Majestelerinin gemisi Beagle, 15 Eylül 1835'te Galapagos'a vardığında uzun bir eve dönüş yolculuğunun son durağındaydı. Üç seneden fazladır Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarıyordu. Şimdiyse uzak ve az bilinen bu yerin düzgün bir haritasını çıkarmak için 5 haftası vardı. Ama burası karanın görünmesinden daha fazlasını gerektiriyordu. Tarihin akışı değişmek üzereydi. Güvertedeki doğabilimci Charles Darwin bildiğimiz gri sakallı, bilge Darwin değildi ama genç, duyarlı ve 26 yaşındaydı. İlk başta, adayı kendinden öncekiler gibi gördü.
"Hiçbir yer burası kadar az davetkâr olamaz. Hiçbir yer bu kadar
engebeli ve korkunç olamaz. Dik güneş ışınlarıyla kavrulmuş siyah
kayalar havaya boğucu bir etki bırakıyor, tıpkı bir ocak gibi."
Ama çok geçmeden daha fazlasını görmeye başladı. Üzerinde yürüdüğü zemin daha dün katılaşmış gibi görünüyordu.
"Sanki deniz en fırtınalı anında
taşlaşmış gibiydi."
Gemide, fiziki dünyanın doğanın güçleri tarafından sürekli değiştiğini anlatan yeni ve tartışmalı bir kitap olan "Jeolojinin İlkeleri" ile ilgileniyordu. Ve birkaç hafta önce, Güney Amerika'da
bir depreme yakalanmıştı. Okuduklarından ve deneyimlerinden esinlenerek genç ve üretken zihnini
harekete geçirdi. Galapagos'a çok farklı bir gözle bakmaya başlıyordu. Diğerlerinin berbat, eski ve değişmez gördüğü yerlerde Charles Darwin, okyanusun derinliklerinden gelen akıntılarla bugün bile canlılığını koruyan, yepyeni bir kara gördü; hemen altındaydı. Haklıydı.
Gemi adadan adaya hareket ettikçe karaya çıkmak için her şansı değerlendirdi. Floreana Adası'ndaki "Postane Koyu"nun kumsalında Galapagos’daki ilk yerleşim biriminin yöneticisi olan Lawson adında bir İngiliz ile tanıştı. Lawson'ın Galapagos ile ilgili ilginç hikâyeleri adanın daha iç kısımlarına
gitmesi için Darwin'i cesaretlendirdi. Gittiği her yerden parçalar topladı. Kaplumbağaları gördü,
ama sadece kubbe kabuklu olanlarını bu yüzden asıl sırlarını fark edemedi. Değişik gagaları olan küçük kuşları gördü ama hepsinin ispinoz olduğunu düşünemedi. Birine siyah kuş dedi, bir diğerine çalıkuşu. Başka bir kuş daha vardı, alaycı kuş. Bu kuşları Güney Amerika’da görmüştü; ama nedense bunlar farklıydı. O an için bu farkın ne kadar önemli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Darwin daha da uzaklara, adaların kalbine doğru ilerledikçe Galapagos’da daha önce hiçbir doğabilimcinin görmediği şeyleri gördü. Floreana ve Santiego'nun dağlık bölgelerinde büyüleyici ormanlar gördü.
Ve çok az bir yerde tatlı su buldu 600 mil içindeki tek tatlı su kaynağı. Ördekler sanki parktalar gibi suyla oynuyorlar. Kaplumbağalar volkanik çamurda yuvarlanıyorlar. Fregat kuşları ağır şartlardan geçip su içmeye geliyorlar. Burası cehennem değildi, cennetin bir bahçesiydi. Darwin kendine şu can alıcı soruyu sordu:
"Bu küçük adalar neden böylesine
tuhaf ve eşsiz yaşamlarla kutsanmıştı?"
Ama cevabı bulmaya ramak kalmışken Darwin bir daha geri dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldı. 20 Ekim 1835 günü, gün batımında Beagle önce Tahiti, sonra da eve gitmek için yelken açtı. Ama her şey sona ermemişti. Büyüleyici adalar büyüsünü yapmıştı. Darwin Galapagos’dan ayrılır ayrılmaz gerçeği görmeye başladı. Denizde geçirdiği uzun saatlerde, adadan topladıklarını sınıflandırırken özellikle bir tanesi birdenbire dikkatini çekti kaplumbağa ya da ispinoz değil,
bu bir alaycı kuştu.
"Dört farklı adadan örnekler vardı. İkisi birbirinin aynıyken,
diğer ikisi farklıydı. Her adada, o adaya has bir tür vardı."
Birbirlerinin görüş alanında olan değişik adalarda farklı türden alaycı kuşlar var. Biraz farklı tüylere sahipler ve gagaları da ispinozlar gibi farklı. Darwin o an Lawson'ın kaplumbağalar hakkında söylediği bir şeyi hatırladı. Bir kaplumbağanın sadece kabuğuna bakarak hangi adadan geldiğini bilebileceğini iddia etmişti. Farklı ada, farklı kaplumbağa, aynı şeydi. Etkileyici Galapagos manzarasına bakarken adaların sürekli değiştiğini fark etmişti. Yaşayan şeyler de değişebilir miydi?
Zaman tünelinde geçmişe doğru bakmaya başladı.
"Kendimi yaradılış anının
içindeymişim gibi hayal ettim."
Galapagos'un ateşten doğuşunu, okyanusun derinliklerinden yükselişini gördü ama yaşam daha sonra,
başka bir yerden gelmişti. Galapagos’daki izolasyon ve sonra adadan adaya olan izolasyon bir türü başka bir türe dönüştürmüştü. Darwin Galapagos’un büyük sırrı hakkında küçük bir ipucu yakalamıştı. Yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni hayatlar... hepsi adanın kendisi tarafından yaratılıyordu. Benzer örnekleri diğer türlerde de aradı. Bir gün, küçük ispinozlar onun verdiği isimlerle anılacaktı. Çok çeşitli gagalardan oluşan mükemmel bir koleksiyona sahip olmasına rağmen bu türlerin hangi adalardan geldiğini işaretlemeyi düşünememişti. Bu yüzden bir faydası olmuyordu. Ve kaplumbağalara gelince, 45 yetişkin gemiye taşınmıştı ama hepsi de yenilmişti. Kabukları da denize atılmış, sonsuza dek kaybolmuştu. Geri dönme imkânı olmayan Darwin, ispinoz gagaları ve kaplumbağa kabuklarının gerçek hikâyesini hiç bilemeyecekti. Ama alaycı kuşlarda, evrim hakkında ipuçları yakalamıştı. 1859'da, Galapagos’dan ayrılışından 24 yıl sonra Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı yayımlandı. Dünyayı sonsuza dek değiştirdi. Yaşamı boyunca, her zaman tek bir gerçeğe tutunmuştu: ıssız Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğuna "Türlerin Kökeni" adlı kitabının kaynağı olduğuna.
Galapagos, dünyadaki cehennem değil ama evrimin hayat dolu, capcanlı bir göstergesi.
"Kendi içinde küçük bir dünya olan bu yerde büyük gerçeği görmeye oldukça yakınlaştık gibi. Bir gerçek ki tüm gizemlerin en gizemlisi... bu dünyadaki varlıkların ilk yaradılış safhası."
Darwin'in üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki daha sonralarda,
Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğunu söyledi.