Günlük Tutmak / Virginia Woolf


20 nisan 1919 (Paskalya günü, pazar)

Defoe üzerine uzun bir denemeden sonra üstüme çöken tembellikle günlüğümü çıkardım, okudum. Kişi kendi yazdıklarının üstüne bir çeşit suçlu dikkatiyle eğiliyor. Açık söyliyeyim, çoğu zaman gramer kurallarını hiçe sayan, bazı kelimeleri değiştirilmek için haykıran, yontulmamış, gelişigüzel üslûbu azıcık canımı sıktı. Acaba hangi kişiliğim, çok daha iyi yazabileceğimi, böyle ıvır-zıvırla vakit kaybettiğimi, yabancı gözler önüne serilmesinden dikkatle kaçınmam gerektiğini söylüyor? Bir yandan da günlüğümü övmekten kendimi alamıyorum. Aceleci, savruk, rastgele ama sırasında turnayı gözünden vuruyor. Daha doğrusu böyle kendim için yazma alışkanlığı iyi bir idman. Oynak yerlerimi gevşetiyor. Eklere, sendelemelere aldırmamak. Bu hızla giderken amaca en kısa yoldan saldırmam gerek. Kalemimi mürekkebe batırıncaya kadar kelimeleri yakalamalı, işime geleni seçmeli, gelmeyeni fırlatıp atmalıyım. Son yıl boyunca profesyonel yazılarımda akşam üstü çayından sonraki bu yarım saatlik karalamalara borçlu olduğum bir rahatlık seziyorum. Günlüğümün ulaşabileceği biçimin kocaman gölgesi dikiliyor karşıma. Gitgide bu gevşek yaşama birikintisini nasıl kullanacağımı öğrenirim belki, hikâyede, romanda çok daha bilinçli, çok daha dikkatli kullandığım ham maddeyi yepyeni, bambaşka bir biçime sokabilirim. Günlüğümün nasıl olmasını isterdim? Gevşek örülmüş ama sallapati, değil, aklıma gelen ciddî hafif ya da güzel herhangi bir şeyi içine alabilecek kadar esnek. Günlüğüm kişinin eline geçeni çekmecelerine tıkıştırıverdiği eski, geniş bir yazı masasına ya da bir sandığa benzesin isterdim. Bir iki yıl sonra geri dönüp biriktirilen şeylerin kendiliğinden düzene girdiğini, bölümlendiğini, güzelleştiğini, bütünleştiğini görmek isterdim. Deniz dibindeki çöküntülerin esrarlı bir şekilde biçimlenivermesi gibi. Hayatımızın ışığını geçirecek kadar saydam, gene de bir sanat yapıtının uzaklığını, ayrılığını sezdiren devamlı, durgun, duru bileşimler.. Eski defterleri karıştırırken sansür kesilmemeli, içten geldiği, akla estiği gibi yazmalı. Çalakalem çiziktirdiklerimin üstünden geçerken, asıl anlamı, zamanında gözüme çarpmıyan yerlerde buldum. Ama yazıda gevşeklik çarçabuk dağınıklığa, pasaklılığa dönüveriyor. Kaydedilmesi gereken bir kişi ya da olayla yüzyüze gelmek için biraz çaba ister. Kalemi büsbütün başı boş bırakmağa gelmez. Sonra Vernon Lee gibi şapşal, düzensiz olur kişi. Onun oynak yerleri bana göre fazla gevşek.


Pazartesi, 25 ekim 1920 (kışın ilk günü)

Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi? Aşağıya bakıyorum. Başım dönüyor. Sonuna kadar nasıl yürüyeceğim? Neden böyle duyuyorum acaba? Ama ağzımdan çıktı ya bir kere, duymuyorum artık. Ocak yanıyor. «Dilenciler Operası» nı dinliyeceğiz. Üstümde bir eziklik var. Bir güçsüzlük, etkisizlik, önemsizlik duygusu. Burada Richmond’da oturuyorum. Bir tarlanın ortasına dikilen lâmba gibi ışığım karanlıklar arasında kayboluyor. Yazdıkça melankolim dağılıyor. Öyleyse niçin daha sık kâğıda dökmüyorum derdimi? Bir kere insanın gururu engel oluyor.'Kendime bile başarılı bir kişi diye yutturmak istiyorum kendimi. Gene de üzüntümün derinliğine inemiyorum. Sebep ne? Belki çocuksuzluk, dostlardan uzakta yaşamak, fazla boğaza düşmek, yaşlanmak. Nedenleri, niçinleri fazla düşünüyorum. Kendimi fazla düşünüyorum. Zamanın etrafımda kanad çırpması hoşuma gitmiyor. Tabiî çalışmak var. Ama çalışmaktan da beziyorum. Bir oturuşta fazla okuyamıyorum. Bir saat yazmak yetiyor. Buraya kimse hoşça vakit geçirmeğe gelmez. Geldikleri zaman da cinlerim başıma toplanır. Londra’ya inmek uzun iş. Nessa’nın çocukları büyüyor. Onları çaya çağıramam, hayvanat bahçesine götüremem. Cep harçlığım neye yetiyor ki? Bunlar önemsiz şeylermiş. Beni buna inandırıyorlar. Bazen yaşamanın ta kendisi gibi geliyor bana. Bizim şu karabahtlı kuşağımız. Hangi gazeteyi açsan koca koca başlıklarla kara haberler veriliyor. Bu öğleden sonra MacSwiney, İrlanda’da karışıklık, en azından grev! Mutsuzluk her yerde, hemen kapının ardında, ya da budalalık, mutsuzluktan da beter. Gene de ısırganotunu etimden çıkarmak elimde değil. Jacob's Room’u yazmanın dokularımı yeniden canlandıracağını seziyorum. Ama şimdi yazdıklarım hoşuma gitmiyor. Her şeye rağmen ne kadar mutluyum. Yalnız, bir uçurumun yanıbaşındaki daracık yolda yürür gibi olmasam.


bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/virgina-woolfun-gunlugu_6.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder