Marx ve Edebiyat

... Marx’ın üslûbu gerçekten Marx’ın kendisidir. Olabilecek en büyük içeriği olabileceği kadar az yere sıkıştırmaya çalışmakla suçlanmıştır, ama Marx işte budur.

Marx arı ve doğru anlatıma olağanüstü değer verirdi ve her gün okuduğu Goethe, Lessing, Shakespeare, Dante ve Cervantes’i en büyük ustalar olarak seçmişti. Dilinin arılığı ve doğruluğu için titiz bir merak gösterirdi.

Marx kesinlikle arılıktan yanaydı — çoğu zaman tam yerinde deyimi bulmak için uzun uzun düşünürdü. Gereksiz yabancı kelimelerden nefret ederdi; kendisi de yabancı kelimeleri sık kullanırdı belki — konunun gerektirmediği yerlerde — ama yurt dışında, özellikle İngiltere’de, ne kadar uzun sûre kaldığı unutulmamalıdır bu konuda. Hayatının üçte ikisi yurt dışında geçen, gene de Alman diline çok emek veren ve Alman dilinin en büyük ustalarından ve yaratıcılarından olan Marx’da, özgün, gerçek Alman kelime şekillenmeleri ve kelime kuruluşlarının tükenmez bir zenginliğini buluruz.

Hampstead Heath’den eve dönüşümüz, hatırlanan zevkler, bekleyişler kadar şen düşüncelere yol açmadığı halde, her zaman çok neşeli olurdu. Acı mizahımız bizi, kolaylıkla içine düşebileceğimiz melankoliden kurtarıyordu. Sürgünlerin kederi yoktu bizde. Biri yakınmaya başlayacak olsa, toplumsal ödevleri kendisine kesin bir dille hatırlatılırdı.

Geri dönüşümüz, gidişimizden farklı olurdu. Çocuklar oraya buraya koşmaktan yorulur, sepet boşaldığı için yükü hafifleyen Lenchen’le artçı gücü meydana getirirlerdi. Çoğu zaman bir türkü tuttururduk, ama politik şarkı pek söylemezdik, daha çok halk türküsü, özellikle duygulu türküler ve — masal değil bu — «Anayurt»dan «yurtseverlik» türküleri söylerdik; O Strassburg, O Strassburg, du umnderschâne Stadt en sevdiğimiz şarkılardandı. Ya da çocuklar bize Zenci türküleri söyler, hattâ dans da ederlerdi — bacaklarında derman kalmışsa. Yürüyüş sırasında, sürgünlük acıları kadar politikadan konuşmak da yasaktı. Öte yandan, sanat ve edebiyat konularında çok şey konuşurduk, Marx da inanılmaz belleğinin gücünü gösterirdi. Nerdeyse bütününü ezbere bildiği İlâhî Komedya'dan uzun bölümler, Shakespeare'den de sahneler okurdu ve Shakespeare’i çok iyi bilen karısı da çoğu zaman ona katılırdı...


Wilhelm Liebknecht




Edebiyatla zihnini dinlendirmeye, tazelemeye çalışırdı ve hayatı boyunca edebiyat hep onu avutmuştu. Bu alanda, övünmeden, çok şey bilirdi.

 Vogt’a karşı polemiğinden başka, o konu için doğrudan doğruya gerekli okumaları dışında, geniş okumasının izi pek görülmez, ama Vogt kitabında, sanatsal amacı için, bütün Avrupa edebiyatlarından çok sayıda alıntılar vardır. Kendi bilimsel eseri nasıl bütün bir dönemi yansıtıyorsa, edebiyatta da dönemlerini yansıtan eserleri severdi: Aeskhilus, Homeros, Dante, Shakespeare, Cervantes ve Goethe; Lafargue'a göre, Marx, Aeskhilus’u Yunanca aslından en az yılda bir kere okurdu. Eski Yunan’ı çok severdi ve işçileri klâsik dünyanın kültürünün tadına varmaktan alıkoymak isteyenlere çok kızardı.

Alman edebiyatını, Orta Çağdan başlayarak, çok iyi bilirdi. Daha modern Alman yazarları içinde en çok Goethe ile Heine’yi severdi. Alman filistininin Schiller’in az çok yanlış anlaşılmış «idealizm»ine karşı taşkın sevgisi daha genç yaştayken Marx’ın gözünden düşürmüştü bu şairi ve bu «idealizm» Marx’a, bayağı bir yoksulluğu yüksek raflarla örtme çabası gibi geliyordu. Almanya’dan iyice koptuktan sonra modern Alman edebiyatına pek aldırış etmedi, ilgisini hakedecek değerde olan Hebbel ve Schopenhauer gibi yazarları bile anmadı; Richard Wagner’in Alman mitologyasını didiklemesiyle de alay etti.

Fransız edebiyatçıları arasında Diderot’ya önem verir, Rameau’nun Yeğeni'ni bir başyapıt sayardı. On sekizinci yüzyıl Fransız aydınlanma edebiyatını da beğenirdi. Engels de bu edebiyat için gerek biçim, gerekse içerikte Fransız aklının en yüksek başarısını temsil ettiğini, çağdaş bilimin durumuna göre içeriğin son derece üstün, biçimin ise o günden beri aşılmamış olduğunu söylemişti. Fransız romantiklerini toptan yadsıyordu Marx, özellikle de, yalancı derinliği, Bizans tarzı abartmaları, ucuz duyguculuğu — sözün kısası, eşi görülmedik ikiyüzlülüğü — için Chateaubriand’a hep kızıyordu. öte yandan, Balzac’ın, sanat aynasında bütün bir çağı kucaklayan Comedie Humaine’ini çok severdi. Aslında kendi büyük eserini bitirdikten sonra Balzac üzerine bir inceleme yazmak niyetindeydi, ama başka birçok tasarısı gibi bundan da bir şey çıkmadı.

Marx Londra’ya sürekli yerleşince, İngiliz edebiyatı başa geçti ve yüce Shakespeare egemenliğini kurdu; aslında bütün aile neredeyse tapıyordu Shakespeare’e. Yazık ki Marx, Shakespeare'in çağının büyük soruları karşısındaki tutumunu ele alacak zaman bulamadı...

Edebî yargılarında, bütün politik ve toplumsal önyargılardan uzaktı. Shakespeare’i ve Walter Scott’u çok sevmesi de bunu gösterir. Ama, çoğu kere politik kayıtsızlıkla hattâ uşaklıkla yan yana giden «sanat için sanat»ın «katıksız estetikçilik» fikrine kapılmadı. Bu bakımdan da aklı, hiçbir kalıplaşmış formülle ölçülemeyecek kadar bağımsız ve diriydi. Aynı zamanda okuduğu şeyleri seçmekte hiç titiz değildi ve bilimsel estetleri dehşete düşürecek şeyleri okumaktan kaçınmazdı. Darwin ve Bismarck gibi yutarcasına roman okurdu ve serüven, mizah hikâyelerine çok düşkündü. Bunları ararken Cervantes, Balzac ve Fielding’den Paul de Kock’a ve vicdanında Monte Kristo Kontu’nu taşıyan baba Dumas’ya da inerdi.

Franz Mehring

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder