün altında ezildiğine göre, ilk yapıtlarının kendi yaşam gerçeğini anlattığı söylenebilir. Saçma, artık ne onun kimseye ne de kimsenin ona getirdiği bir sorundur: Saçma, artık suskunluk olmayan bir suskunluk ve artık büsbütün bir hiçtir.

Buna İnanmıyorum. İnsanlıkdışı olan boy gösterdiği anda insanın bir parçası olabiliyor. Yarıda kesilmiş bütün yaşamlar -çok genç bir insanınki bile- aynı zamanda kırılan bir plak ve boş yeri kalmamış bir yaşamdır. Onu sevenler için bu ölümde dayanılması zor bir saçmalık vardır. Kolu kanadı kırılmış bu yapıdan, eksiksiz bir yapıt olarak görmeyi öğretmek gerekecektir. Camus hümanizminin içerdiği ve kibirli mutluluk arayışlarının, ölmenin insanlıkdışı gerekliliği anlamına geldiği ve bunu gerektirdiği ölçüde, bu yapıtların ve onlardan ayırt edilemeyen bu yaşamın içinde gelecek ölümlerindeki varoluşunun her anını yeniden ele geçirmek isteyen bir adamın katıksız ve yengi dolu girişimini göreceğiz.

*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre

Van Gogh & Gauguin & Rimbaud

Cassou'nın Kırk Sekiz'inde şu tümceyi okudum:

 "Flora Tristan'ın egzotik kanı ve serüvenci yazgısı , sanat ve anarşinin o soylu kahramanında, torunu Paul Gauguin'de yeniden doğacaktı."

Tatsız biçimde sarsıldım. Gauguin , Van Gogh ve Rimbaud karşısında açık bir aşağılık duygusuna kapılırım, çünkü onlar yitip gidebildiler. Gauguin kendi kendini sürdüğü o uzak yerde , Van Gogh deliliğinde yitmiş. Rimbaud ise, hepsinden daha yitik, çünkü yazmaktan bile vazgeçebilmiş.

*
J.P. Sartre

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

Sartre’ın üçlü romanında şu amaç açıks eçik gözönüne serilir: Özgürlüğü gerçekleştirmenin olanakları nelerdir? Özgürlük, insanın özüyse, insan onu her eyleminde, her yapıp ettiğinde, ve yaptırdığında görünürleştirmelidir. Hatta yaşamım hiçe saydığı eylemlerinde de; çünkü insanın yaşamını hiçe sayabilmesi, onunla oynayabilmesi, ancak özgür bir varlık olmasıyla mümkündür. İşte yaşamını ortaya koyma, onu hiçe sayma Akıl Çağı romanının ana temasını [izleğini] oluşturur.

I. La Age de Raison / Akıl Çağı




Kitabın kişileri özgürlüğü öylesine yanlış yorumlarlar ki, kararlarını ertelemeyi, kararlarında gecikmeyi özgürlük olarak anlarlar. Erteleme olanağı, kişilerin varoluşunu belirler. işte bu yanlış, ertelemeyi özgürlük sanmaları ve yaşamlarını bu olanak üzerine kurmaları, kendilerini kaçınılmaz şekilde sürekli aldatmaları sonucunu getirir. Artık kişiler olanca güçlerini, bu sapmış, tutturulamamış varoluşu haklı kılmak, savunmak için harcayacaklardır. Bu nedenle romanın ağırlık noktası, özellikle baş-kişi Mathieu'nün, arkadaşı Daniel’in ve bir zamanlar kendi felsefe öğretmeni olan Mathieu'ye hayranlık duyan Boris’in kendi varoluşları üzerinde akılcı gevezelik etmeleri olgusuna kayar. Kişiler birer aşırı varoluşçu tip izlenimi yaratırlar insanda. Yoldan çıkmışlık, dürüst-olmama sanki herbirinin benliğine işlemiş özellik gibidir. Asıl, gerçek bir yaşamın başlangıcının ertelenmesi, ileriye atılması gerektiği kanısındadırlar hepsi. Bu kararsızlık, bu erteleme, tümünün yaşamını salt bir kullanılmaya hazır olma durumuna çevirir. Özgür olma’nın yerine, özgürlük üzerine gevezelik, özgürlüğün bilinci geçer:

Mathieu: "Marcelle haklı, artık yalnızca bekleyiş [umuş] olabilmek için, bomboş, tertemiz oldum. Bomboşum şimdi, Doğru bu. Gelgelelim birşey beklemeyi de bir yana bıraktım."

Başka bir yerde: 

"Ama tüm bu olup bitenler arasında kendini kullanılmaya hazır tutmaya dikkat etmişti.
Bir eylemde. Özgür, düşünülmüş, tüm yaşamını bağlayıcı ve yeni bir varoluşun başlangıcında bulunması gereken bir eylemde (kullanılmak üzere.)

... Sanki hep başka bir yerdeymiş, sanki henüz tam anlamıyla doğmamışmış gibi geliyordu ona. Bekliyordu. Bu arada yıllar sinsice, sessiz, yavaşça gelmiş, onu arkadan
yakalayıvermişlerdi."


 Sartre, burada seçme uğrağı üzerinde duruyor. Yaşamın belirleyici bir başlangıç seçimiyle
başladığını ve seçme'nin tüm yaşamı taşıdığını vurguluyor. Ama işte bu seçme edimini ileriye atacak, erteleyecek olursak, yaşamımızı kolay kolay sürdüremeyeceğimiz gibi, kendimizi de yaşamak için kollayamaz duruma düşeriz; yaşam da kullanılmamış, elden kaçırılmış bir olanak olup akar gider.

Hiçleştirilir.

 "Başını önüne eğdi. Kendi yaşamını düşündü. Gelecek tüm benliğine işlemişti. Hep dayatan şeyler ve hep erteleme. En eski çocukluk günleri, özgür olacağım, dediği gün; büyük olacağım dediği gün, bugün o çok özgün gelecekleriyle sevimli, küçük kişisel bir gökyüzü gibi geliyorlardı ona ve bu gelecek o’ydu, o şimdi nasılsa öyle olan o; yorgun ve ihtiyarlayan; akıp giden zaman boyunca istekler yöneltmişlerdi ona, isteklerde direnmişlerdi; ve onun sorumsuz, bıkkın an'ı, geçmiş günlerin geride kalmış geleceği olduğundan berbat bir vicdan azabı duyuyordu. Onu yirmi yıl beklemişlerdi; Ondan, bu yorgun düşmüş adamdan haşin bir çocuk [kendi] umutlarının gerçekleştirilmesini bekleyip durmuştu. Bu çocuksu yeminlerin hep böyle çocuksu kalması ya da bir yazgının ilk belirtileri olması ona bağlı olagelmişti. Geçmişi, an’ın bu geçmişi düzeltmelerinin sürekli acısını çekip duruyordu. Her gün, bu eski büyüklük düşlerini aldatıp duruyordu. Ve her gün'ün yeni bir geleceği vardı. Bekleyişten bekleyişe, gelecekten geleceğe rahatça kayıp gidiyordu Mathieu'nün yaşamı... Nereye? Hiç'e doğru."


Bu varoluş, kişiyi duyumsuz bırakınca, durmadan kaçamaklar aranıyor. Kendisine sığınılan bu tür kaçışlardan biri de, bir daha geri döndürülemez, önü alınamaz birşey yapma
özlemi. 

"Ne yapıyorsam, boşuna yapıyorum; sanki eylemlerimin sonuçlarını gizlice elimden alıyorlarmış gibi.— geri alınamaz bir eylem için bilmem neler verirdim."


Boris'in kaçışı, yaşlılıktandır. Yaşlanmaktan korkar Boris, yaşlanmaya başlayınca yaşamına son vermek ister. Ama işte bu kararın da ertelendiğini görürüz. Yaşlanmanın başlangıcına atar bu kararı Boris.

Kişilerin birbirleriyle ilişkilerinin Sartre’ın «bakış»ının diyalektiğiyle belirlendiği görüşüne dönmemize gerek yok sanırım. Boris’in kardeşi Ivich’e, (baban olabilirim) diye kur yapan Mathieu, kızın yanında bulunmayacağı anda, artık onun üzerinde etkili olamayacağı bir sırada, kızın kendisini nasıl yargılayacağını düşünüp ürker. 

"Bir saate kadar serbest kalacak, beni önü alınamaz biçimde yargılayacak ve kendimi
savunamayacağım."

 Ivıch'ın özgür, serbest olması demek, yargılara varabilmesi, Mathieu'nün ise bu yargıları etkileyememesi demektir. Sartre’a göre ya denetleme ya da denetlenme anlamına gelen insanlararası ilişkinin tipik bir durumudur bu.

La Age de Raison’un tümüne egemen olan temel-durum, özgürlüğe sarılma, özgürlük üzerine gevezeliktir diyebiliriz.

Kişiler, yaşamlarına neye dayanarak belirleyici bir yön verebileceklerini bilemediklerinden, kalkıp bu özgürlüğü de yarına ayırırlar, onu ilerisi için saklarlar. Gelgelelim ertelemek, yarına ayırmak, saklamak, bir yanılgı, bir hayaldir; özgürlük saklanamaz, olsa olsa harcanır. Sinekler’de gerçekleştirilmiş eylemin sorumluluğunu yüklenme’nin, özgürlüğün belirleyici bir uğrağını [niteliğini] oluşturduğunu, bu özgürlük anlayışının oyunu sürüklediğini, ama işte oldukça soyut bir özgürlükle karşıkarşıya olduğumuzu belirtmeye çalışmıştık. Le Age de Raison’da durum daha da soyuttur; çünkü belirleyici, tayin edici bir eylemden iyice yoksun bırakılmışsınızdır bu yapıtta; kişiler belirleyici eylemlerini boyuna erteleyip dururlar; onun yerine yedek, telafi edici eylemlere girişirler. Yaşlanmakta olan şarkıcı Lola, Boris'i kendine bağlamak için bir intihar girişiminde bulunuyorsa; bu onun nihai bir karara vardığı, belirleyici bir eyleme, intihara kalkıştığı anlamına gelmez; gerçek bir intihar olmaktan uzaktır girişimi, kızın amacı Boris’i korkutmaktır yalnızca. Kararın ertelenmesi, ileri bir geleceğe saklanması, romanın, olumsuz bir eylem diyebileceğimiz ana eylemiyle, ana izleğiyle bir kez daha vurgulanır. Bağlayıcı, zorunlulaşmış, dayatan bir kararı ertelemenin olanaksızlığını,
 böyle bir girişimin boşunalığını vurgular Akıl Çağı.  Mathieu’nün kız arkadaşı Marcelle bir çocuk bekler; Mathieu, kürtaj yaptırmak için uğraşır; önce bir kürtajcı, tabi sonra da para gereklidir. Çünkü Marcelle’in çocuğu doğurması durumunda, Mathieu kendini bu çocuğa bağlayacak, herşeye hazır olma, kullanılmak üzere buyruğa amade olmak özelliğini yitirecektir. Gelgelelim Marcelle çocuğu istediğinden, aldırma girişimleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Gerçi her ikisi de çocuk sahibi olmamaya, evlenmemeye söz vermişlerdir, ama dürüstlükten uzak bir sözleşmedir bu. Mathieu'nun, Marcelle’e, kendisinin kürtaja karşı olduğunu hatırlatması, kızın tepkilerini ne denli az bildiğinin de itirafıdır; o sadece kendi bağlanmama, serbest kalma, herşeye hazır olma tasarısının içinde sıkışıp kalmıştır. Öteyandan bu gelişmeler, kadınlardan iğrenen eşcinsel Daniel'in, Mathieu'nun canına okumak için Marcelle ile evlenmesine yol açar.

Mathieu romanın sonunda: "Kimse özgürlüğümü engellemedi, yaşamım onu [özgürlüğü] emip bitirdi". derken, özgürlüğün ertelenecek, ileriye saklanacak birşey olmadığını
anlamış görünür.

Bağlanmama, sorumluluktan kaçma şeklinde anlaşılan özgürlük hamlığın, olgun olmamanın bir belirtisi. Bu romanın kişilerinin çoğu olgunluğa erişememişlerdir. Bu bağsız, sorumluluktan uzak yaşama tarzının ne demek olduğunu yavaş yavaş kavrayan Mathieu için «olgunluk çağı» başlar.

II. Bekleyiş / Le Sursis




The Roads to Freedom (?)









İki sene önce Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesini üç dört günde şölen duygusu içinde okumuştum ve bir televizyon uyarlaması - mini dizi - yapılsa harika olur diye düşünmüştüm. Meğer varmış: 1970'de, Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesi BBC tarafından televizyona mini bir dizi olarak uyarlanmış, yorumlara bakılırsa belleklerde iz de bırakmış yapım, ama o tarihlerden beri ne internette hakkında herhangi bir bilgiye ulaşmak mümkün, ne dvd olarak satışta; bağlantıdan akibeti hakkında bilgi edinebilirsiniz. 

Ben 70 yapımı uyarlamasını merak ettiğim kadar, yeni bir mini dizi uyarlaması için de, ki hakkını verecek ellerde olağanüstü bir iş çıkabilir, merakla beklemedeyim. 



ÖZGÜRLÜK LABİRENTİ




Les Chemins de la Liberté dört romandan kurulmuştur: L'Age de Raison, Le Sursis, La
Mort dans l’Ame ve La Dernière Chance. L’Age de Raison, romanın kahramanı Mathieu’nün,
sevdiği kadına kürtaj yaptırmak için para arayışını anlatır. Mathieu’nün sevgilisinin adı Marcelle’dir. Anlatılan olaylar 1938 yılında yer almıştır. Le Sursis’de Münih buhranı, La Mort Dans L’Âme’da ise Fransa’nın düşman eline geçişi söz konusu edilmiştir. Dört yapıt boyunca aynı tiplerin serüvenlerini anlatan hikâye, bu romanların sonuna kadar devam eder gider.

 Les Chemins, insanların dopdolu bir varlık ve inanç arayışlarının ve bu arayış içinde özgürlüklerini benimseyişlerinin ya da inkâr edişlerinin hikâyesidir. Sartre L’Etre et le Néant’da, bu arayışın, insan bilincine özgü bir şey olduğunu söylemiş ve Bulantı’da, aynı arayışın tasvirini yapmak istemişti. Ne var ki, Bulantı’da, insan tasarısının bomboşluğu soyut bir biçimde göz önüne serildiği halde, Les Chemins’de çeşitli insanların bu amacı çeşitli biçimlerde gerçekleştirme çalışmaları anlatılmıştır. Sartre bu romanlarında, bilincin üç ana tipi olarak kabul ettiği biçimleri incelemiştir. Bu üç biçim şunlar- Sartre'ın dört kitaptan oluşan ırmak-romanıdır: Etkinliği olmayan aydın (Mathieu), Daniel ve komünist (Brunet). Bunların yanı sıra, birtakım küçük tiplerin de çözümlemeden
geçirildiğini ve yerine «oturtulduğunu» görüyoruz. 

Bu üç tipin en basiti Daniel’dir. Daniel, tıpkı Roquentin gibi öz-varoluşunun kaypaklığından tedirgindir. Bilincinin hiçliğini, sürekli ve sağlam bir nesnemsi varlık haline sokmak istemektedir. Sartre’ın tasvirleri yerindeyse, hepimizin ortaklaşa duyduğu bir eğilimin Daniel’de sürekli ve bilinçli bir uğraş şeklinde bulunduğu söylenebilir. Daniel, hayatı, günlük insan amaçlarının izlenmesi olarak değil de, içeriği her zaman değişebilen ama biçimi hiçbir zaman değişmeyen bir tasarı olarak görmesi bakımından, Roquentin’e benzemekte ve Les Chemins’deki öteki karakterlerden ayrılmaktadır. Düşünme gücü, ona, belli bir yapının her zaman varolduğunu duyurmaktadır. Ama Roquentin, yapmış olduğu bu felsefî keşfin orta yerinde durup kendini dünyadan ayrı tutmakla yetinirken Daniel, aynı keşif yüzünden bir sinir hastası olarak ortaya çıkmaktadır. Daniel, metafizik susuzluğu bir saplantı ve felsefî yukardan-bakışı bir psikanaliz sezgisi haline gelmiş olan bir Roquentin’dir. Daniel’in hikâyesi, metafizik bir incelemeden çok, Freud’cu bir hastalık olayı niteliği taşımaktadır. 

Daniel, «bir meşe ağacının meşe ağacı olduğu gibi bir homoseksüel olmak» ister. Bununla birlikte, benliğinin bu kötü alışkanlıkla tepeden tırnağa çakıştığını ve bir olduğunu hiçbir zaman duyamaz. Kötü alışkanlığına, yani homoseksüelliğine her zaman biraz uzaktan bakar. Her zaman bir gözlemci ya da bir olabilirliktir Daniel. Alışkanlığı ile çakışmağa kalkıştığında, bu davranışı bir kendi-kendini-cezalandırma haline gelir. Böylece kendi içinde, acı çeken ve acı çektirenin birliğini yaratmak amacındadır. Bu çeşit kısmî bir intihar, aynı zamanda, özgürlüğünün de ortaya çıkışı olacaktır. Nitekim Daniel, kendine ve Mathieu’ye, insanın, istediğinin tam tersini yapmasının özgürlük olduğunu söyler. Bu aynı zamanda, geçici bir süre için de olsa, kaypak bilincin kendi kendisiyle çakışır hale getirilmesidir. Demek ki, paradoksal bir biçimde, insan kendisinin bir nesne haline dönüşmesini ve acı dolu bir süre haline gelmesini isteyebilir. Daniel, özgürlüğü, özgürlüğün tam karşıtında bulmaktadır.

Ama kendine acı çektirmesi de hayal kırıklılığına uğratır onu. Tiksindiği Marcelle ile evlenir ve evliliği, dayanılmaz bir yaşama biçimi olarak duyar. İğrenç bir nesne olarak görülüşünün sağlayacağı tadı alabilmek için bir tanık arar ve Mathieu’yü bularak ona en gizli sırlarını açar. Ama Mathieu, sert bir tanık olamayacak kadar aklı başında ve hoşgörü sahibi bir kimsedir. Daniel, dinsel yaşantıda daha doyurucu bir çözüm yolu bulur. Tanrının kendisini gördüğünü anlayıp çarpılır sanki. Artık, bütün kötü alışkanlıklarını bir nesne haline dönüştüren ve birer sağlam varlık haline getiren suçlayıcı bakışı bulmuştur; Tanrının bakışıdır bu. Ama bu da, Daniel’in sonu gelmez arayışlarının bir aşamasıdır sadece. Daniel, üçüncü cildde (Paris’in düşüşü), kendisine en uygun kimse gibi görünen küçük Philippe ile karşılaşır. Philippe tipi, Sartre’ın Baudelaire üzerine düşündüklerinden türetilmiş bir tiptir. Sartre, bu düşüncelerini, Baudelaire üzerine yazdığı «varoluşçu psikanaliz» incelemesinde ileri sürmüştür. Daniel, delikanlıyı avucunun içine alır ve düşmanla işbirliği yapmaları için harekete geçer.

Bu incelemeler sağlam ve güçlüdür. Sartre’ın anormal durumları iyice bildiğinden şüphe edilemez. Ama Sartre da, tıpkı Freud gibi, anormalde, normalin aşırı durumlarının ortaya çıktığını düşünür. Sartre’ın en korkunç kahramanları, ya doğrudan doğruya (Daniel), ya da yarı- simgesel bir biçimde (Charles), özgürlük karşısında insan yüreğinde beliren tedirginliği anlatmak için ele alınmışlardır. Herhangi bir kimsenin ruhsal durumunu tasvir edebilmek için Sartre da, tıpkı Freud gibi, kendisinden yararlanabileceği bir zihin tasviri ya da mitolojisi kullanır. Ama bir psikanalizci olarak Sartre, her zaman Descartes'çı olarak kalır. Sartre, Esquisse d ’une Théorie des Emotions' adlı yapıtında şöyle yazıyordu: «Her psikanalizin çelişken tarafı, fenomenler arasında hem bir nedenlik bağlantısının,
hem de bir kavrayış bağlantısının bulunduğunu ileri sürmesidir.» Sartre, bilinçte ortaya
çıkan bir şeyin, ancak bilinç dolayısıyla bir anlam kazanabileceğini ileri sürer. Psikolojik anormallik, öznenin dünyayı kendine maledişinin özel bir «biçimi» ve yine öznenin bile bile kullandığı bir simgeliğin (sembolizmin) sonucu olarak anlaşılmalıdır.

Bir Freud’cu, Daniel’in homoseksüel olmasından dolayı duyduğu kabahatlilik duygusunun,
kendisine eziyet etmesi sonucunu doğurduğunu söyleyebilir. Oysa, Sartre, bu durumu, Daniel’in önceden yaptığı ve yarı yarıya bildiği bir tasarı şeklinde anlar ve açıklar. Daniel bu hayat biçimini, yani homoseksüelliği bile bile seçmiştir. Son sözü söyleyen daima öznedir. Psikanaliz yapanlar da bunu bilirler. Ama iş kurama gelince bu gerçeği unuturlar. Sartre, böylece, bilinç-dışı zihin kavramını reddeder. Ama bu kavram yerine, bir başka kavramı ileri sürer. Sartre’ın ileri sürdüğü bu önemli kavram, insanın kendi kendisini yarı-bilinçli bir halde ve iyice düşünmeden aldatması demek olan «kötü-niyet»dir. (mauvaise foi). Sartre, metafizikçi, ahlâkçı ve psikanalizci olarak hep aynı araçlarla çalışır; zihin hakkında kabul etmiş olduğu aynı tasviri her alanda kullanır. Özgürlük temel olduğuna göre, psikanaliz ile ahlâklılık arasında hiçbir çatışma yoktur.

Sartre’ın okurlarına sunduğu ikinci bilinç tipi komünist Brunet’dir. Daniel, hasta bir bilin'çle içeriği hiçbir zaman olduğu yerde durmayan ve daima değişen bir tamamlanışın peşindeyken, Brunet, hiç düşünmeden kendini somut bir tasarı ile özdeşleştirmektedir. İlk iki cild boyunca ve üçüncü cildin büyük bir kısmında Brunet, basit ve körükörüne inanmış bir parti üyesi olarak görülmektedir. Evren, Marxist çözümlemenin dediği biçimde sağlam ve güven verici bir şeydir, Brunet için. Brunet’nin kendisi de, işlevi tarih tarafından belirlenmiş bir Parti aracıdır. Brunet bu konularda düşünmez; sadece hareket eder. Hattâ niçin Parti’de olduğunu bile düşünmeğe kalkışmaz. «Ben bir komünistim, çünkü komünistim, hepsi bu kadar işte!» der. Daha sonraki gelişmesi çok ilgi çekici bir kimse olan Brunet, Les Chemins’in ilk bölümlerinde kaskatı bir insan olarak ortaya çıkar. Ama yazarın bu tipi
sevdiği ve ona saygı duyduğu bellidir.

 İlk üç cildin bütün serüvenleri, bu romanların merkezi sayılabilecek olan Mathieu çevresinde geçmektedir. Mathieu, içebakış metodunu en geniş biçimde kullanan bir psikanaliz gözlemcisidir. Roman, onun dilinden yazılmıştır. Mathieu'nün, Sartre’ın kendisi olduğundan şüphe edilemez. Mathieu, Daniel’in bile bile kendini alçaltan sapık karakteri ile Brunet’nin 'çocuksu ama bağımlı mizacı arasında yer almaktadır. Bu iki tip de Mathieu’yü etkiler. Mathieu, Daniel’in nedensiz davranışına (acte gratuit) ilgi duyar; Brunet’nin güven dolu bağımlanışını denemek ve yaşamak ister. Daniel, Mathieu’ye, Marcelle ile evlenmesi gerektiğini telkin ettiği zaman, ona kötülük yapmak istemekle kalmaz, aynı zamanda kendisinin gerçekleştirmek istediği bir kurtuluş programını da benimsetmek ister (kedilerini boğmağa kalkışması) ve bu programı, daha sonra, Marcelle ile evlenerek gerçekleştirir. «İnsanın, istediği bir şeyin tam tersini bile bile yapması kadar eğlendirici bir davranış yoktur. Bunu yapan insan, kendisinin bir başka insan haline geldiğini duyar.» Brunet’nin de Mathieu'ye sunduğu bir program vardır. Bu program gereğince, Mathieu’nün komünist partisine katılması gerekmektedir.

 «Özgür olmak için her şeyden yüz çevirdin. Bir adım daha at, özgürlükten de vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin.»