Gecenin Sonuna Yolculuk / Celine

Doktor Yazıyor


Yolculuk'u yazmak, bir biçem yaratmak ve Fransız edebiyatını alt üst etmek için üç yıl Çok mu, az mı? Bu herkese göre değişir. Celine, içinde yalan olmayan aşırılığa gösterdiği düşkünlükle on yıllık bir çalışma tasarlıyordu kafasında. [...] Bu konuda Picasso’nun o ünlü sözünün doğruluğuna inanabiliriz: Picasso çok kısa bir sürede yapılmış bir tablodan o kadar para kazanmasına şaşıran bir gazeteciye, resmi belki beş dakikada yaptığını, ama onu yirmi yıldır tasarladığını söylemiştir yanıt olarak.

Celine ayrıca yayıncısı Robert Denoel’e on kadar farklı Yolculuk metni ve yaklaşık yirmi bin sayfa elyazması bulunduğundan söz etmişti. Gerçekte Celine kudurmuş gibi, coşkuyla yazmaktaydı. Her satıra birkaç sözcük, her sayfaya birkaç satır, bakış açılarının, dizeminin ve coşkunluğunun titrek çizgisi. Az sayıda düzeltme yapıyor, en baştan başlamayı yeğliyordu. O yüzden Celine’in yapıtı için sayfa sayısı pek de belirleyici bir özellik taşımaz. Gelgelelim romanın ilk elyazması kaybolmuştur. Elde bulunan tek elyazması daktiloya çekilmiş, yazar tarafından düzeltilmiş metindir — yazar onu Nazi işgali sırasında Bignou adında bir kuyumcuya satmıştır.

İşte Yolculuk’u yazmak için üç yıl... Bir yazarın gerçek yaşam öyküsü kesinlikle şöyle olacaktı: yaşamını kavramak, kitabını oluştururken onu betimlemek, sonra bir başkasını, bir başkasını daha, tüm yapıtını ortaya çıkarmak. Gerisi küçük olgular, ayrıntılar ve pek önem taşımayan şeylerdi. “Bir yazarın işi yazmayı öğrenmektir”, diyordu Jules Renard. Celine yaşamı boyunca bu işi öğrenmeye, onun izini sürmeye, ona bir derinlik kazandırmaya, yazma işini biçem arayışının en uç noktalarına kadar zorlamaya çabaladı. Yolculuk'un görece biçimsel bilgeliğiyle son kitaplarında görülen düzyazının yakışıklı parçalanması arasında ne büyük bir evrim gerçekleşmiştir!  1929’dan ölümüne dek yazmaktan, ya da daha doğrusu yazmayı öğrenmeye çabalamaktan vazgeçmemiştir Bir yaşam anlatmak, bir işi anlatmaktır. Ama bu iş üzerine ne anlatılabilir?

Kitaplar yalnızlığın ürünleri, sessizliğin çocuklarıdır, diye yazmıştı Marcel Proust. Peki o yalnızlık nasıl kırılacaktı? O yalnızlığı anlatmak için sözler, ses ve sözcükler nasıl sıralanacaktı? Temelde bizi ilgilendiren Celine, gözler önündeki, şaşırtıcı öyküler anlatan, tüm dikkatleri topluma çekmeye çalışan alaycı tanık Celine değil; ılımsız ve daha zafer anında yorgun düşmüş ayartıcı Celine de değil; asık suratlı, düş kırıklığına uğramış doktor da, yarı araştırmacı da, yaralı, kulakları uğuldayan adam da, dengesiz çığırtkan da, kendi benliğinin ve dünyanın sonuna yolculuk eden yorulmak bilmez kişi de değil; bizi ilgilendiren yazan Celine, yeniden ele alan Celine, yoğuran, öğüten, kendi deneyimlerini, heyecanlarını, umutlarını, isyanlarını değişime uğratan, aynı zamanda düş kuran, anımsayan, demiurgos’a dönüşen Celine... İşte bir tek bu yalnızlığın çevresinde dönüp durabiliriz, burada işaretler yakalayabiliriz, asla paylaşmayacağımız bir sırrın kırıntılarını toplayabiliriz.

Sinemacı Henri-Georges Clouzot, 1956’da Le mystere Picasso’yu çekerken sanatçıyı anlamak ve onu tam yaratım sırasında filme almak istemiştir. Heyecan verici bir girişim. Aldatıcı bir girişim. Gerçekten de bir yapıt gözümüzün önünde yaratılıyordu. Ama hangi yapıt? Picasso kameraya çekildiğinin farkındaydı. Sonuçta ressamı oynuyordu. Sinemacının önünde olağan ve kendisinin bulduğu çalışma biçemini yansılıyordu. Bir yaratı gösterisine tanık oluyoruz, yaratının kendisine değil. Kısaca, bir yaşamın yapay görüntüsüne... Hele romanını yazarken bir yazarın filme çekildiğini, böylece edebi bir yapıtın saatler, günler, yıllar boyu süren hazırlanma sürecine tanık olacağımızı nasıl düşünebiliriz?



Yolculuk'u yazmak için üç yıl...



“Sıkı bir çalışma temposuna girdim. Bir saat şurdan, bir saat burdan, akşamları. O dönemde, Clichy Kızılhaçı için nöbetçi doktorluk yapıyordum. Sabahtan akşama hayal bile edilemeyecek şeyler görüyordum!... Gün ağarırken eve dönüyor, uzun süre uyuyordum. Ardından küçük yazı angaryası başlıyordu... Doğal olarak yazdıklarım önceden düşündüğüm şeylerle sözcüğü sözcüğüne uyuşmuyordu. Yetenek, denge, ya da adına her ne diyorsanız, ona bağlı bir fark oluşuyordu. Bir sanatçı asla bağımsız değildir. ” Celine’e inanmak mı gerek? Bu her zaman sorulabilecek bir soru. Bu kez başka bir soru daha yerinde olur: Celine’e inanmayacaksak kime inanacağız? Elbette ki her durumda şeyleri ya da aşırılığı göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer taraftan da aklımızda kalması gereken yazarın kitabının redaksiyonuna ayırdığı o uzun süre. Louis Destouches sabahları kimyacılığa, akşamları doktorluğa, yapabildiği zamanlar yazarlığa soyunuyor, birkaç saat uyuyabildiğinde dinleniyor, kendisinde düşlemler uyandığında sınır tanımaz bir Don Juan oluyordu. Herkes bunların arasında kendini bulsun. Acaba o bulabiliyor muydu?

“Nasıl yapabiliyorsam, ne zaman yapabiliyorsam, nerede yapabiliyorsam yazıyorum. On iki yaşımdan bu yana hiç kesintisiz kendim kazanmam gereken yaşamım boyunca (savaşın dört yılı dışında), beni kullananlardan zaman çaldım, kişisel tasarılarımı gerçekleştirmek için ekmeğimi kazanırken zaman çaldım. Her zaman kaçak olduğum gibi yazıyı da kaçarak yazdım. İşte böyle çalıştım, hep gündelik yaşamdan saatler aşırarak; koca kitaplarımı böyle yazdım, o kitapların hiç kuşkusuz hızlı, soluksuz tonları yüzünden beni eleştirdiler, o tonların özellikle öyle yaratıldığını sandılar. Diğer taraftan da nasıl konuşuyorsam öyle, yalnızca. 'Biçem’ yaratmıyorum”

Daha önce de söylediğimiz gibi Celine az karalama yapardı. Metnin o parçasını, o bölümünü yeniden yazmayı yeğliyordu, farklı bir biçimde saldırıyordu. Tek bir ideal tablonun düşünün izini sürmek, onu kıstırmak, hazırlamak için bir tuvalden bir tuvale sıçrayan ressam gibi. Ya da kusursuzluğa ulaşmak için aynı planın yirmi-otuz çekımini yapan bir sinemacı gibi.

Celine’i yazarken yakalamak, onun yazarlık yaşamını tümüyle anlatmak, öncelikle onu bir hız adamı olarak düşünmeyi gerektirir. Olabildiğince hızlı biçimde aklında devinen görüntüleri, dizemleri, serüvenleri, özdeyişleri yakalamaya çalışıyordu. Ateşli redaksiyonların adamıydı, kalıba yalnız bir kez dökerdi. El yazısı okunaklı değil kâğıdın üzerine fırlatılmış gibiydi, çoğunlukla zor çözülüyordu. Noktalama işaretlerini başından savıyor, çizgiler aracılığıyla, sert kaymalarla bir düşünceden bir düşünceye sıçrıyordu. Celine elbette ki bir biçemciydi! Ama onun biçemi sayısız kez düzeltiliyor, yeniden ele almalarla, yinelemelerle, yerine yerleştirmelerle, eklemeler ya da çıkarmalarla kendini gösteriyordu, bu da yavaş yavaş gerçekleşmiyordu, ama biçem kâğıda dökülmeden sessizce tartılıyor, üzerinde düşünülüyordu. Celine somutluk, hatta sözcüklerin maddesi üzerine çalışıyordu, varolmayan kavramlar, iç dizemler, düşünsel görüntüler onu pek ilgilendirmiyordu.

“İlk sayfa, ilk cümle... Bu kadardı, kendimi sonuna kadar kaymaya bırakmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Gecenin sonuna kadar!... Ok yaydan çıkmıştı. Tona gelince, bilmiyordum, farkında değildim, başkalarının kitaplarında yaptığım incelemelere, düşüncelerime karşın. Yalnızca, bana böylesi daha iyi gibi geliyordu. Daha başından bütün olarak getiriyordum kitabı gözümün önüne, ayrıca parça parça da, yani eksiksiz bir mimari yapı olarak- Tüm yapıtlarım böyle yazıldı. Hiçbir şey rastlantıya bırakılmadı—"

"Bilmiyordum, farkında değildim.” derken Celine yalan söylüyor olamaz. Hiç kuşku yok ki yapıtının büyük yenilik saldırısını, patlama gücünü ölçmemişti. Büyük keşifler, büyük heyecanlar çoğunlukla böyle, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkarlar. Edebi bir yapıtın temelinde bazen bir tür masumiyet ya da mutlu bir sorumsuzluk yatar. Kutsal bir andır o, aranmaz ama bulunur. Gecenin Sonuna Yolculuk’u yazarken Louis Destouches’un durumu da buydu kuşkusuz. Ama bu anlar yaşamının tümü göz önüne alındığında sürekli tekrarlanmayacaktı, buluşunun, biçeminin önemini anlayacak (kendisinin de söylediği gibi, söz konusu olan yalnızca konuşma dilinin yazılı edebiyata sokulması değil, ki bu da zaten tam anlamıyla doğru değildi, ayrıca bir tek sesin, bir sözün, bir heyecanın, yani bir biçimde kitabın tüm hüzünlü havasını anlatışına taşıyan yazarın dilinden yararlanarak metnin, anlatının parçalanmasıydı onun yaptığı), bu biçemi derinleştirecek, bu edebi yolculuğu, bu sıradışı serüvenini sonuna götürecekti.

Daha düz bir anlatımla, Clichy’deki dairesinden taşınmasından önceki son haftalarda, Dr. Destouehes’u Yolculuk'un redaksiyonuna başlamaya ne itmişti acaba? Ona bunu soranlara aynı saçma yanıtı veriyordu: para kazanmak için, çünkü Eugene Dabit l’Hotel du Nord adlı kitabıyla çok büyük bir başarı yakalamıştı, o da bu işi en az onun kadar yapabileceğini düşünüyordu.

Bunu ilk olarak Elisabeth Porquerol’a söylemiştir, onunla Porquerol, Şubat 1933’te Crapouillot’de Yolculuk üzerine övgü dolu bir yazı yayımladıktan sonra konuşmuşlardır.

Bu sözleri arkadaşı Robert Poulet’ye de sık sık tekrarlar.

Haziran 1957 de l’Express’te yayımlanan Madeleine Chapsal’le yaptığı o ünlü söyleşide yine bu konuya değinir. “Kendime bir daire alabilmek için yazdım... Bu çok basit: kira ödemekten korkulan bir dönemde doğdum ben! Artık kiradan korkulmuyor. Kendi kendime şöyle diyorum: artık halkçılık zamanı; Dabit, tüm o insanlar, kitaplar yazıyorlardı. Eh o kadarını ben de yapabilirim, dedim. Bu sayede bir daire alırım, kira derdinden de kurtulurum!... Böyle düşünmeseydim asla bu işe atılmazdım.”

Jean Guenot ve Jacques Darribehaude’a da sürekli yinelediği şey budur: “Dabıt’i tanıyordum, Abbesses metrosundaydı... Çok kibar bir çocuktu... Biliyorsunuz komünistti... Sonra Hâtel du Nord'u Denoel’den çıkarmaya karar verdi... Bense, tam da o sıralar, kiramı ödemekte korkunç zorlanıyordum... Gerçekten durum hiç de parlak görünmüyordu... Ve yazmaya koyuldum...”

Son olarak, 1961’de, ölümünden kısa bir süre önce kendisiyle Arts için bir söyleşi yapmaya gelen Claude Bonnefoy’ya da aynı şeyleri söyler: (neden yazar olmuştu?) “Psikiyatr olsaydım keşke! Neden mi yazar oldum? Yeteneğim olduğundan değil. Bunu hiç düşünmemiştim. Ama Eugene Dabit’yi tanıyordum... VHâtel du Nord'uyla büyük başarı kazanmıştı... Ben de şöyle düşündüm: Ben de o kadar yaparım. Kirayı ödememe yardım eder bu. İşte böyle başladım, diplerde, bir dil aradım, heyecan yüklü, dolambaçsız bir biçemi... Cümlelerden korkuyorum... dümdüz dizilmiş bir dilden... küçük basit buluşlardan... Odaklanmak çok zordur... Beyin bir kastır... Onu her gün çalıştırmak gerekir...Kitap çok ses getirdi. Bu da doktorluk yapmamı engelledi. Doktorluğu özlüyorum, benim işim doktorluktu. Hiçbir zaman yazmamalıydım...”

Frederic Vitoux

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder