Barışa Bağlanmak / Sartre

JEAN-PAUL SARTRE'IN BARIŞA BAĞLANIŞI

Vincent von Wroblewsky




İkinci Dünya Savaşı, tutukluluk (Fransa ile Almanya arasındaki savaşın resmen sona erdiği 22 Haziran 1940 Ateşkes Antlaşmasından bir gün önce, 35. yaş gününde tutuklanmıştı) ve direniş (onun daha sonraki yaşamını belirleyen deneyimler) Sartre'ı siyasal bağlanıma götürdü.

Altmış yaşındaki Sartre, o günleri şöye anımsıyor: 

"Savaş yaşamımı tamamen iki parçaya bölmüştü. Savaş ben 32 yaşındayken başladı ve 40 yaşıma geldiğimde bitti. Bu, yaşamımda bir dönüm noktası oluşturdu: Savaştan öncesi ve savaştan sonrası. Bu gelişmeler beni, ilkin, içeriklerinde toplumla ilişkinin daha çok metafizik olduğu Bulantı gibi eserlere, daha sonra da yavaş yavaş diyalektik akılcılığın eleştirisine yöneltti."

Savaşın da etkisiyle, sosyal konulara karşı artan eğilim, Sartre'ı savaş ve barış sorununu sosyal-politik bağlamından ayırmadan ve birincil olarak ahlaki temellerden hareket etmeksizin izlemeye yönlendirdi. Böylece Sartre'ın Bulantı'da usta bir biçimde edebi olarak işlediği korku'da olduğu gibi, tipik varoluşçu kavramlar tamamen değişik, somut bir görünüm kazandılar. Atom bombasının Hiroşima'ya atılmasından sonra Sartre, insanlığın belki de en son savaşının olanaklarını yaratacak bir korkudan söz ediyor. Çünkü böyle bir şey, insanlığın kendi kendini yok etmesiyle sonuçlanabilir.

Öte yandan Sartre'ın görüşüne göre, Traugott Königin de önemle belirttiği gibi, "bu öldürücü tehlike, belki de insanlığın besleyebileceği en büyük umudu da kendi içinde taşiyor." 

Sartre şöyle yazıyor: 

"...Bir vuruşta bugün yüz bin insanı öldüren ve yarın milyonları öldürecek olan bu küçük bomba, bizleri birden bire sorumluluklarımızla karşı karşıya getiriyor. Ve eğer insanlık yaşamını sürdürecekse, bu onun sadece doğmuş olmasından değil, aksine onun yaşamını sürdürmeye kararlı olmasındandır. Artık insan soyunun ayrıcalıklığı diye bir şey yoktur. Atom bombasının koruyuculuğunu üstlenmiş olan topluluğun, doğa zenginliğinin üzerinde bir yeri vardır. Çünkü kendi yaşamı için olduğu gibi, kendi ölümü için de sorumlu olan odur. O, her gün, her dakika yaşamaya hazır olmalıdır. îşte bugün korkudan bunu anlıyoruz."

 Korku, yaşam —ölüm ve sorumluluk, böylece, artık birincil olarak tek tek kişilere ve onların duyarlılığına bağlı olmayan— bambaşka bir boyut kazanıyor. Sartre, korkudan kolektif sorumluluğa geçişin, yalnızca insanlığın fizyolojik varlığının devamı için değil, aynı zamanda ve özellikle insan olmanın niteliği için ne denli önemli olduğunu vurguluyordu:

"Dünyanın sonuna inanmıyorum ve böylesi bir savaşa inanıp inanmadığımı dahi bilmiyorum. Savaş başlamadan önce belki daha yirmi yıl elli yıl geçecek. Eğer biz tüm bu zamanı beklemekle geçirirsek, eğer elli yıl boyunca korkunun alaca karanlığında yaşamaya devam edersek, yaşam konusunda harekete geçmek için gelecek anlaşmazlığın sonucunu beklemek gerektiğine kendimizi inandırırsak, o zaman atom bombasını üçte iki oranında gereksiz duruma getirmiş oluruz, çünkü artık öldürecek insan kalmaz, bu iş çoktan bitmiş olur."

1946 sonlarında yazılmış bu sözcüklerde, temel varoluşçu düşüncelerin bireysellikten toplumsallığa kayışının bir devamı sezilmektedir. Kendi kendini aldatmanın temelsiz, inandırıcılıktan uzak ve dürüst olmayan varlık biçimi, burada Sartre tarafından »biz« biçimine dönüştürülür ve bununla da doğrudan çağdaşlar ya da insanlık kastedilir. Çünkü Sartre'a göre, öldürücü olan yalnızca bomba değil, ama aynı biçimde, sonuçta anlamsız ve içeriksiz bir varoluş da öldürücüdür. Başka bir deyişle, yaşamın korunması savaşımı ile insan onuruna yaraşır bir yaşam savaşımı birbirinden ayrılmaz.
Bu iki gerekçe Sartre'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası düşünce ve davranışlarında belirleyicidir. Onun kendi çelişkileri uğraşlarına da yansır: Egzistansiyalizm ve Marksizm. Yani, Sartre'ın anlayışına 
göre bireysel-insansal özgürlükler ve zorunlu toplumsal değişiklikler sorunlarını birbirleriyle uyumlaştırmak gerekir.  Sartre, zor kullanım, kurtuluş, politika ve ahlâk ilişkileri ile bireyin, özellikle de yazarın sorumluluğu sorunlarına çözüm arıyor.

Sartre, 1 Kasım 1946'da Paris Sorbonne Üniversitesi'nde UNESCO'nun kuruluş yıldönümü nedeniyle "Yazarın Sorumluluğu" konusunda bir konuşma yapar. O konuşmasında, daha sonraları Edebiyat Nedir de etraflıca ortaya koyacağı (burada yazarın bağlanımını ve böylece bağlanma edebiyatının zorunluluğunu gerekçelendirir) çeşitli düşüncelerini dile getirir. Ona göre, yazarın sorumluluğu içine, diğer şeylerin yanında, zorbalığı; mahkûm etmek için, baskı altındaki sınıfların ve insanlığın
konumundan mutlaka tavır almak da girer. Burada Sartre'ın bakışı, ekonomik olarak sömürüye dayalı« bağlamlardan çok, politik ilişkilere ve onların ahlâkça değerlendirilmesine yöneliktir. 

Sartre, konuşmasını, gelecek yılların ana motifini oluşturacak şu tümceyle bitirir: 

"Biz yazarların engellemesi gereken şey, elli yıl sonra, onlar dünyanın en büyük felâketinin gelişini gördüler fakat sustular sorumluluğunun suçluluğa dönüşmesidir."

ikinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan soğuk savaş yılları ile Kore Savaşı'nı Fransa'nın Hindicin ve Cezayir'deki sömürge savaşlarını, daha sonra da ABD'nin Vietnam'a karşı yürüttüğü, sürekli bir atomsal dünya savaşı tehlikesi taşıyan savaşı takip eden yıllar, Sartre'a sesini çıkarması için yeterinden fazla olanak tanıdı, o da gür, anlaşılır, cesur ve etkili biçimde sesini yükseltti. Doğal ki, Sartre için bu bağlamın, bir öğrenme ve yeni araçlar deneme süreci olduğu gibi, aynı zamanda yeni deneyimlerin, yanılgı ve yanılsamalardan kurtuluşun da bir kaynağı oluyordu. Sartre'ın barış konusundaki bağlanımı, onun Kasım 1945'te yayınladığı "Les Temps Modernes" dergisinin ilk sayısından itibaren izlenebilmektedir. Ancak kısa süre sonra o, bu biçim politik etkinlikle yetinmedi, politik eylemin daha dolaysız olanaklarını araştırdı ve bunu ilkin, yönetim komitesine Şubat 1948'de katıldığı "Rassemblement Démocratique Lévolutiornaire'de (R.D.R.) buldu. Bu "Devrimci Demokratik Kitle Hareketi"nin Şubat 1948'deki kuruluş çağrısından önce yayınlanan "Uluslararası Kamuoyuna îlk Çağrı"da şöyle deniyordu: "Aramızdaki görüş ayrılıklarına rağmen, acil tehlike nedeniyle biraraya gelen ve sizlere bu çağrıyı yönelten bizler pasifist değiliz. Aksine biz pasifizmi savaştan genel olarak kaçındığı için, soyut ve etkisiz olduğu için, ve savaştan her ne pahasına olursa olsun kaçındığı için suçlu buluyoruz. Biz barışı her şeyin üstünde de tutmuyoruz. Ancak biz, tarihi insanın yapacağına ve bu saçma, hiçbir şekilde haklı gösterilemez savaşın engellenmesi zorunluluğuna inanıyoruz."

Sartre'ın da imzaladığı R.D.R.'nin kuruluş çağrısında, dünya düzeyinde toplumsal değişikliklerin zorunluluğu bilinci dile gelir: "Kapitalist demokrasinin yetersizlikleri nedeniyle savunma ve anti-faşist birlik kaçınılmaz olur. Salt liberal araçların başarısızlığı sosyalist çözümü her tarafta gündeme getirmiştir. Sömürge ülkeler halklarının uyanması ve baskıya son verilmesiyle özgürlükler, tüm özgürlükler ilan edilmeli ve yaşama geçirilmelidir..." Sömürge halkların özgürlüklerinin sağlanması isteminde ifadesini bulan sömürgeler sorunu, Sartre'ın kişisel gelişiminde kuruluş çağrısı dönemi dışında da oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bir başka nedenle 1948 yılında biraz daha
kalmakta yarar var. 80'li yılların başları ile benzer yanları olan bir durumdan hareket eden bazı Avrupa'lı aydınlar, Avrupa'nın dünyadaki yeri ve rolü konusunda düşünceler geliştirdiler, ki bunlar birçok yönleriyle günümüzdeki düşüncelere benziyorlar.



İkinci Dünya Savaşı dünyayı köklü değişikliklere uğratmıştı. Fransa, "grande nation" olarak rolünü yitirmiş, Büyük Britanya'nın önemi büyük ölçüde kaybolmuş, Japonya yerle bir edilmişti, Almanya ise, uluslararası politikada artık aktif bir faktör değildir. Sömürgeciliğe karşı özgürlük savaşları Asya'da ve Afrika'da hızlanmıştı. Hitler'e Karşı Koalisyonun da kabul ettiği gibi, Alman faşizminin ezilmesinde en büyük payı olan Sovyetler Birliği bundan böyle büyük güç olarak ABD'nin karşısına çıkıyordu ve sosyalist ülke olarak da artık yalnız değildi, yanında Doğu ve Orta Avrupa'daki birçok halk 'demokrasileri vardı.


Gelecekteki dünya politikasını büyük ölçüde belirleyecek iki büyük güç artık karşı karşıya idiler ve aralarındaki ilişki kısa zamanda işbirliğinden çok sürtüşmeye dönüştü. Ayrıca, sadece onlar atom bombasına sahiptiler. Ağustos 1945'te Nagazaki ve Hiroşima'ya Amerikan atom bombalarının atılması, yalnızca ve birinci derecede İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdirilmesinin hızlandırılmasını amaçlamıyordu; daha çok, savaş-sonrası politikası açısından (o zamanlar henüz atom bombasına sahip olmayan) Sovyetler Birliği'ne yönelik bir güç gösterisiydi. Nitekim, Roosevelt'in halefi Truman bunu Postdam görüşmelerinde bilinçli olarak kullanmıştı. Bu oluşum içinde 1948'de birçok Avrupa ülkesi, akıl almaz derecede kitle yıkımı araçlarına sahip, aralarındaki ilişkileri günden güne soğuyan ve her an sıcak savaşa dönüşebilecek bir savaş karakteri taşıyan iki büyük güç arasında kaldıklarını gördüler.

Sartre, bu savaşın yeni karakterini şöyle vurguluyordu:

"Günümüzde olası bir savaş ta başından bir dünya savaşı olacaktır. Bizim artık insiyatifimiz kalmadı. Yeryüzünde iki büyük güç çarpışıyor. Savaşı kabullenmek, vasallığı kabullenmek demektir. Savaş içinde ve savaş nedeniyle özerkliğimizi kesinkes yitireceğiz, ordularımız yurtdışından emir alacak ve hatta kendi silâhlarımız kendimize ödünç verilecek... Ulusal bağımsızlığımızı yalnızca barış içinde koruyabiliriz. Zorunlu olduğunda bağımsızlık savaşından yanayız ve bu nedenle günümüzde bağımsızlığı barış yoluyla kazanmak istiyoruz."

Sartre, geniş kapsamlı "Toplumcular ve Barış" analizinin özünü şöyle dile getiriyor: "Sovyetler Birliği'ne karşı savaşmamız isteniyor. İyi ama, niçin? Soruyu bizim savaş kışkırtıcılarına yöneltelim. Yanıtı fazla beklememize gerek kalmayacak, çünkü onlar bize şöyle diyecekler-. Ruslar güzel Fransa'mızda "bölücüleri" besliyorlar. Bırakalım desinler. Fransa'yı SSCB ile bir anlaşmazlığa sürüklemek isteyen kimse, genelinde işçi sınıfına karşıdır, iddia ediyorum ki, SSCB'ne karşı savaş yürütmeye hazır olanların esas amacı kendi ülkelerindeki işçi sınıfına karşı savaş yürütmektir."

Sartre tarafından burada kurulan, barışın korunması, işçi sınıfı, toplumcular ve Sovyetler Birliği arasındaki nesnel bağ, onu daha 1948'lerde RDR çerçevesi dışına çıkarır ve ondan kopuşun ilk adımını oluşturur. R.D.R.'in önde gelen kurucu üyelerinden David Rousset'nin "Les jours de notre mort" ("Ölümümüzün Günleri") adlı yapıtında, (70'li yılların sonu ile 80'li yılların başında "Yeni Filozoflar"ın yaptığı gibi) komünizm ve faşizmi eşdüzeye koymasıyla birlikte bu kopuş gerçekleşti.

R.D.R.'in toplumculuğa karşı bir konuma düşmesiyle başlayan bu kopuş, Sartre'ı toplumculukla yeniden ve esaslıca ilgilenmeye ve böylece toplumcularla ilişkilerini daha tutarlı belirlemeye yöneltti, O zamanlar da felsefî temel eseri olan L'Etre et le Néant'ın (Varlık ve Hiçlik) peşinden yazmayı düşündüğü "Moral"i yazmaktan vazgeçti ve kendini tarihin, diyalektiğin ve pratik davranışın sorunları konularına verdi.

1952 yılı, belirleyici bir dönüşüme, Sartre'ın FKP politikasına ve Sovyetler Birliği'ne en çok yaklaştığı, ilkin 1956 yılına kadar sürecek olan bir safhanın başlangıcına sahne olur. Sartre, 1952 başlarında, Henri Mortin'in tutuklanmasını protesto eder ve Hindicin Savaşı'na karşı bildiri dağıttığı gerekçesiyle tutuklanan bu deniz erinin kurtarılması için kurulan komiteye girer.

Ayrıca "Toplumcular ve Barış" konulu kapsamlı yazı serisi de bu gelişmeyi kanıtlar.

Bu metin, Sartre'ın pratikteki kararlı tutumu ve dünya barış hareketi içindeki bağlanımı, kendisinin Maurice Merleau- Ponty, René Etiemble ve Clara Lefort gibi uzun yılların dost ve çalışma arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin kopmasına yol açar. Albert Camus ile yollarının ayrılmasının temelinde de daha çok aralarındaki politik görüş farklılıkları yatar.

Sartre 12-19 Aralık 1952'de Viyana'da Dünya Barış Kongresi'ne katılır. Kongre'nin açılışında yaptığı konuşmasında, politik temsilci olsun (ya da kendisi gibi) olmasın, değişik uluslardan insanların biraraya gelmelerinin önemini şöyle dile getirir: "...Egemenliğin halka ait olması dolayısıyla, yönetilen bizler, istemlerimiz konusunda anlaşacağız ve ülkelerimize döndüğümüzde, ulusal çerçevede her halkın, her birimizin ortak arzusunu dile getireceğiz, işte o zaman, hükümetin halkın hizmetinde mi, yoksa halkın onların hizmetinde mi olduğu açıkça görülecektir."

Barışı seçme şansı, Sartre için otuz yıl önce (ki bu gün aynı şekilde bizler için de geçerlidir), farklı toplumsal düzenli devletlerin barış içinde bir arada yaşamaları ilkesini, uluslarası politikalarının temeli yapmaları anlamına gelmektedir. Sartre'ın açıkladığı durum güncelliğinden hiçbir şey kaybetmedi:

"Kapitalist devletler ile, sosyalist devletlerin bir arada varolmalarının ekonomik olarak olanaksız olduğu kanıtlanabilseydi, yani sistemlerden biri içinde yaşayan halkların çalışabilmeleri ve karınlarını doyurabilmeleri için diğerlerini yoketmeleri gerekseydi, o zaman onlar arasında savaş kaçınılmaz olurdu. Ancak hiç kimse böyle birşey söylemiyor. Sosyalist ülkelerin temsilcileri bize, barışı istediklerini ve bir arada yaşamanın olanaklı olduğunu açıklıyorlar."

 Sartre daha ayrılışından önce verdiği demeçte, kongreye katılışını ve en önemli politik istemlerini şöyle açıklıyordu: Doğu-batı ilişkilerine dayanan barış içinde birlikte yaşama, Hindiçin'deki sömürge savaşının son bulması, Çin'in Birleşmiş Milletler'e alınması.

23 Aralık 1952'de Paris hipodromu "Velodrom d'hiver"de büyük bir miting yapılır ve burada Viyana Dünya Barış Kongresi'ne katılan tanınmış kişiler konuşmalar yaparlar. Sartre da konuşmasında şu açıklamayı yapan "Burası bana olağanüstü bir deneyim kazandırdı. Gençliğimden bu yana bana umut veren üç olay olmuştur: 1936 Halk Cephesi, Kurtuluş ve Viyana Kongresi."

Sartre'ın Viyana Kongresi'ne katılımı, kendisinin Fransız Barış Konseyi ile Dünya Barış Konseyi içinde yer alacağı etkinliklerin başlangıcını oluşturuyordu; bu da, kendisinin FKP'yle ilişkilerini yeniden belirlediği 1956'dan sonra da devam etti.

1954'te Berlin'de yapılan Dünya Barış Konseyi Olağanüstü Toplantısı'nda "H-Bombasi: Tarihe Karşı Bir Silâh" konulu bir konuşma yaptı. Sartre, konuşmasında, zamanımızın tipik iki olayı olarak tanımladığı şu iki olguyu inceler: Halk orduları ve atom bombası. Daha da, "Armées populaires"in, ilkin özellikle îkinci Dünya Savaşı sırasında "işgal altındaki Avrupa'da Sovyetler Birliği'nde, daha sonraları da Çin ve Hindiçin'de", ortaya çıktığını ve "halkın desteklediği bir savaşın tüm yükünü üstlendiklerinden, Bu orduların barışı elde etmelerinin, onların kendi bir özelliği" olduğunu vurguladı. Çünkü "halk savaşı bir saldırgana, bir işgalciye veya bir sömürgeciye karşı yürütülür. Halk ordusu mahallinde oluşur, bazen de geri çekilen ya da yenilip kaçan bir ulusal ordunun yerini alır. Halk savaşı, yalnızca savunma ve kurtuluş savaşı olabilir..." Ancak, önde gelen emperyalist güçler, atom bombasıyla, (o zamana kadar onlarsız, "konvansiyonel" savaşların yürütülemediği) halk yığınlarından bağımsız bir savaş tehdidi yapabilecekleri bir araca sahip oluyorlar. " Savaş kendini insanlardan bağımsızlaştırmakta ve artık önüne, ona katılan ve altında acı çeken yığınlarca set çekilememektedir.

Daha düne kadar sınıflar, ordular içinde karşı karşıya gelirken, bu gün savaş, yani atom savaşı, birkaç imtiyazlının ve onların paralı askerlerinin elinde bulunuyor." Bunlar, insanlık soyunu yok etme tehdidiyle tarihin akışını durdurmaya çalışıyorlar; tarihi belirleyenleri yok ederek, tarihi ortadan kaldırmaya ve insanın kendini değiştirmesini engellemek için insanı yok etmeye hazırdır bunlar. Sartre, "bomba"yı temel alarak yukardaki düşüncelerini bu anlamda şöyle genelleştirir:

"Bomba, şu alternatifi dayatmak isteyen, tamamen insanlık düşmanı bir politikanın gerçek gelişiminin temelini ve özünü oluşturmaktadır: Statüko veya tamamen yoketme."

Sartre 26 Haziran 1955'te Helsinki Barış Konferansı'nda yaptığı konuşmada, soğuk savaş yardımıyla statükoyu muhafaza etme ve onu emperyalizmin yararına değiştirme çabalarına karşı çıkar. H-bombası ile yığınların barış arzusu arasındaki bağı şu sözlerle dile getirir: H-Bombasının bir çeşit olumsuz evrenselliği vardır, çünkü onun etkileri her tarafa ulaşabilir. Bu olumsuz evrensellik, doğrudan olumlu bir evrenselleşme hareketi ortaya çıkardı. Sürekli evrensel tehlike, zamanın bu bulanık ifadesi, insan soyuna somut, açık bir duyarlılık kazandırdı. însan soyu artık biyolojik değil aksine tarihsel, toplumsal ve politik bir tanımdır. Bu da, değişik çıkarlar ve inançlar nedeniyle ayrı, ancak aynı tehlike ve faciayı her ne pahasına olursa olsun engelleme ortak arzusu nedeniyle birleşmiş olan yüzmilyonlarca insandan oluşuyor..." Sartre, sözlerinin devamında, sözkonusu olanın yalnızca atom bombasının yokedilmesini istemek olmadığını, aynı zamanda dünyayı değiştirmenin ve barış istemenin gerektiğini, çünkü soğuk savaşın ulusların iç yapısına kadar etki eden uluslararası ilişkilerin bir yapısı olduğunu söyler.

Sartre ayrıca, ulusların bağımsızlığından ve egemenliğinden yana tavır alır ve bu bağlamda sömürgecilik çağının sonunun geldiği gerçeğini vurgular. Sartre konuşmasının sonunda barış
için savaşım ile özgürlük için savaşım arasında bir ilişki kurar; böyle bir şeyse, bu "özgürlük" ile "kapitalist sistem'in, "barış" ile de "toplumculuğa karşı savaş"ın kastedildiği, demogojik "özgürlük içinde barış" sloganından kesin farklıdır: "Barış... her ulusun bağımsızlığına kavuşmasını, karşılıklı saygıyı ve eşit koşullarda bir arada varolmayı gerektirdiği için, gerek Doğu'da, gerek Batı'da tek bir anlamı olabilir.- Barış, uluslar için, insanlar için, kendi yargılarına egemen olma olanağıdır, tek kelimeyle özgürlüktür barış. Bence girişimimizin ortak anlamı şudur.- Biz barış yoluyla özgürlüğü kurmak ve halklara özgürlüklerini vermek istiyoruz."

Sartre, daha sonraki yıllarda, halkların bağımsızlıkları, özellikle de Cezayir halkının sömürgelikten kurtulması için ve dünya barışının korunması için politik etkinlik gösterir. Uluslararası önemli toplantılarda konuşmalar yapar, barış savaşımı içinde etkin olan, Ilya Ehrenburg ve Bertolt Brecht gibi diğer yazarlarla ilişki içinde bulunur.

Sartre 9-14 Temmuz 1962'de Moskova'da Genel Silâhsızlanma ve Barış İçin Dünya Kongresi'ne katılır. "La démilitarisation de la cultura" konulu konuşmasında, barış içinde bir arada yaşama ilkesinin kültürel alana uygulanmasını savunur ve kültürlerin barışçıl bir yarışma içinde, yani kendisinin bütünlükle onayladığı düşünsel bir mücadelede, Marxçılıgın kendi üstünlüğünü kanıtlayacağı inancını dile getirir.

Sartre altmışlı yıllarda sürekli olarak, emperyalist atom tehdidi karşısında yazarın sorumluluğunu vurgular. Örneğin, 1965 Helsinki Barış Konferansı sırasında bir söyleşide şunları
belirtir: 

"Yazar çağının tanığıdır ve bu görevini yerine getirebildiği ölçüde çağının önemli sorunları konusunda tanıklık edebilir. Bugün bir yazar, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz, atom bombasının bizleri öldürebileceği gerçeğine gözlerini kapayamaz. Bunu yapamaz, çünkü çevresindeki insanlar bu tehlikenin bilincindedirler, kendisi de bir insan olarak bunu inkâr edemez.- Eğer, şu ya da bu biçimde, bu tehlikeyi göstermeyen bir edebiyat yapıyorsa, bu sakat, sahte bir edebiyattır. Ancak onun atom bombasından hep dar bir biçimde söz etmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Yazar, düşüncelerini çok değişik biçimlerde dile getirebilir..."

Sartre'ın Viyana'da yaptığı ilk konuşmadan bu yana, barışa bağlanma ile halkların bağımsızlığına bağlanmanın kendisi için ne denli bir bütün oluşturduğu ve ayrıca Viyana Kongresi'nin yine kendisi için ne denli önemli olduğu, 16 Temmuz 1965'te Helsinki Dünya Barış Konferansı'nda Vietnam'la ilgili şu sözlerinde açıkça görülür: 

1952 yılında bir başka barış konuşmasında Fransızlar ile Vietnam partizanları bir araya geldiler. Bugün de o gün gibi Vietnam partizanları aramızdalar ve ama kurtardıkları ülke yine istila altında. Ancak bu kez aramızda halklarının günden güne artan kesimini temsil eden ve ülkelerinin politikasını kınadıklarını cesurca söyleyenler de var. Bunlar Amerika Birleşik Devletleri yurttaşıdırlar."

 Sartre bu vesileyle Vietnam Halkı'nın tarafını tutarak, hayalci bir tarafsızlığa karşı çıkmıştır: "Hiçbir insan yoktur ki, Vietnamlılar'ın davasına kendi öz davası ve barış davası gibi hizmet etmek zorunda
olmasın. Bazı gazetelerin yaptığı gibi, bizim (Vietnamlılarda Amerikalılar'ı Vietnam'dan kovmaları için her türlü yardımı yapmamızı) savaşan taraflardan birinin yanında, diğerine karşı yer aldığımızı ve böylece savaşa katıldığımızı iddia etmek saçma olur. Gerçek şu ki, savaşın tek nedeni emperyalizmdir ve bir ülke bir başka ülkenin zorbalığı altında olduğu sürece, dünya çapında bir çatışma tehlikesi hep var olacaktır."

Vietnamlılar'a Amerikalılar'ı Vietnam'dan atmaları için her türlü yardımı yapma gibi, Sartre'ın politika ile ahlâkı birleştirme amaç ve çabalarına şu gelişme yeni olanaklar sağladı: 93 yaşındaki Bertrand Russell, 1966 yazında "Vietnam Savaşı'na Karşı Uluslararası Mahkeme" kurma girişiminde bulunduğunda, Sartre yapılan öneriyi hemen kabul etti ve 15-16 Kasım'da Londra'da yapılan kuruluş toplantısına katıldı ve burada mahkemenin yetkili başkanı seçildi .Kendisiyle yapılan bir söyleşide, Sartre kendi hareket amacını ve Nürnberg savaş suçluları duruşmasına benzettiği mahkemenin anlamını şöyle açıkladı: 

"Tarihin gelişimi, (onun kendi bir ürünü olan) hukuk ve ahlâka ters düşse bile, yine de bu iki üstyapı biçimi tarih üstünde sonradan bir etki yapar. Bu, bir toplumun, kendi koyduğu ölçülere göre değerlendirilmesine müsaade eder. O halde, zamanı gelince, şu ya da bu eylemin 'yararlılık' veya 'zararlılık' sınırını aşıp aşmadığı ve zaman zaman kurulan uluslararası yargılamanın karar alanı içine girip girmediği sorusunu sormak çok normaldir." Bazılarının, Russell Mahkemesi'nin Amerikalılar'ı ve Vietnamlılar'ı aynı ölçüye göre yargılamadığı şeklinde suçlamalarda bulunabileceği görüşlerine şu yanıtı verir Sartre:


"Kendi saflarında çelikten bir disiplin yerleştirmek zorunda bırakılmış, topraklarından kovalanan bir avuç yoksul köylünün eylemini (burada Sartre'ın Şeytan ve Sevgili Tanrı adlı oyununun son bölümündeki motif kendini belli etmektedir -), koskoca, çok büyük sanayileşmiş, 200 milyon nüfuslu bir ülkenin ordularının eylemiyle eşdeğer görmeyi reddediyorum... Cezayir savaşları sırasında, Cezayirliler'in elinde tek silâh olan bombalı suikast terör eylemlerini, tüm ülkeyi işgali altında bulunduran 500.000 kişilik zengin bir ordunun eylem ve saldırıları ile aynı düzeye koymayı da her zaman reddettim. Bu aynı şey, Vietnam için de geçerlidir."

Sartre'ın burada sözünü ettiği Cezayir ve Vietnam savaşı deyimleri 50'li ve 60'lı yıllarda yalnızca kendisi için değil, aynı zamanda emperyalist metropol aydınlarının politik gelişimi açısından da çok önemliydi. Zorunlu savunma içinde olan ve kendilerinden çok daha güçlü sömürgeci güçlere karşı bağımsızlık savaşı yürüten halkların savaş biçimlerine gösterilen anlayış, yapılan karşı çıkışların hiçbir etkisinin olmadığı duygusu ile birleşince, emperyalist ülkelerde çok sayıda Vietnam Savaşı karşıtı kişinin radikalleşmesine yol açtı: Amerikan emperyalizmini yenmek için iki, üç, hattâ daha çok Vietnamlar yaratmak gerekliydi. Refah içinde yaşayarak, salt imzayla ve konuşmalarla işkenceye, Napalm bombasına, halkların kıyıma uğramasına karşı savaşmaya çalışmak veya savaşmak zorunda kalmak, bu kişiler için, ahlaksal açıdan katlanılamaz bir durumdu. Bu durum, kendi felsefî-ideolojik anlatımını, Herbert Marcuse'ün kuramlarında, Batılı Maoculuk çeşitlemeleri ile daha başka bazı küçük ideolojik topluluklarda buldu.

Ahlâksal değerler açısından kaynaklanan, burjuva toplumuna aşırı olumsuz tepki; burjuva toplumun özellikle metropol dışında açık zorbalık olarak kendini gösteren sahte hümanist yüzünün ortaya çıkarılması, bu arada, Mayıs 1968'daki coşkulu devrim beklentilerinin, kapitalist ülkelerdeki devrimci değişiklikler bakımından yılgınlığa dönüşmesi, bir çıkarı için olduğu kadar, Sartre için de, politik radikalizm olarak kendini gösterdi.

Bu radikalizm, 1968'den Sartre'ın 1975'ten sonra gözlerinin görmemesiyle hızlanan fizyolojik yönden geri çekilmek zorunda kaldığı yıllara değin etkisini sürdürdü. Sartre'ın politik tutumuna başlıca etki eden ve onu örgütlü barış hareketinden uzaklaştıran da bu radikalizm oldu. Yine de dünya barışının korunması, Sartre'ın baş kaygısı olarak kaldı. Sartre, insanlığın geleceği konusundaki umudunu yitirmedi. Ölümünden kısa bir süre önce yaptığı son söyleşide şunları söyler: 

"Bir üçüncü dünya savaşı olanaksız değildir... Günün birinde çıkabilecek bu üçüncü dünya savaşı ile gezegenimize karamsarlık çökecek. Bunun hiçbir zaman sona ermeyeceği, bir amacın olmadığı, yalnızca uğrunda savaşılan küçük tikel amaçların olabileceği düşüncesi egemen olacak. Küçük devrimler yapılsa da, insancıl bir yararı olmayacağı gibi, insanları ilgilendiren hiçbir şey de olmayacak, yalnızca karmaşıklık olacak. Bu yolda düşünmeyi gerektiren nedenler sürekli var. Şu anki iğrenç dünyanın neden uzun tarihsel bir gelişim içinde sadece bir an olduğunu-, umudunu, devrimin ve başkaldırmanın her zaman belirleyici bir gücü olduğunu, benim de nasıl hâlâ umudu geleceğe ilişkin kendi düşüncem olarak saydığımı açıklamaya çalışmak gerek."

Sartre'ın son görüşmesindeki bu son sözcükleri, çocukluğu Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçmiş, gençlik çağı İkinci Dünya Savaşı'nın izlerini taşıyan, (Sartre sayesinde günlük politik dile yerleşen bir sözcükle son bir kez daha söyleyecek olursak) gerçek sömürgeci, yayılmacı ve olası bir dünya atom savaşı gibi, bir çok savaşa karşı bağlanıma girmiş bir yaşamın sonunda söylenmiş. Bir yaşam ki, yüzyılımızın dörtte üçünü kapsıyor; yüzyılımız gibi, çelişkilerle dolu ve umutlu olmaya çağıran.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder