SANATÇI / GOTTFRIED BENN



SANATÇILAR DÜNYAYI 
DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
GOTTFRİED BENN

Çeviren : Kâmuran ŞÎPAL


A.: Şimdiye değin bir yığın yazınızda sanatçıyla ilgili olarak aşağı yukarı şöyle bir görüşü savundunuz: Sanatçının zaman üzerinde hiç bir etkisi yoktur, sanatçı tarihin akışına karışmaz, özünden ötürü yapamaz bunu, tarihin dışında bulunur. Bu biraz saltık bir görüş değil mi?

B.: Sanatçı parlamentoyla, belediye işleriyle, arsa alım satımıyla, hasta sanayi ile ya da beşinci toplumsal sınıfın kalkınma sorunuyla ilgilenmelidir diye mi yazayım isterdiniz?

A.: Ama sizin bu yadsıyan görüşünüzü paylaşmayan ve zamanın bir dönüm noktasında bulunduğumuz kanısından yola koyularak; yeni bir insan tipinin oluştuğu, baştan başa değişik ve daha mutlu bir geleceğe götürecek yolun yazılıp çizilerek gösterilebileceği görüşünden kalkarak çalışmaya koyulmuş bir hayli ünlü yazar var.

B.: Daha iyi bir geleceği tasvir etmek mümkün tabiî. Her vakit düşçü yazarlar çıkmıştır, sözgelişi Jules Verne  ya da Swift. Zamanın dönüm noktasında olduğumuza gelince, zamanın habire değiştiğini, boyuna yeni insan tiplerinin oluştuğunu, insanlık şafağı ve nurlu sabahlar gibi sözlerin yavaş yavaş efsanevî bir sağlamlık ve düzenlilikte deyimler haline geldiğini şimdiye değin tekrar tekrar göstermeye çalıştım yazılarımda.

A.: Demek oluyor ki, sanatçının günlük sorunların tartışılmasına herhangi bir katılışı doğru bir davranış değil sizce?

B.: Bana göre bir heveskârlıktır. Bakıyorum da kimi yazarlar 218. maddenin, kimileri de ölüm cezasının kaldırılması için uğraşıp duruyor. Aydınlanma’dan beri toplum içinde görülen bir tip yazarlardır bunlar. Çalışma alanları, Voltaire’in Calas için giriştiği ünlü savaşla Zola’nın J’accuse ünü  andıran yerel (mevziî) uğraşılar ve düşünce özgürlüğüne yönelmiş çabalardır.

Â.: Siz de bu yolda bir yazarlığı sanat sınırları içerisine sokmuyorsunuz demek ?

B.: Tecrübeler böyle bir yazarlığın binde bir sanat sınırları içerisine girdiğini göstermiştir. Çalışmalarını uygarlığın deneysel kuramlarına yöneltmiş olan yazarlar, dünyayı gerçekçi bir açıdan duyan, dünyayı maddi bir kılık altında görüp üç boyutlu olarak etkinliğini hissedenlerin tarafında yer alır; teknisyenlerin, savaşçıların, sınırları yerlerinden oynatan ve yeryüzüne teller çeken ellerle ayakların tarafına geçer, yüzeyde kalan, tesadüfi değişimlerin çevresine girerler. Oysa sanatçı, ilke olarak, bir başka çeşit yaşantı sahibidir; pratik etkisi olan ve kalkınma sorununa hizmet eden kompozisyonların değil, daha başka türlü düzenlemelerin ardından koşar.

A.: Teknisyen ve savaşçı dediniz, yani size göre dünyayı yalnız bunlar mıdır değiştiren?

B.: Dünyanın değişebilecek olan yanını. Teknisyen ve savaşçının üstünde bir deyim olan bilgin deyiminin, sanatçının tamamen ve taban tabana karşıtı olduğunu söylemek isterim. Varı yoğu, sözde genel bir geçerliliği öne sürülen, ama aslında yalnız fayda sağlamaya yarayan bir mantıktır bilgin kişinin. Bilginler, denenebilme herkesçe öğrenebilme ve değerlendirilebilme gibi halkın sevdiği tasarımları geniş ölçüde benimseyen bir gerçek kavramının tutunmasına yol açmışlardır, ortanın üstünlüğünü sağlama amacı güden bîr ahlâkın propagandasını yaparlar. Sanatla bilimi her vakit bîr çırpıda söyleyivermekten başka bir şey öğrenmemiş bir ulusun, sanatçıyla bilgine her vakit yanyana yer veren Aydınlanma'nın bilgeliğine ister istemez açgözlülükle sarılacağını ve gerçekten büyük çapta yaratıcı bilginlerin yetiştiği bir yüzyılda haydi haydi bu davranışa yöneleceğini bilmiyor değilim. Ama bildiğim daha başka şeyler de var: Bir pazar kalkıp Berlin'in 160 kilometre kuzeyindeki Büyük Seçmen Prens'in topraklarına, Fehrbelen’e  gidin. Büyük Frederik'e ait yerlere gidin; bir arazi göreceksiniz, cılız ve kuru, dünyada anlatılacak gibi değil, yoksulluk ve darlığın ta kendisi, nedensellik güdüsünün gerçek yuvaları. Bu yerlerde, çiftlik sahipleri ve muhtarların etkisinde işe yararlılık ilkesini renksiz duygularına temel edinmiş bir halkın neden Penthesilia yazarına sıkıcı ve küstah bir yazar olarak baktığını anlayacaksınız.

A.: Yani Penthesilea'nın büyük bir sanat eseri olduğunu, ama ne siyasal, ne toplumsal, ne de kültürel bakımdan en ufak bir etki yaratmadığını mı söylemek istiyorsunuz ?

B.: Evet, budur söylemek istediğim. Ayrıca, Penthesilea'dan sonra en büyük Alman sanat eseri, yani Heinrich Mann’ın Die kleine Stadı da örnek olarak gözlerimizin önünde. Bu eser de, üslûp bakımından bile olsa, en ufak bir etki yapmış değil. Bunu ancak şöylece ifade etmek mümkün: Sanat eserleri görüngü (fenomen) dünyasının malıdır, tarihsel bir etkileri yoktur, pratiğe gelmezler, zaten büyüklükleri de buradadır.

A. : Ama bu düpedüz nihilist bir sanat görüşü değil mi?


B. : Toplumsal ilerlemeye olumlu bir gözle bakılırsa şüphesiz. Tarihin size bırakmış olduğu sanat eserlerini bir dizi halende gözlerinizin Önünden geçirin. Nofretete11 olsun, Dorlar Tapınağı olsun,
Anna Karanina ya da Odyssee'deki Nausikaa şarkısı olsun, kendilerinden öteye işaret eden hiç bir şey yoktur bunlarda, açıklanmaya muhtaç hiç bir şey yoktur, kendi çevreleri dışında etki yapmak isteyen bir şey bulamazsınız; kendi içlerine gömülmüş kişiler dizisi, suskun ve derin bir imgeler dizisi; siz bunda bir nihilizm görüyorsanız, sanata özgü bir nihilizmdir bu.

A. : Siz bu suskun kişiler dizisini görüyorsunuz. Ben size başka başka dizi göstereceğim: 36.000 veremli Berlin’de ortalarda dolaşıyor, kendilerine bir barınak bulamıyor, her yıl 40.000 kadın yasak bir müdahale yüzünden, demin sözünü ettiğiniz kanun paragrafı yüzünden Almanya’da ölüp gidiyor. Ulusumuzun çoğunluğunca girişilmiş, dile gelmeyen, içlere heyecan salan kültür savaşını düşünün. İşsizleri düşünün, otuz yaşlarında genç genç erkekler şehirde ne bir iş bulabiliyor kendilerine, ne bir kazanç sağlayabiliyor, oysa evlerinde yataklarını paylaşanlar ve kocaman fareler hazır beklemektedir. Şu belgede neler yazdı dinleyin bir: on bir nüfuslu bir aile, içkici bir baba, ana onuncu çocuğunun doğumunu gözlemektedir, on dört yaşındaki kız birkaç kuruş verip kasaptan sığır kanı alır, göğsünden aşağı döker, bu uydurma kan boşanmasının yardımıyla tıklım tıklım dolu evden bir sanatoryoma kapağı atabilmektir amacı. İşte dertler, işte gözyaşları, suçsuz yere yüklenilmiş sefalet, talihin kahpelikleri şimdi bütün bunlara seyirci mi kalacak sanatçı?

B.: Bir an bile duraksamadan “Evet, seyirci kalacak.” diye cevaplayabilirim bu soruyu. Toplum yazılarını ve akşamleyin kulis değişmeleri için gerekli düşünsel malzemeyi kaleme alan, frağında karanfil, şölenlerde, beş şarap kadehli sofralarda Bay Bakan’ın yanında oturanlar seyirci olmazlar, herkesi zamanın dertlerine karşı çıkmaya çağıran bildirilere atarlar imzalarım. Ama suçsuz yere yüklenilmiş sefaletin alınacak yardım tedbirleriyle ortadan kaldırılamayacağını, maddî düzeltmelerle altedilemeyeceğini bilen bir kişi, seyirci kalacaktır. Kısa akıllı akılcıların (rasyonalist) hıfzısıhhayla ilgili istek sarhoşlukları: Cepte emeklilik, evde ultraviyole lambası. Korkusuz bir dünya, yılansız çıyansız bataklık ormanlar, kurbanları üzerinde at koşturan karakoncolossuz geceler, hayır, sanatçı hiç bir ölüm karşısında yadsınamayacak bir kanıyla, korkuyu dehşeti sadece kendisinin zincire vurabileceği ve kurbanların gönlünü alacak öze sadece kendisinin sahip bulunduğu kanısıyla seyirci kalacaktır; çök, diye seslenir kurbanlara sanatçı, çök, ama “kalk” da diyebilirdim»

A.; Tuhaf bir öz ! Ama ben de buna karşılık ...

B.; Buna karşılık. Siz diyorsunuz ki, bugün düşünen ve yazan herkes bunu işçi hareketinin yararına yapmak, komünist olmak, işçi sınıfının yükselmesi uğrunda güçlerini harcamak zorundadır. Nedendir bu ? Hangi nedenleri gösterebilirsiniz bunun için ? Toplumsal hareketler oldum bittim varolan bir şeydir. Yoksulların hep yükselmededir gözü, zenginler ise alçalmak istemezler. Mısır'ın “günlük” ticaretini tekeline aldığından, Babıl bankerlerinin % 20 faizle sarraflığa başladığından bu yana korkunç bir dünya, kapitalist bir dünya. Asya'daki, Akdeniz çevresindeki eski uluslarda almış yürümüş bir kapitalizm. Erguvan! boya tacirleri tröstü, gemiciler tröstü, ithalât - ihracat, hububat spekülasyonu, sigorta ortaklıkları ve sigorta dolandırıcıları, Taylor metoduyla çalışan fabrikalar: biri keser deriyi, öbürü ceketleri diker, kira ihtikârı, mesken vurgunculukları, ortaklarının askerlik, hizmeti dışında tutuldukları, savaş malzemesi satan ortaklıklar, korkunç bir dünya, kapitalist bir dünya, ama her vakit de karşı hareketler olmuştur. İşte Kyrene tabakhanelerinde başkaldıran Helot sürüleri, işte Romalılar zamanındaki köle savaşları; yoksulların yükselmededir gözü, zenginlerse alçalmak istemezler; korkunç bir dünya, ama üç bin yıldır süregelen bir olay karşısında bütün bu saydıklarımızın ne iyi, ne de kötü şeyler olmadığı, sadece görüngüsel bir karakter taşıdığı düşüncesine varılabilir herhalde. Şimdi kalkıp da insanlığın yoksul bölümünü, toptan daha iyi bir hayat düzeyine kavuşabileceğini söyliyerek aldatmanın şuncacık akla uygun bir yanı var mı ? öyle mertçe, köklü (radikal) bir yanı var mı bunun ? Burckhardt’ın bir vakit, uluslara oynandığından söz açtığı o “göz kamaştırıcı soytarıca umut oyunu” böyle bir davranış halinde de oynanmış olmaz mı? Lassalle’in  “kitleyi kazıklamak” deyimi bu durumda da bir uygulama alanı bulmuş olmayacak mıdır? Hayat ağaçtan sarkıp duran bir portakal gibidir, kimin yeter yükseklikte bir merdiveni varsa çıkıp koparır portakalı; yuvarlak, altınlar gibi, olgun portakal yallah düşer avuçlara, bunu daha bilmeyen var mı? Geçenlerde okudum - söyleyeceklerim yoksulluk üzerine, servetin adaletsizce bölüşülmesi üzerine değil, politika alanında görülen bir propaganda kompleksi üzerinedir-, bir İngiliz iktisatçısı yazıyordu: İngiltere’de işçiler bugün, daha önceki yüzyıllarda büyük malikâne sahipleriyle şato sahibi baylardan daha konforlu, daha lüks yaşıyorlarmış.- İngiliz iktisatçısı bu iddiasını tek tek olgular üzerinde tanıtlamaya çalışıyor, işçilerin oturdukları evleri ele alıyor, eskiden işçiler izbe, daracık, ısıtılacak gibi olmayan yerlerde kalırlardı diyor; yiyecek işini ele alıyor, eskiden eldeki bütün büyük baş hayvanın, kışın bunları besleme imkânsızlığından dolayı, Martini’de kesildiğini söylüyor; hastalıklara geçiyor sonra, eskiden işçilerin hastalıklara karşı kendilerini savunacak bir durumda olmadıklarını ileri sürüyor. Demek oluyor ki, bugünün işçileri üç yüzyıl öncesinin varlıklı kimseleri gibi yaşıyor; bugünle üç yüzyıl sonrası arasındaki oran da yine ayni kalacak, hep böyle sürüp gidecek bu, sursum cordalar, per aspera ad astra’lar, insanlık şafakları ve nurlu sabahlarla habire çıkacak yukarı, habire yükselecek — bu, tamamen kişisel yaşantı dışında kalan bir olaydır artık, insan toplumu olgusunun işlevsel bir sürecidir, insanın dışında bir şeydir; bu durumda, ideolojik ambalajını bilime aykırı bulduğum, insani kökü benden çok gerilerde, benden çok açıklarda bulunan ve belli bir yön tutmuş giden bir olayla ilgilenmeye kendimi nasıl kalkar da zorunlu tutarım.

Hayır, hayır, düşünüyorum da insanlığa şunları belletmek çok daha köklü, çok daha devrimci, çok daha fazla enerji ve azim isteyen bir iş olmaz mı: sen işte böylesin, başka türlü olman da dünyada mümkün değil, işte böyle yaşarsın, böyle yaşadın şimdiye kadar ve her vakit böyle yaşayacaksın. Kimde para pul, kimde güç kudret, doğruluk onda; hakkın ne olduğunu güçlüler belirler. Al işte tarih ! Eco Historia!  işte önünde Bugün, al şaraplı ekmeğini, ye ve öl! Böyle bir öğreti, siyasal partilerin mutluluk vaatlerinden çok daha köklü, çok daha bilimsel bir derinlik taşır, manevi alanda daha zengin sonuçlara götürür gibi geliyor bana. Evet, geride bıraktığımız on yıla ve Rusya’dan kulaklarımıza gelen bütün haberlere bakarak, emekçi dâvasının karakteristik özelliğini, devrimcî şokun immanenzini, yeni iktidarın emperyalist ve kapitalist eğilimi olduğu gibi bırakarak durumu başaşağı edici karakterini görmeye çalışmak, tamamen yerinde bir hareket olur sanıyorum. Ama şüphesiz ki Fransız ihtilâlinin yankılarına kulak kabartmaktan, Darwinizmin son renkleriyle donanmaktan, geleceği borçlandırmaktan, ortaya başkalarının gerçekleştireceği düşler davet etmekten çok daha fazla cesaret ister buna; çünkü çıkış noktamızı oluşturan baylar, olsa olsa övgüler yazarlar gazetelerde, öğretici eğlendirici özellikte yazılar yazar, ama iş o raddeye geldi miydi, seyirci kalırlar; kendileri oturdukları apartıman katlarından ya da hava değişimi için gittikleri yerlerden teşvik ve cesaretlendirmelerde bulunacak, canlarını tehlikeye atmaya gelince, bunu gemilerde kömür çekenler, madenlerde çalışanlar, işçi sınıfı yapacaktır.

A.: Size açık bir soru : Demek oluyor ki, yürürlükteki İktisadî sistemden memnunsunuz, öyle mi ?

B.: Açıkça bir cevap size : Çalışmayı yaradılışın kendisinde varolan bir zor, sömürmeyi ise canlılara özgü bir işlev olarak görüyorum.

A.: Çok acunsal bir görüş!

B.: Ama işte teknisyenlerinizi, savaşçılarınızı, biliminizi ve edebiyatınızı, bütün bu havada başıboş yüzüp duran uygarlık böğürtülerini sizlere bırakıyorum; sanatçı için sizden istediğim tek şey, yarısı servetlerinden edilmiş ve dolayısıyla devlet yardımıyla geçinen enflasyon kurbanlarıyla para değerinin artışının şikâyete sürüklediği kimselerden, öbür yarısı ise Hertha ve Poseidon yüzücülerinden meydana gelen çağdaş topluma kapılarını kapama özgürlüğüdür: kendi yolunda yürümek istiyor sanatçı.

A.: Sanat yolunda yani.

B.: Hayır, ahlâk yolunda. Ahlâkı sadece toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi olarak görmek, uygarlık zihniyetindeki geçilmez batağı gösterir. Ahlâk tanımaz bir kişi, bir korsandır sanatçı, bir dilenci,
bir estetik adamıdır» Her şeyi bileğinden döktürür, acayip biridir, dünkü günde yalınayaklar tarikatıyla ilgili bir dram yazmıştır, yarın bakarsınız prometheusvâri bir şeyler yazar. Ah, kime anlatmalı bilmem ki: Tam yedi yıl, diye yazıyordu biri, kentte taşrada tam yedi yıl Raşel uğrunda savaşan Yakup gibi bir sahifecik düzyazı bir tek mısra yazabilmek için uğraşıp durdum. Heinrich Mann’ın Flaubert’den söz eden denemesine kimin dikkatini çekmeli bilmem ki! Flaubert’in onca zaman sanat yazıları yazdıktan sonra, biraz da başka şeylerden, insanlık için iyi hoş bir şeylerden, gündelik hayatla ilgili kaygılardan, onun bunun mutluluğundan söz açmak istediğini anlatır deneme; ama bu, dünyada olacak şey midir, bunları Flaubert’in tekniği dünyada kucaklayamaz, romancı bilgeliği içerisine dünyada alınamaz bunlar. Üslûp yolunda ister istemez ilerleyecek, cümlelerin boyunduruğunu taşımaya devam edecek, insanın baş, kol ve bacaklarını sakatlayan o efsanevî yatağa boyuna yeni baştan girecekti Flaubert. Çok zaman da, Nietzsche gibi narin bir kişi, “Düşenin arkasından bir tekme de sen at!” cümlesini, bu sert, hoyratça sözleri yazarken kim bilir ne türlü ıstırap çekmiştir diye düşünürüm. Ama başka ne gelirdi elinden Nietzsche’nin, ister istemez binecekti gemiye, öğleyin mekân ve zaman üstünde uykuya yatmıştı, sadece bir göz vardır Nietszche’ye bakan : sonsuzluk. Nietzsche için kendi üslûp ve bilgeliğinin gerçeğinden başka bir ahlâk yoktu, çünkü bütün ahlâkşal ulamlar (kategoriler), sanatçı için kişisel olgunlaşma ulamına gelip dayanırlar.

Â.: Doğrusu korkunç bir şey. Ama sanatçılar ta ilk çağlardan beri taklit ve sanatsal anlatım yoluyla tedirgin edici olaylardan o korkutucu ve ürkütücü özelliklerini alarak insanlığa hizmet etmemişler midir?

B.: Hah işte, benim de demin öz deyince işaret etmek istediğim şey buydu. Alınyazısına uyarak gözlerini varoluşun iki anlamlılığına açan, acherontik dehşetler içerisinde kişiselliğin uçurumuna giren sanatçı, bu varlığı, bir düzen ve sanatsal aydınlığa kavuşturarak, tabiatın hoyrat gerçekçiliği, nedensellik güdüsünün kör ve gemlenemeyen açgözlülüğü, aşağı bilgi derecelerinin bayağı taraf - tutarlılığı üzerine çıkarır ve kanuniliğe sahip bir düzen yaratır. Sanatçının dünya karşısındaki durumu ve görevi işte budur sanıyorum. Siz sanatçı dünyayı değiştirsin mi diyorsunuz? Peki ama nasıl değiştirirsin, nasıl daha bir güzelleştirsin - hangi beğeniye göre? Daha bir iyileştirsin  ama hangi ahlâka göre? Daha bir derinleştirsin- ama hangi bilgileri ölçü alarak? Kısaca, nereden alsın dünyayı kucaklayacak bakışı, dünyaya önderlik etmesini sağlıyacak bilgiyi, dünyanın amaçlarına karşı adaleti elden bıraktırmayacak büyüklüğü nerden alsın sanatçı -kısaca, kime yaslansın- Goethe’nin dediği gibi “Cıvıl cıvıl çocuklarında yaşayan” anneye; ya anne, anne nerede?

A.: Demek oluyor ki, sanatçı ölçüleri yalnız kendi kendisinden alır, hiç bir amaç ardından koşmaz, hizmetinde çalıştığı bir eğilim yoktur, öyle mi?

Sanatçı kendi kişisel monomanisinin ardından koşar. Bu, geniş çapta bir monomani olursa, insanoğlunun ulaşabileceği en son büyüklüğe sahip en mükemmel eserin yaratılmasını mümkün kılar. Bu büyüklüğün değiştirmek ve etkilemek diye bir amacı yoktur, bu büyüklük var olmak ister, işte kalın kafalı Usçuların boyuna dil uzattıkları, ama insanlığın dâhilerince her vakit doğrulanmış olan bir gerçek. Hani öyle bir insanlık ki, alınyazısının görebildiğim kadarına bakarak şunları söyliyebilirim: asla kanıların değil, hep görüngülerin ardında, asla öğretilerin değil, hep imgelerin ardında koşmuştur ve değişmeleri bizim gözlerimizle izleyemeyeceğimiz bir uzaklıkta olup bitmektedir.

A.: Demek sanatçının yazdığı monologtur ?

B.: Özgürlükler! Bir Schiller deyişiyle, her türlü kuraldan uzak, ama zorunluğa bağlı bir özgürlükle karşı karşıyayız burada. Ne var ki, bu zorunluk ne deneyden geliyor, ne de maddeye dayanıyor. O çıkarcı, ve gelişimci de değildir. Aşkın bir zorunluktur. Bir Ananke’dir, Parze’nin şarkısıdır, derinliklerin koynunda yaşayan adaletli bir yargılayıştır. Düşünmenin ve aklın sırrıdır kısaca. Ancak pek az kişiye nasip olur, sanatçı ve en son biçimlerine ulaşmış sanatçılar ve düşünürlerin bu zorunluk karşısında bir fark kalmaz aralarında, işte Rodin’in heykeli: öbür dünyanın kapısında duran bu düşünürün sanatçıydı başlangıçta adı, heykelin kaidesindeki yazı bu her ikisi içindir: acılı bir düşe dalan dev. Nietzsche’nin Yunanlıların trajik çağında felsefe isimli eserindeki şu eşsiz satırlar da gene her ikisi içindir: “Hiç bir moda onlara yardım elini uzatmak ve yüklerini hafifletmek için karşı çıkmaz.” Bir dev, diye yazıyor Nietzshe, değişik çağlar arasındaki mekânlar içerisinden bir ötekine seslenir ve altlarında yerlerde sürünen o taşkın cücelerin gürültülerine aldırmadan ulu ruhlar konuşması sürüp gider.


gottfriedbenn:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/07/arture-622-gottfried-benn.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/11/turin-gottfried-benn.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/07/gottfried-benn.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder