DEĞİŞEN SARTRE


"Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz."

Sartre



Jean-Paul Sartre’in «Le Monde» da yayımlanan bir konuşması «Sanatta bağlanma» konusunu yeniden öne çıkardı, geniş yankılar uyandırdı. Bu arada iki solcu yazar, Claude Simon ile Yves Berger, «L’Express» de Sartre’a cevap verdiler. Ispanya Savaşı’na katılmış, Nazilerin işkencesine uğramış olan Claude Simon’un yazısı özellikle ilginç görüldü. Aşağıdaki çeviri konuşmanın İngilizcesinden yapılmıştır (Encounter, Haziran sayısı). Çevirmen Anthony Hartley, Sartre’ın «Le Monde»a gönderdiği bir mektupta yaptığı düzeltmeleri de göz önünde tutmuş. Claude Simon’un yazısı doğrudan doğruya Fransızcadan, «L’Express»den çevrilmiştir.


SARTRE «Sözcüklerdeki (Les Mots) tarih sıralamasında çelişmeler var, eleştirmenler onlara parmak basmakta haklıydılar. Kitabın büyük bir parçası 1954’de yazılmıştı da, on yıl sonra, yayımlanışından birkaç ay önce yeniden ele alıp bazı değiştirmeler yaptım. Tarih sıralamasına girişmedim.

«On yıldır bir uzun, acı, tatlı çılgınlıktan uyanmaktaydım,» dediğinizde, bu değişikliğin gerçekten 1954’de mi başladığını anlamalıyız?

SARTRE Evet. O sırada, olayların itişiyle, büsbütün politikaya vermiştim kendimi. Eylem havasına girince, birdenbire, önceki eserlerimi avucuna almış olan nevrozu anlayıverdim. Hiç farkında değildim bunun daha önce içindeydim çünkü. Simone de Beauvoir benden önce sezdi bu nedenleri. Her nevrozun özelliği kendini doğalmış gibi göstermesidir. Yazmak için yaratıldığıma büyük bir rahatlıkla inanıyordum. Varlığımı doğrulamam gerekliydi ve bütünüyle edebiyata yaslanıyordum. Bu düşünüşten kurtulabilmem otuz yıl sürdü. Politikayla kurduğum ilgiler gerekli açıyı sağlamama yol açınca, hayatımı yazmıya karar verdim. Bir insanın kutsal bilinen edebiyattan entelektüelliğini yitirmeden nasıl eyleme geçebileceğini göstermiye çalıştım.

«Sözcükler»de (Les Mots) çılgınlığımın, nevrozumun kaynağını açıklıyorum. Yaptığım çözümleme yazı yazmayı düşliyen gençlere yardımcı olabilir. Bu özlem hayli tuhaf gene de, bir «çatlaklık» niteliği yok değil. Bir boks şampiyonu ya da bir amiral olmayı düşliyen genç gerçeği seçiyor. Eğer yazar hayalîyi seçerse, ikisini karıştırıyor birbirine.

— Yazdıklarınızı okuduktan sonra, edebiyatı seçmek zorunda kaldığınıza pişman olmuş göründüğünüzü söyliyebilir insan.

SARTRE Doğrusunu isterseniz, 1954’de pişman olmak üzereydim. Başka bir dünyaya ayak basıyordum. Hayatımı elli yıl hesaplamıştım (şimdi elli dokuz olmak üzereyim). Ama, görüyorsunuz, «Sözcükler»de (Les Mots) iki ayrı ses var : biri yazarlığımı mahkûm edişimin yankısı, biri de bu sert yargının yumuşatılması. Hayat hikâyemi daha önce, o en atak biçimiyle yayımlamayışımın nedeni çok abartılmış olduğunu görmemdi. Yazı yazıyor diye bir mutsuz kişiyi çamura batırmak gerekmez. Ayrıca, bu arada, eyleme geçmenin de zorlukları olduğunu, insanın ona da bir nevroz yüzünden girebileceğini anladım. Politika da kurtarmıyor insanı, edebiyattan fazla.

Ne kurtarır insanı?

SARTRE Hiçbir şey. Hiçbir yerde kurtuluş yoktur. Kurtuluş düşüncesi bir mutlak düşüncesini gerektirir. Kırk yıl mutlakla yaşadım, bir nevroz. Mutlak yok artık. Geriye sayısız çaba kalıyor ve edebiyat onların en imtiyazlısı değil. «Artık hayatımı ne yapacağımı bilmiyorum» sözümün böyle anlaşılması gerekir. Oysa eleştirmenler, Simone de Beauvoir’in «Aldatıldım» sözünü olduğu gibi, bunu da yanlış anladılar, bir umutsuzluk çığlığı sandılar. Beauvoir o sözü söylemekle hayattan beklediği ama bulamadığı bir mutlak’ı işaret ediyordu. Görüşümüz aynı. Benim umutsuzluğum da onunkinden fazla değil. Ayrıca, ben oldum olası iyimser bir insanım, belki de gereğinden çok...

İlk Sartre evreni, «Bulantı»daki (La Nausee), hiç de gül-pembe değildi. Dünyayı o ışıkla görmüyor musunuz artık?

SARTRE Hayır, evren gene karanlık. Bizler bir belâya uğramış hayvanlarız... Ama, birden anladım ki, yabancılaşma, insanın insanı sömürmesi, gıdasızlık gibi kötülükler, bir lüks olan metafizik kötülüğü arkaya itti. Açlıktır kötülük bugün. Bir Sovyet vatandaşı, görevli bir yazar, bir gün bana şöyle dedi «Yeryüzünde herkes rahata ulaştığı zaman, insanin tragedyası başlıyacak sınırlılığı.» Şimdiden bunu düşünmek gereksiz. Ben toplumsal ve ekonomik dertlerin giderilebileceğine inanıyorum, özlüyorum bunu. Biraz talihle o mutlu çağ gelebilir. Dünya değişince işlerin daha iyi gideceğine inananlardan yanayım ben.

Öyleyse bir Beckett’in kötülüğe mahkûm evrenini kabul etmiyorsunuz?

SARTRE Beckett’e hayranım, ama bütün varlığımla ona karşıyım. O hiç gelişme yolu aramıyor. Benim kötümserliğim hiçbir zaman gevşekliğe düşmemiştir. «Bulantı»yı yazdığım günden beri hep bir ahlâk yaratmak istedim. Bendeki gelişme artık böyle şeyler düşlememem. Bugün «Dünya Nimetleri»ni (Les Nourritures Terrestres) korkunç bir kitap olarak görüyorum «Tannyı her yerden başka bir yerde arama.» Gidip bir işçiye, ya da bir mühendise söyleyin! Gide bunu bana söyliyebilir birkaç seçkin kişiye iletilebilecek bir yazar ahlâkı. Onun için de beni ilgilendirmiyor artık. Her şeyden önce insanlar hayat şartlarını düzelterek insan olmalıdırlar ki evrensel bir ahlâk yaratılabilsin. Ben onlara, «Yalan söylemiyeceksin,» diyerek işe başlarsam, politik eyleme yer kalmaz ondan sonra. İlk iş insanın bağımsızlığını sağlamaktır.

Bütün bunlar daha önce yazdıklarınızdan vazgeçmiye mi götürüyor sizi?

SARTRE Hiç de değil. «Sözcükler» de (Les Mots) bunun üzerine yazdıklarım yanlış anlaşıldı. Vazgeçtiğim bir kitabım yok. Ama bu onları iyi bulduğum anlamına gelmez. «Bulantı» da sonradan pişman olduğum şey kendimi işin içine bütünüyle sokmamış olmamdır. Kahramanımdaki hastalığın dışında kaldım, nevrozumdu koruyan, yazmak yoluyla, bana mutluluk veriyordu... Her zaman mutluydum. O sıra kendime karşı daha dürüst de olsam gene yazardım «Bulantı»yı. Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz.

Hangi eser ağır basabilir?

SARTRE işte yazarın sorunu tam bu. Aç bir dünyada edebiyatın görevi, yeri nedir? Ahlâk gibi, edebiyatın da evrensel olması gerekir. Onun için de yazar çoğunluğun yanında yer almalıdır, iki milyar açın yanında, eğer herkese seslenmek, herkesçe okunmak istiyorsa. Bunu yapmadıkça, seçkinler sınıfının hizmetindedir ve onlar gibi sömürücüdür. Büyük okur yığınına ulaşmanın iki yolu var yazar için birincisi kimi memleketlerde sosyalist yazarların yaptığı gibi, halkı eğitmek amacıyla bir süre edebiyattan vazgeçmek. Yönetici sıkıntısı çeken bir memlekette, Afrika'da örnekse, nasıl olur da Avrupa’da öğrenim görmüş bir yerli, öğretmenlik etmeyi kabul etmez, edebiyat uğraşını birlikte sürdüremiyeceğini anlasa bile? Avrupa’da oturup roman yazmayı yeğlerse, bu davranışı bana ihanete doğru bir kayma gibi görünür. Görünüşteki karşıtlık bir yana, bütün bir topluma hizmetle edebiyatın gerekleri arasında ayrım yoktur.

İkinci yol, ancak bizim devrimci-olmıyan toplumlarımıza uygulanabilir, herkesin okuyacağı günlere hazırlanmak, sorunları en atak, en kaçamaksız biçimiyle ortaya koymaktır. Alain Badiou’nun «Almagestes»de yaptığı budur, bir temizleme, bir arıtma amacıyla dili yargılıyor.

Bir «Almagestes» herkesçe okunabilir mi?

SARTRE Dikkatli olun. Ben en aşağı şeylere yönelen orta malı edebiyatı salık vermiyorum. Halk da bir yazarı anlamak için çaba göstermek zorundadır; çünkü bir yazar kapalılığı özlemese bile, yeni edinilmiş düşüncelerini her zaman açıkça, bilinen örneklere uyarak dile getiremez. Mallarme’yi alalım. Onu Fransız şairlerinin en büyüğü sayarım, ve şiirlerini anlamak için hayli zaman harcadım. Savunduğu kapalılık teorisi yanlıştır, ama söylediği şeyler güç olduğu zaman okunması da güçleşebilir. Hem halkın yalnız kolay anlaşılır şeyler istediğini de sanmamalıdır. Son cep kitapları denemesi bunu açıkça gösterdi. Kitaplarım daha küçük basılmıya başladığından beri benim de okurlarım değişti. Şimdi işçilerden, daktilolardan mektup alıyorum... Çok ilgi çekici mektuplar.

Kısacası, edebiyatı sonunda sağlığa erdirecek genişlikte olmasını istediğiniz yazarla halkın buluşması her iki yan için de bir zafer olacak...

SARTRE Bu savaşın yapılması gerek. Yazar iki milyar aç insan için yazamadıkça hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir.

Kalemini ezilenlerin hizmetine vermesini mi istiyorsunuz?

SARTRE Evet, ama yazarın görevidir bu, yapması gerekeni yaptığı zaman bundan bir karşılık beklemez. Kahramanlık kalemin ucuyla kazanılmaz. Benim yazardan istediğim, gerçekleri ve ana sorunları önemsemesidir. Dünyadaki açlık, atom tehlikesi, insanın yabancılaşması, nasıl oluyor da bunlar bütün edebiyatımıza renklerini vermiyor, şaşıyorum. Az gelişmiş bir memlekette Robbe-Grillet’yi okuyabilir miyim sanıyorsunuz? O kendinde hiçbir sakatlık görmüyor. Bence iyi bir yazar, ama rahata ermiş burjuvazi için yazıyor. Yeryüzünde Guinea’nin de bulunduğunu anlamasını isterdim. Guinea’de Kafka’yı okuyabilirim. Onda kendi rahatsızlığımı yeniden buluyorum. «Almagestes»i de, çünkü dil yoluyla gene bizim dünyamız yargılanan. Görüyorsunuz, çağdaş yazar kendi huzursuzluk bildirilerini yazmalı ve onları açmıya çalışmalıdır. Kendisini bütünüyle umutsuzluğa kaptırmıyan bir çeşit Beekett. Biçim o kadar önemli değil bence, isterse klâsik olsun, isterse de olmasın. «Harp ve Sulh»un ya da «Almagestes»in biçimi. Hepsi doyurucu. Bir eserin tek değer ölçüsü sağlamlığıdır: Hem kavrayacak, hem de kalıcı olacak.

Hayatınızı yazmıya devam edecek misiniz?

SARTRE Elbette, ama hemen değil. Şu anda Flaubert’in biyografisini bitirmiye uğraşıyorum.

Niye Flaubert?

SARTRE Çünkü o benim tam karşıtım. Karşı düşünceler gerekli aydınlanmaya. «Sözcükler» de (Les Mots) yazdım «sık sık kendime karşı düşündüğümü.» Bu cümle de anlaşılamadı. Eleştirmenler onda bir mazoşizm itirafı gördüler. Ama insan böyle düşünmeli kafasına yerleştirilmiş ne varsa, hepsine isyan ederek.

Tedirginlik, yargılama, tartışma, isyan, sağlık, bağımsızlık... Fazla değişmiş değilsiniz.

SARTRE Herkesin değiştiği gibi değiştim bir değişmezlik içinde.





SARTRE'A CEVAPLAR:





IGNAZIO SILONE
BAĞLANMANIN ANLAMI

«Encounter» dergisinin Ağustos sayısında Maurice Cranston «Sartre’ın Bağlanması» adlı bir yazıyla tartışmayı özetliyor, Claude Simon’dan yana çıkıyor. Ona göre Sartre düşüncelere, Claude Simon ise yaşantılarına dayanmaktadır. Cranston, «Açlık çeken insanları görmek onların duygularını anlamak değildir,» diyor. Hayli sağdan baktığı için de Sartre’a iyice yükleniyor. Derginin gene o sayısında ünlü romancı Ignazio Silone’nin «La Scuola dei Dittatori» (Diktatörler Okulu) adlı kitabını tanıtan bir yazının yanına da aşağıda çevirisini okuyacağınız «The Meaning of Commitment» adlı yazı konmuş. Ignazio Silone «Fontamara», «Ekmek ve Şarap» adlı romanlarıyla memleketimizde de tanınan bir yazardır. «Fon tam ara» yı dilimize Sabahattin Ali çevirmişti.


Geçen Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yazınsal yaşamın özellikleri olarak görülen bazı olaylar — her ne kadar kimi insanlar hâlâ bunlar üstüne konuşmakta devam ediyorlarsa da — bugün için artık bir önem taşımıyor, bence. Savaş-sonu yazınının gerçekten sonuna gelmiş bulunuyoruz. Günümüzün sorunları 1945’in sorunları değil artık. Eğer bir savaş öncesi dönemine girmek üzereysek, adamakıllı büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Durumun böyle olmamasını özlüyoruz elbette, ama ne olursa olsun, sorunları 1945’deki görünüşleriyle öne sürmek boşuna, bence.

Jean-Paul Sartre’ın ortaya attığı ve «bağlanma» diye tanımladığı sorun da bugüne dek önemini tüketmiş olmasını beklediğimiz konulardan biridir. Bu sorun çok daha eski bir olaya dayanırsa da, kabul etmeliyiz ki, Sartre ona yeni bir genişlik, bir anlam ve özel bir ses kazandırdı; son günlerde bu konu üstünde fazla konuşmaması sanırım nedensiz değildir — hele 1956’da Budapeşte’de olanlardan sonra. Şurada söylemek istediğim birkaç söz Sartre’ı özellikle ya da doğrudan doğruya ilgilendirmiyor.

 Düşündüklerimi kısaca, dört madde içinde özetlemek istiyorum.

Bağlanma konusunda insanların yapabileceği ilk yanlış, bence, bunu bir kural olarak ele almalarıdır — bağlanmıyan kimselerin yok edilmesi ya da bu gibi kimselerin aşağı görülmesi ilkesini de kapsıyan bir çeşit zorunlu hizmet saymalarıdır. Bazı memleketlerde şairlerle yazarlar «öncü birlikler» adı altında seferber edildikleri zaman, partinin ya da devletin o günkü buyruğuna yazınsal ya da şiirsel biçim vermek üzere yazarlar çiftliklerde, fabrikalarda çalışmıya gönderildikleri zaman bu önemli yanlış çirkin ve ürkütücü biçimlerde kendini gösterdi. O çok aşırı bir durumdu; ama politik ya da toplumsal sorunlar yerine sevgiden, çiçeklerden, ya da özel düşlerinden söz eden şairler ya da romancılar için aşağılayıcı yargılara varmak da aynı sınıfa giren bir yanılmadır..

İkinci görüşüm azönce anlattığımız anlamda bağlanmış kişilerin düşeceği çeşitten bir yanılmayla ilgili: ülküseli, mutlak, iyi, doğru, güzel olanı bir kuruma bağlamak yanılgısı — yazımın, şiirin ya da gerçeğin amacıyla bir parti, bir kilise, ya da bir devletin amacını bir tutmak yanılgısı. Çağımızın en yaygın puta tapıcılığı budur; ancak Tanrı'ya ya da mutlak olana gösterilmesi gereken bir saygıyla eğilmek, sonra da bu puta tapıcılığı tarihsel ve gelip geçici şeylere yöneltmek. Bireyle ruhun dünyası arasında en ilkel, en bayağı bağlantı bir putun aracılığıdır...

Üçüncü görüşümde bağlanmayı kişinin özel uğraşı olarak savunacağım. Bu bağlanma kavramı insanın gençleri, uğraşını henüz kesinlikle bilmiyen gençleri, kendi ülkülerinin yolundan gitmeleri için yüreklendirmesini önlemez. Ama ondan öteye de kimse geçemez. Kişisel bir uğraş olarak bağlanma kavramı böylesine bir bağlanmadan kaçınan sanatçılara da saygı gerektirir ve o sanatçıların yapıtları kendi sanatları dışında kalan değer ölçüleriyle, toplumsal, politik bakımlardan, bir ulus ya da bir sınıf için yararlı olup olmadıkları bakımından yargılanmamalıdır görüşünü savunur. Bu bağlanma kavramında kültür özgürlüğüne karşı tüzecil bir saygı vardır. Çirkinle güzelin ayırımını yapacak, neyin iyi resim, iyi musiki, iyi şiir olduğuna karar verecek olan kişi polis müdürü, parti başkanı ya da kültür bakanı değildir. Bu (yazın, sanat, musiki) eleştirinin alanıdır...

Umarım benim gibi sımsıkı bağlanmış bir sanatçının — toplumsal bir itiş duymadan hiçbir yazınsal yapıt yaratamam — kendinden bu denli değişik, sanatlarının kaynağı yalnızca özel iç yaşamlarından gelen sezginin yansımaları olan yazarlarla sanatçılara duyulması gereken saygı üstüne böyle konuşması sizleri şaşırtmıyor. Bütün bir toplumun politik, ulusal ya da ekonomik görevler yolunda iş başına çağrılacağı dönemler olabilir. Tüm güçlerini gereksiyen yoksul bir toplum «yeni bir ulusal birlik yaratma yolunda ortak çabaya katılmak üzere», yeni bir toplum ise halkı yeni düzenin yollarına göre eğitmek üzere aydınlarından yardım istiyebilir. Ama, bir daha söylüyorum, bu hiçbir zaman bir zorunluluk, bir yasa olmamalıdır. Böyle bir durumda bile, resimlerini sergiliyemiyen, şiirlerini bastıramıyan (basımevleri kabul etmediği için) kimselerin, köşelerinde kendi kişisel esinlerine göre çalışmalarını sürdürmelerini saygıyla karşılarım. Bir Alman şairi, insanların ipekli giyimlerinden sıyrılıp kendilerini düşmanlarına karşı koruyacak demir giyimlere bürünmeleri gereken gün gelebilir gene, diyor. Ama o zaman da ipek böceği ipeğini örmiye devam edecek.

Bağlanmayı kendi kişisel uğraşları olarak benimsiyen insanları ilgilendiren dördüncü görüşüm, bu insanların ülkülerini hiçbir zaman kurumlar ya da güçlerle bağdaştırmamaları gereği üstüne. Burada bazan bir rasgeliş olabilir: şu ya da bu parti bir insanın politik, ulusal ya da toplumsal ülküsünü en iyi bir yoldan temsil ediyor olabilir. Yargıların böyle birleşmelere ya da rasgelişlere değil, yanlış özdeştirmelere karşı. Kimse Hıristiyan'ların Tanrı’sını Vatikan Devletiyle, sosyalizmi Sovyetler Birliğiyle, ya da Demokrasiyi Amerika Birleşik Devletleriyle bir tutamaz. Bütün bu ülkülerin, bu Tanrı’nın, bu sosyalizmin, bu demokrasinin saydığım kurumlarla şu ya da bu yönden bir ilişkisi vardır, ama hiçbir zaman onlarla özdeş değildir. Böylece kaynağını dinde, sosyalizmde, ya da özgürlükte bulan şair de kendini bu kurumların kazanç ve amaçlarıyla özdeş bulursa yanılıyor demektir, Sanırım Sartre da böyle yanılmış, sonra 1956'nın Kasım’ında, Macaristan Başkaldırmasında yanılgısını anlamıştı. İçten ve gerçek sosyalizm özlemini aşağı yukarı aynı ülkülerle başlıyan ama sonraları tarihsel zorunluluklar yüzünden 1956’da Budapeşte gazetelerinde okuduğumuz duruma düşen bir kurumla özdeş tutmuştu. Bir yanda kendini hâlâ «Sovyet» diye adlandıran bir ordu vardı ve bu ordu Macar Sovyet’lerini ezmek üzere Budapeşte’ye doğru yürüyüşe çıkıyordu...

Bitirişim oldukça kısa olacak. Bağlanan, bağlanma yolunda kişisel bir uğraşı olan yazar, Devletin değil, toplumun malıdır. Herhangi bir soruşturma kurulundan, ya da bir Zhdanov’dan, bir McCarthy’den gelen hiçbir zorunluluğu benimsememelidir. Uğraşı dolayısıyla içtenlikle bağlanan ve kendine karşı dürüstlüğünü yitirmemek istiyen yazar, insan’ın ya da insanlığın hizmetinde kalmalıdır...

Çeviren
 Murat Belge


***

CLAUDE SİMON

KİMİN İÇİN YAZIYOR ÖYLEYSE SARTRE?


Öfkeden deliye döndüğü ve «çıkış noktası» olarak korkunç bir gerçeği bombardıman edilmiş bir şehir, parçalanmış insan gövdeleri) ele aldığı halde Picasso’nun, içinde düzen, denge ve güzellikten başka şey bulunmıyan bir tablo çizdiğini görüyoruz. Picasso başlangıçta tiksintiden başka bir şey duymamıştı, ama eline fırçayı alıp resmin diliyle karşılaşır karşılaşmaz, düşüncesi bir dilin buyruğuna girmiş ve başlangıçta duyduğu şey uyum, mimarlık ve ölçülü hatırlayışlara dönüşmüştü.

«Guernica» da insanı rahatsız eden dayanılmaz biçimlerin, anlamların bulunmayışı gerçekten şaşırtıcıdır. Tablonun siyah beyazı, yas tutmayı dile getirmekten çok, tek renkliliğin gerçekdışı havasından yararlanılmak için kullanılmıştır. Bu tabloda bir damla kana bile raslıyamazsınız. «Les Massacres de Scio»daki ezilmiş, parçalanmış, kanatılmış gövdeleri de göremezsiniz; «Guernica»nın alevleri, parçalanmış savaşçısı, kırılmış silâhları mermerlerin soğuk renksizliğini taşımaktadır. Bunlar alışverişe çıkmış köylülerin ölüleri değil, vandallar tarafından kırılmış heykellerdir.

Bundan başka, ressam konusunu «içinde-bulunduğu-durumdan-çıkarmak» istemiş (ya da çıkarmak zorunda kalmış) gibi, yaptığı bu tabloda müzelere ve geçmişe yönelmiştir. Kadının haykırışını ya da çiviye takılmış bir bebek gibi sallanan ölü çocuğun görüntüsünü «gerçeğe bakarak» değil, Poussin’in Hazreti Süleyman’ın ayağı dibine çizdiği iki anadan birine bakarak yaratmıştır.

Picasso’nun konu olarak ele almış olduğu bu cinayetin «tanıklığını yaptığını» da söyliyemeyiz, çünkü «bildiri haykırıştan çok çalışmayla ilintili değilse haykırışı işlemek mümkün değildir» (Roland Barthes).

Picasso’nun bu olayı hatırlatması, Pierro Della Francesca’nın, miğferleri, hareketsiz yüzleri ve boşlukları kullanarak, Constantin’in Maxence'e karşı kazandığı zaferi «hatırlatmasından» farklı değildir. Picasso, fotoğrafı görülse insanın midesini bulandıracak olan bir gerçekliği, tat alınan bir şey haline getirmektedir.

Picasso’nun yaptığı bu tablo karşısında, tuval üzerinde gördüğümüz bağlantıların, biçimlemelerin, karşıtlıkların ve arabesklerin güzelliğinden ötürü değil de, acılardan, gözyaşlarından, ve koskoca yaralardan dolayı heyecanlandığımızı kim ileri sürebilir? Bu belki de kutsallık dediğimiz şeye aykırı düşen bir gerçektir, ama gene de bir gerçektir: müzelerde gördüğümüz sayısız çarmıha-germe tabloları karşısında da aynı duygulara kapılırız; dinsel anlam taşımak amacıyla yapılan bir iş insana din-dışı tatlar verir.

YALAN VE GERÇEK

Picasso, böyle yaptığı için, Guernica’da ölenlere «ihanet etmiş», onları «kendi çıkarı uğruna harcamış» ve imtiyazlı bir sınıfa (çünkü Picasso’nun eserlerinin «sömürücüler» tarafından parası verilen bir müzede baş köşede bulunduğunu biliyoruz) hizmet etmiş midir?

Ahlâkçılar ahlâkı apaçık bir biçimde dile getirmiyen faaliyetleri damgalamaktan ve bundan ötürü öfkelenmekten geri kalmamışlardır. Ahlâkçıların her çeşidi gerçeğe öylesine sahip olduklarını sanırlar ki, ona yararı dokunsun diye yalanı kullanmaktan bile kaçınmazlar. Ahlâkçı, sanatçının çözmek istediği problemi, basit ekonomik bir fonksiyona indirger.

Sanatçının ve yazarın yarattığı besinin değerini kavrıyamıyan ahlâkçı (körler yararlanamıyor diye resmi suçlamıya kalkışmak gibi gülünç bir düşünce kimsenin aklına gelmediği halde), sanatçıyı ve yazarı lânetlemekten kaçınmaz. Çünkü ahlâkçının gözünde resmin ve yazının, resim ve yazı olarak bir değeri yoktur: bir senyörün resmini yapmak ya da bir düşesin evinde verilen ziyafeti anlatmak imtiyazlıların ya da güdülerin hizmetkârı olmaktır.

Buna karşılık, içinde herhangi bir nesnenin görüntüsünü taşımayan nice renk yığınına «Devrim», ya da «Gelecek Güzel Günler» adı verilmiştir (ki bunları «Kırmızıların Uyumu» ya da «Şikago’da Bahar» diye adlandırmak aynı ölçüde kolaydır), ve bu bakımdan «lekeciler» de (tachiste) yürüyen Devrimin işgüzâr yardımcıları niteliğini kimi zaman benimsemişlerdir.

Bu yeni karşılaştığımız bir olay değildir. Anglo-sakson prütanizminin süsten korkmasının altında ne korkunç bir ikiyüzlülüğün saklandığını biliyoruz.

KAFKA’YI YAKMAK

«Dini-bütünler» kabiliyetleri mahkûm etmek ve bayağılığı, güçsüzlüğü, budalalığı haklı çıkarmak için «ahlâkî» delillerini her zaman ileri sürmüşlerdir.

Daha dün, komünistler, Ortaçağı hatırlatan bir öfkeyle, Kafka’nın eserlerini yakmak gerektiğini söylüyorlardı, Kafka’nın olumsuz kötümserliğini (bugün aynı şey Beckett için söyleniyor) gericilikle bir tutuyorlardı. Bugün de Sartre, aynı Kafka’nın, «insanların açlıktan öldüğü bir dünyada» okunabileceğini, ama bu aynı dünyada Robbe-Grillet’nin okunmasının imkânsız olduğunu söylüyor.

Robbe-Grillet’nin kitapları burjuvazinin imtiyazlı bir zümresine hitabediyormuş. Robbe-Grillet’nin kitaplarının pek yüksek olmıyan baskı sayıları ile Sartre’ın «Kirli Eller»den kazandığı paralar birbiriyle karşılaştırılırsa bu iddianın gülünçlüğü ortaya çıkar. Sartre’ın bu piyesinin, bir Bulvar tiyatrosunda oynadığını ve aylar boyunca her gece, cici bici burjuvaların, yemekten sonra bir çeşit üstlük yer gibi komünist yemek için bu piyesi seyretmiye geldiklerini de unutmamak gerekir.


KİMİN İÇİN

Gerçekten, Sartre, kendi kitaplarının kime hitab ettiğini sanıyor acaba? (iSözcükler»i (Les Mots) ayın en fazla satan kitabı haline getirenlerin kötü-beslenen yığınlar olduğuna ve bu kitabın açlıktan ölmüş bir çocuğa karşılık bir «ağırlık» sayılabileceğine mi inanıyor yoksa — peki, ne zamandan beri, ölülerle edebiyat aynı terazide tartılıyor? Bunu öğrenmek isterim. Bu gerçekten böyleyse o zaman yazmanın da, yazılanı yayımlamanın da anlamı nedir?

Bundan başka, «imtiyazlı sınıfların» kültürel özelliklerini «halk»ın kültüründen ayırmak, bence, halka karşı derin bir küçümseme duymaktır ve bu şekilde düşünen «ilericiler» ile kapitalizmin elinde oyuncak olan radyonun ve kötü yayınların arasında büyük bir fark yoktur, çünkü kapitalistler de «yığınları ilgilendirmek» amacıyla onların en gelişmemiş yanlarını göz önünde tutarlar.

Ben, edebiyat konularında konuştuğum işçiler ve emekçiler ile gazeteciler, öğrenciler, profesörler arasında, belli bir eser söz konusu olduğu zaman soru sormak ve eleştiri yapmak bakımından hiçbir fark göremedim.

Robbe-Grillet hakkında şu ya da bu şekilde düşünülebilir. Sanatı karşısında duygusuz kalmak da mümkündür. Ben, Robbe-Grillet’nin düşüncelerinden çoğuna katılmıyorum. Ama, «Kıskançlık» ve «Labirent» gibi romanların herhangi bir tedirginliği yansıtmadıkları söylenemez. Çünkü, edebiyat tarihinde, alışılmış imlemleri (signification) bir yana itmek, bilinen yorumları kabul etmemek konusunda bu eserlerdeki kadar ileri gidilmiş olduğunu sanmıyorum.

Bu eserlerde, insanlığı uyutan mitlerin ötesinde tertemiz ve elle tutulabilir bir evren «bulmak» isteğiyle karşılaşıyoruz. Bu istek, tutarsız dünyası içinde yaşayan modern insanı, gözü yaşlı ve cafcaflı «ruh hallerinin» açıklanmasından daha gerçek bir biçimde dile getirmektedir.

Bazı eserlerin bu şekilde mahkûm edilmesi karşısında fazla heyecanlanmak doğru değildir. Her şey gibi «ahlâkın» da buyrukları zamanla değişikliğe uğramaktadır. Hem de çok hızla. Sözgelimi, daha dün, Stalin’i ve stalinciliği öven eserler yazılmasını istiyorlardı. Bugün aynı şeyin ahlâka aykırı olduğu, çünkü bu rejimin kendisinin ahlâkla bağdaşmadığı söyleniyor. Geçen yıl rasladığım bir sovyet şairi, yanındaki tercümanı zorlıyarak, bana, stalinciliğe-düşman bir şair olduğunu açıklamasını istiyordu. Ama ben, bu şairin stalinciliğe-düşman ya da ondan yana olmasıyla değil, sadece bir şair olmasıyla ilgilenebileceğimi kibarlığım yüzünden kendisine söyliyemedim.

KÖTÜ GÖZ

Devrimlerin erdemli ve püriten olduklarını biliriz. Hepsi de sanata kötü gözle bakarlar. Oysa sanat, tıpkı besin, elbise, ya da barınak gibi toplum hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Sanat onların yerini tutamaz tabiî. Ama onlar da sanatın yerini tutamazlar.

Ben en korkunç açlığı yaşadım, gene de, Sartre inansın buna, herhangi bir kitabın benim için değerli olmak niteliğini kaybetmediğini gördüm. Kitap, duyduğum açlığı gidermiyordu. Ama burada «bambaşka bir şey» söz konusuydu. Kitap, üzerimde bir «afyon» etkisi de yapmıyordu. Çünkü, kaçma plânları yapmak ve elime geçen ilk fırsatta bu plânları gerçekleştirmiye çalışmaktan geri kalmıyordum. Bilisiz sefalet arkadaşlarımın ellerine her geçen kitaba tutkuyla saldırdıklarını gördüğüm zaman adamakıllı şaşırıyordum. Seçme imkânı olmadığı için arkadaşlarım, kendi eğitim düzeylerinin çok üstünde olan kitapları okumaktan geri kalmıyorlardı. Onlardan ne anlıyorlardı bilmem. Sadece bu kitapları tat alarak okuduklarını biliyorum.

SICAK DÖŞEKLER

Sanattan, bir an için bile yoksun kalacak bir dünya (yani, maddeselliğe indirgenemiyen boyuttan, imgeselin, harikulâdenin ve rüyanın yabancılaşmıyan ve her zaman özgürlüğünü koruyan alanlarına açılan boyuttan yoksun kalacak bir dünya), çalışmanın yorgunluk vermediği, besinin bol bol bulunduğu, odların ve döşeklerin sımsıcak olduğu, iyi düzenlenmiş, koskocaman bir toplama kampını hatırlatacaktır, hem de insanların değil, hayvanların yaşadığı bir kampı.

Sovyet Rusya'nın gençleri bunu çok iyi biliyorlar. Bir zenci yazar, tasarladığı romanları yazmak yerine Gineli çocuklara abece öğretmiye kalkarsa, abece öğrenen bu çocuklar kendi dillerinde roman okumak istedikleri zaman, romancının öğretmenlik yapmasından ötürü okuyacakları romanlardan yoksun kalmak durumuna düşmiyecekler mi? Yoksa o zaman, Sartre’dan yapılmış çevirileri mi okuyacaklar?

Marxçı toplumun da, tıpkı burjuva toplumu gibi, aynı aptalca, korkak ve kaba savunma reflekslerini göstermesi gerçekten çok tuhaf. Biri Baudelaire’i, Flaubert’i, Lawrence’i mahkûm ediyor - öteki, Kafka’yı, Robbe-Grillet’yi ve başkalarını.

Baskı altındaki sınıflar, bu sınıfların düşünürleri ve yolgöstericileri, iktidara geçseler bile, etrafı çevrili yaşamış, aldatılmış ve eziyet görmüş canlıların şüpheci reflekslerini uzun zaman kendilerinde taşımıya devam ediyorlar: tehlike duygusu, kımıldıyan, kaynaşan, kurala uymıyan, beklenmedik şeylere karşı derhal harekete geçilmesine ve onların ortadan kaldırılmasına zorluyor, önce bütün gücünle vurmıya, sonra kime vurduğuna ve bu davranışının sonucunun ne olduğuna bakmıya itiyor. Korkunun ve bilgisizliğin karanlığında cana kıyılıyor.

Sonra bir kibrit yakılıyor ve bir hayalin cesedi seyrediliyor - kimi zaman bir dostun cesedidir bu. İşte o zaman «onuru-geri-veren» bir ÜBÜ ortaya çıkıyor. Bugün Rajk, Kafka, Slansky. Yarın Beckett, Trotsky, Robbe-Grillet...

Dünyayı «aydınlatmak» istiyenlerin kibriti önce, vurmadan «önce», yakmalarının zamanı gelmiştir artık. Böyle davranmak, kibriti söndürmek için üzerine durmadan üflemekten daha iyi olur sanırım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder