Galapagos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Galapagos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1835: GALAPAGOS




Denizle sislerin içinden kapkara adalar yükseliyor. Kaya üstlerinde, şekerleme yaparcasına, inek büyüklüğünde kaplumbağalar kıpırdanmakta, aralıklarda da iguanalar süzülüyor, kanatsız ejderhalar.

"Cehennem başkenti," diye fikir yürütüyor, Beagle gemisinin kaptanı.

Demir atıldığı sırada Charles Darwin, "Ağaçlar bile kötüymüş gibi geliyor insana," diyor.

Galapagos Adalarında Darwin ‘gizemler gizeminin’ aydınlanmasına iyice yaklaşıyor. Burada, yeryüzündeki hiç sonu gelmeyen değişimlerin anahtarının kokusunu alıyor. Burada, ispinozların gagalarını nasıl kusursuzlaştırmış olduklarını görüyor: iri, sert tohumları kıran gagalar birer fındıkkıran biçimini alırken, kaktüslerden özsuyu çıkaran gagalar birer kerpetene benzeyip gitmiştir. Darwin aynı değişimin, karınlarını yerdeki bitkiler ya da yükseklerdeki meyvelerle doyurmalarına bağlı olarak, kaplumbağaların kabuk ve boyunlarında da meydana gelmiş olduğunu ayrımlıyor.

Sonradan,"Bütün düşüncelerimin kökeni Galapagos'larda," diye yazacaktır. Şimdi, "Şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyorum"

Dört yıl önce, Beagle gemisi bir İngiliz limanından ayrıldığı sırada Darwin hâlâ Kutsal Yazıların her sözcüğüne inanmaktaydı.

Tanrının dünyayı şimdiki biçimiyle, altı günde yarattığım ve çalışmasını, Başpiskopos Usher’ın direttiği üzere, İ.Ö. 4004 yılının 12 Ekim'i Cumartesi günü, sabah saat 9'da tamamladığını düşünüyordu.


*
 Eduardo Galeano
Yüzler ve Maskeler


Galapagos Adaları






"Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı."

Charles Darwin




Lima'dan ayrılalı bir hafta olmuş, Beagle 960 km uzaklaşmış, Galapagos Adaları'na yaklaşmıştı. En yakın ada olan Chatham’ı ilk kez gördüklerinde, takvim 15 Eylül’ü gösteriyordu. FitzRoy seyir defterine, “Kara, kapkara, kasvetli bir görünümü olan kırılmış lav yığınlarının üzerine çıktık; bütün şeytanların burada bulunmasına uygun bir liman oluşturuyorlardı, diye kayıt düşmüştü. “Biz o kayadan bu kayaya atlarken, sayılamayacak kadar çok yengeç ve çirkin iguana her yöne kaçışmaya başladı.” Daroin de aynı ölçüde şaşırmıştı; siyah cürufların üzerinde yürümek zordu, bunlar kızgındı. Tepelerindeki güneşin altında “bir ocak gibi parıldıyorlardı" ve girintili çıkıntılı elverişsizlikleri, neredeyse hiç hayat belirtisi göstermeyen bodur ağaçlarla iyice meydana çıkıyordu. Her büyük lav kıvrımı “sanki en fırtınalı zamanlarında taşlaşmış gibi görünüyordu,” hava boğucu, koku çirkindi ve bunların hepsi de “cehennemden farkı olmayan bölgelerin gelişmiş yöreleri hakkında hayal edebileceğimiz şeylere benziyordu." Bu “kızgın adalar, koca bir sürüngenler ailesinin cennetiydi.” Koyda kaplumbağalar süzülüyor nefes almak için kafalarını yukarı çıkarıyorlardı; karanın iç kısımlarındaki devasa kaplumbağalar, su dolu çukurların başında toplanıyorlardı. Kara kumlara yerleştirilmiş bir termometre 51 dereceyi gösteriyordu. Bu ısı “iğrenç, hantal kertenkele” gruplarıma kıyıdaki kayalar üzerinde uyuması için mükemmel bir sıcaklıktı. İçlerinden biri onlara “karanlığın habis ruhları” ismini taktı, gerçekten de tuhaf, deniz yosunları yiyen yaratıklardı. Fakat müzelerdeki deniz iguanaları yanlış etiketlendiği, Güney Amerika’dan geldikleri belirtildiği için, Darwin gördüğü iguanaların Galapagos’a özgü olduklarını fark etmemişti.

Kuşlar insanları tanımıyorlardı, herhangi bir yırtıcıyı da tanımıyorlardı ve “evcil” görünüyorlardı. Darwin bir şahine yaklaştı ve onu tüfeğinin namlusuyla dürtükledi. Burada nasıl avlanacaktı ki? Kıyım iğrenç derecede kolay olacaktı. Her biri 35 kilo çeken 18 tane dev kaplumbağa, taze et olarak güverteye taşındı. Alaycıkuşlar, Şili türlerine benziyorlardı; canlı, meraklı, hareketliydiler ve hızla kaçıyorlardı; kurutulması için bırakılmış etleri yuvalarına taşıyorlardı, ama şakımaları farklıydı. Çiçekler çirkindi, başka her şey gibi. Kuşların Güney Amerika’ya özgü bir yönü varsa, bu çiçeklerin de vardı.

Volkanlarla karşılaşmayı bekliyordu, hayal kırıklığına da uğramadı. Atıl koniler; genelde altmış tanesi birden, on beş metre yukarıya yükseliyor, buraya bir sanayi çöplüğü ya da “ Wolverhampton yakınlarındaki demir ocaklarının görünümünü veriyordu.” Antik bacaların bazıları bitkilerle kaplanmıştı; diğerleri çırılçıplak, saf, lav akıntılarıydı; katılaşmışlardı, üstlerinde yaşam gelişmemişti. Bütün bu ilkel manzarayı ortalıkta dolaşan kaplumbağalar tamamlıyordu; kaplumbağaların çevresi yaklaşık iki metreydi ve dikenli armutlar seviyorlardı. Darwin, Avrupa’da olduğu gibi burada da bir çökelti tabakasıyla karşılaşmayı bekliyordu. Ama hayır, burası yeni bir dünyaydı, yalnızca bu dünyanın toprak altındaki eriyik kökenlerini yansıtıyordu; o kadar yabancıydı ki Darwin “pekâlâ başka bir gezegende bulunuyor da olabilirdi.”

 Bu tuhaflığı böcek sürülerinin bulunmaması tamamlıyordu. Darwin’in aklına gelen ilk şey, okyanusta çok açıklarda bulunan bu adaların, “göçmen koloniler almaktan etkin bir biçimde yalıtılmış olduğuydu.” Bunun sonucunda, kuşların çoğunluğu tohum yiyen ispinoz kuşlarıydı, bunlar alçak kesimlerde yetişen çalılıklara uyarlanmıştı ve demire benzer lavların içinden tohum çıkarmak gibi işlere uygun kısa gagalara sahip -şakrak kuşunun gagası gibi- kuşlardı.

Galapagoslar bir gulagtı, ayın 23’ünde Charles Adası’na geçtiklerinde, mürettebat Ekvador’dan sürülmüş 200 sürgünün kurduğu bir yerleşime ayak bastı. Burası İngiliz bir vali vekili tarafından yönetiliyordu. Ada sakinleri en iyi yeri seçmişlerdi. Burada, kıyının altı buçuk kilometre içerisinde, 330 metre yukarıda güneyden esen alizeler ortalığı serinletiyor, muz bahçeleri de “bahar zamanı Ingiltere’nin olduğu kadar yeşil” görünüyordu. Fakat bu yine de taze su kaynaklarından yoksun olmak, gelip geçen balina tekneleri dışında dış dünyadan uzak olmak gibi talihsizliklerin gölgelediği, riskli bir “Robinson Crusoe hayatıydı.” Başlıca et kaplumbağa etiydi, bunlar altı kişinin zor taşıdığı devasa sürüngenlerdi. Fakat artık o kadar da bol bulunmuyorlardı. Bir keresinde bir firkateynin mürettebatı 200 kaplumbağayı kıyıya kadar sürükleyebilmişti; ama artık bu kadar bile yakalanamıyordu. Kaplumbağa mevcudu hızla tükeniyordu; valinin hesaplarına göre, bir yirmi yıl daha dayanamayacaklardı.

Mahkûmlar her adanın kendine özgü bir kaplumbağası olduğuna, kaplumbağaların kısmen kabuklarının şekli itibarıyla farklılık gösterdiğine inanıyorlardı. Vali bile, kaplumbağalara bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebileceğiyle övünüyordu. Darwin’in bunu gösteren numuneler toplaması kolaydı: Charles Adası’nda bile her yer içi boş, sırtı çukur kaplumbağa kabuklarıyla doluydu; bunlar bir alçaklık örneği olarak, çiçek saksısı niyetine kullanılıyordu. Fakat Charles buna hiç dikkat etmedi ve hiç kaplumbağa toplamadı. Bu sürüngenlerin dışarıdan geldiğini düşünüyordu. Korsanların bu kaplumbağaları Hint Okyanusu’nda bulunan, anavatanları olan adalardan yiyecek kaynağı olarak getirdiği varsayımında bulunuyordu. Oysa tersine, buradaki alaycıkuşların Chatham’dakilerden farklı olduğunu fark etmişti. O andan itibaren de alaycıkuşlarını ayrı tutup onları adalara göre etiketledi.

Ayın 28’inde takımadaların en büyüğü olan Albermarle’a demir attılar. Darwin’i burada çok daha fazla kömürleşmiş uzun bacalarla kaplı bir manzara karşıladı. Lav konilerinden ıslıklar çıkararak buharlar tütüyordu. Darwin ıssızlığın iç kesimlerine doğru yürüyüşe çıktı, bir tatlı su kaynağı arıyordu. Bu “kıraç ve kısır” fundalıklarda devasa tırtıklı kertenkeleler, 7 kilo çeken kara iguanaları, çabuk ve hantal bir yürüyüşle yuvalarına doğru kaçıyorlardı. Sarı ve kırmızı iguanaların “çirkin” olduğunu, yalnızca tencereye yakışacağını düşünmüştü; bir gün “kırk tane birden toplandı” (bu benzersiz kertenkelelerle ilgili olarak FitzRoy’dan gelen en tatminkâr yorum, “Hiç de fena bir yemek değil,” olmuştu). Su artık tayına bağlanmıştı, Darwin kavurucu güneşin altında, yalnızca bir galon ya da ona yakın miktarda suyun bulunduğu çukurlar bulabiliyordu. Bu su çukurları bütün ispinozları çekiyor, böylece ispinozları karşılaştırmak kolaylaşıyordu, Fakat kavurucu sıcakta bu kuşlardan birini yakalama zahmetine girmedi. Birbirine benzemeyen alaycıkuşların tersine, ispinozlar her adada aynıydı.

DARWİN GALAPAGOS'TA


H.M.S. Beagle in the Galapagos Islands. Painting by John Chancellor


İnsanın, hatta bütün yaşamın köklerini nasıl biliyoruz? Alan Moorehead, Charles Darwin’in 1835’te HMS Beagle ile yaptığı uzun yolculuk sırasında evrimle ilgili kuramının ilk tohumlarının kafasında belirdiği yer olan Galâpogos adalarını ziyaretini sürükleyici bir dille anlatır.

Pasifik’teki bütün tropik adalar arasında Tahiti’den sonra en ünlüsü Galâpagos Adalarıydı. Ancak bu adalarda insanın beğenebileceği pek bir şey yoktu. Tahiti Takımadası gibi bereketli ve güzel olmadıkları gibi, denizde izlenen alışılmış yolların da çok dışındaydı. Adaların ünü tek birşeyden kaynaklanıyordu: Dünyadaki öteki adalardan farklı olarak son derece ilginçtiler. Beagle için çok uzun bir yolculukta sığınılacak limanlardan biriydi yalnızca, ama Darwin için bundan daha fazlaydı; çünkü burası, onun yaşamın evrimiyle ilgili tutarlı bir görüşe varmaya başladığı yerlerdi. Kendi sözleriyle; 

“Burada, gizemler gizemi o büyük olgunun, bu dünyada yeni varlıkların ilk ortaya çıkışının gizine zamanda ve uzamda biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz.”

Fakat Beagle’ın mürettebatı için adalar daha çok bir cehennemi andırıyordu. Gemi, takımadanın en doğusunda yer olan Chatham Adasına yaklaşırken, kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel iğrenç kertenkeleler yürüyordu. Kararan sıkıntılı gök havada asılı duruyor, baca şapkaları gibi dikilmiş küçük volkanik koni ormanı Darwin’e doğup büyüdüğü Staffordshire’daki dökümhaneleri anımsatıyordu. Havada bir yanık kokusu bile vardı. Beagle’ın kaptanı Robert Fitzroy’un yorumu “Cehenneme yaraşır bir kıyı” biçiminde oldu.

Beagle bir aydan biraz uzun bir süre Galâpagos’ta dolaşıp ilginç bir noktaya her ulaştığında bir kayık dolusu adamı keşif yapmaları için bıraktı. Bizi ilgilendiren grup James Adasında karaya bırakılan gruptur. Darwin burada iki subay ve iki gemiciyle birlikte, yanlarında bir çadır ve erzak, karaya ayak bastı, Fitzroy da bir hafta sonra geri gelip onları almaya söz verdi.

Deniz kertenkeleleri açık kocaman ağızları, boyunlarında keseleri ve uzun düz kuyruklarıyla yaklaşık bir metrelik minik birer ejder olup çıkmışlardı; Darwin onlara “karanlığın minik şeytanları” diyordu. Binlercesi biraraya toplanmıştı ve gittiği her yerde önünden kaçışıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları ürkütücü kayalardan bile daha karaydılar. Sahildeki öteki yaratıkların da farklı tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, ikisi de soğuk deniz yaratığı olan ve hiç tahmin edilemeyeceği halde burada tropik sularda yaşayan penguenler ve ayı balıkları, bir de kertenkelelerin üzerinde kene avlayan bir kızıl yengeç.

Adanın iç kesimlerine yürüyen Darwin dağınık bir öbek kaktüsün arasına vardı; burada da iki koca kaplumbağa karnını doyurmaktaydı. Küp gibi sağırdılar; ancak burunlarının dibine kadar yaklaşınca onu farkettiler. Sonra da yüksek sesle tıslayıp boyunlarını içeri çektiler. Bu hayvanlar o denli büyük ve ağırdılar ki yerlerinden kaldırmak ya da yana çevirmek olanaksızdı -bir insan ağırlığını da hiç zorlanmadan taşıyabiliyorlardı.

Kaplumbağalar daha yukarıdaki bir tatlısu kaynağına yöneldiler; birçok yönden gelen geniş patikalar tam orada kesişiyordu. Darwin çok geçmemişti ki kendini iki sıralı garip bir geçit töreninin ortasında buldu. Bütün hayvanlar ağır ağır ilerliyorlar, arada bir yol boyunca rasladıkları kaktüsleri yemek için yürüyüşlerine ara veriyorlardı. Bu geçit töreni bütün gün ve gece devam etti durdu. Sanki çok uzun çağlardır sürüp gidiyordu.

Bu dev hayvanlar çok savunmasızdılar. Balina avcıları gemilerine erzak sağlamak için bir kerede yüze yakınını alıp götürüyordu, Darwin’in kendisi de bunların yavru olanlarından üçünü yakaladı, sonra da Beagle’a yükleyip canlı canlı İngiltere’ye kadar götürdü. Doğal tehlikeler de onları bekliyordu. Yavru kaplumbağalar daha yumurtadan çıkar çıkmaz leş yiyici bir tür şahinin saldırısına uğruyorlardı.

Buradaki başka garip yaratık da kara iguanalarıydı. Bunlar hemen hemen deniz iguanaları kadar iri (bunların 1,5 metre olanları hiç de az değildi), onlardan biraz daha çirkindi. Bütün sırtlarını kaplayan dikenleri, sanki üzerlerine yapışmış gibi görünen portakal rengi ve tuğla kırmızısı ibikleri vardı. Karınlarını, daha etli parçalara ulaşmak için çok yükseklere tırmanarak, yaklaşık 9 metre boyundaki kaktüs ağaçları üzerinde doyuruyorlardı; çoğu zaman da kurt gibi aç görünüyorlardı. Danvin bir gün onların bir öbeğinin üzerine bir dal fırlattığında, bir kemik çevresinde dalaşan köpekler gibi dala saldırmışlardı. Yuvaları o kadar çoktu ki yürürken Darwin’in ayağı sürekli birine giriyordu. Toprağı bir ön bir art pençelerini kullanarak şaşırtıcı bir hızla kazabiliyorlardı.

Keskin dişleri ve tehditkâr bir havaları vardı, ama hiç de ısıracakmış gibi görünmüyorlardı. “Aslında yumuşak ve uyuşuk canavarlardı”; kuyruklarıyla karınlarını yerde sürükleyerek yavaş yavaş yürüyorlardı ve sık sık kısa bir tavşan uykusu için duruyorlardı. Bir keresinde Darwin onlardan birini toprağı kazıp tamamen altına girene kadar bekledi, sonra da kuyruğundan tutup çekti. Kızmaktan çok şaşıran hayvan birden döndü ve “Kuyruğumu neden çektin?” der gibi öfkeyle Darwin’e baktı. Ama saldırmadı.



Darwin James Adasında, hepsi de eşsiz, 26 kara kuşu türü saydı. “Çok nadir olduklarını tahmin ettiğim kuşları da dikkatle inceledim” diye yazdı eski hocası John Henslow’a. inanılmaz ölçüde uysaldılar. Darwin’i büyük ve zararsız başka bir hayvan olarak gördüler ve yanlarından her geçtiğinde çalıların içerisinde kımıldamadan oturdular. Darwin, Charles Adasında bir pınarın başına elinde bir değnek oturmuş, su içmeye gelen güvercinlerle ispinozları avlayan bir çocuk gördü; çocuk öğle yemeklerini bu basit yöntemle çıkarma alışkanlığındaydı. Kuşlar hiç de yaşadıkları tehlikenin farkında görünmüyorlardı. “Yerli sakinler çevreye yeni gelen bir yabancının beceri ya da gücüne alışana kadar, yeni gelen bu yırtıcı hayvanın çevrede çok büyük bir tahribat yaratacağı sonucuna varabiliriz” diye yazdı Darwin.

Büyülü bir hafta böyle geçti; Darwin’in kavanozları bitkilerle, deniz kabuklarıyla, böceklerle, kertenkelelerle ve yılanlarla doldu. Herhalde Cennet Bahçesi böyle olmazdı; yine de adada “bir zamandışılık ve bir masumluk” vardı. Doğa büyük bir denge içindeydi; orada bulunan tek davetsiz misafir insandı. Bir gün tam bir daire oluşturan bir krater gölünün etrafında yürüyüşe çıktılar. Göl yaklaşık bir metre derinliğindeydi ve parlak beyaz bir tuz tabanın üzerinde kımıltısız uzanıyordu. Kenarlarında pırıl pırıl yeşil bir perçem oluşmuştu. Bu doğa harikası yerde balina avına çıkmış bir geminin isyancı tayfaları kısa bir süre önce kaptanlarını öldürmüştü. Ölen adamın kafatası hâlâ toprağın üzerinde duruyordu.

Galapagos Islands


G A L Â P A G O S A D A L A R I

Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı.





Galâpagos Adaları Tahiti’den sonra Pasifik’in en ünlü tropikal adalarıydı. 1535’te Panama piskoposu Fray Tomas de Berlanga tarafından keşfedilmişlerdi. Şimdiyse 800 kilometre kadar uzaktaki Ekvador’un egemenliği altındaydılar. 1830’lu yıllarda bile, bu adalara her yıl çoğunluğu Amerikan bandıralı olan 70-80 balina gemisi “ikmal” için uğrardı. Gemiler buradaki kaynaklardan su depolarını doldurur, et gereksinmeleri için kaplumbağa yakalar (İspanyolca galâpagos dev kaplumbağa anlamına gelir), sonra da sahilde bir posta kutusunun bulunduğu Postane Koyu’na giderlerdi. Gemi kaptanları sahiplerine kendilerinin iletebilecekleri mektupları kutudan alırdı. Beagle ziyaretinden kısa bir süre sonra Herman Melville de gemisiyle Galâpagos’a gelmişti. Beyaz balinanın efsanesinde “uğursuz Encantadas”dan da bahsedilir.

Melville “Burada sürüngenler dışında pek az canlı vardı, duyulan tek ses bir tıslamadan ibaretti.” diye yazmıştır.

Galâpagos Adaları ’nın pratik yararları dışında, övülecek pek bir yanı yoktu. Tahiti takımadaları gibi bereketli ve güzel değillerdi, gemi rotalarının uzağındalardı (hâlâ da öyledirler), çevreleri değişken akıntılarla sarılıydı.

Ekvador hükümetinin sürgüne gönderdiği bir avuç siyasi mahkûm dışında bu adalarda yaşayan yoktu. Ünleri dünyadaki başka hiçbir adaya benzemeyişlerinden kaynaklanıyordu: Oraya gidenler bu adaları bir daha unutamazdı. Beagle içinse burası çok uzun bir yolculuk sırasında uğranan limanlardan sadece biriydi. Ancak, Darwin için çok daha büyük bir anlamı vardı. Çünkü hiç beklenmedik şekilde -tıpkı otomobil veya trenle yolculuk yapan bir kimsenin ani bir esinle karşılaşması gibi- bu gezegendeki hayatın nasıl evrimleştiği konusunda tutarlı bir görüş oluşturmaya burada başlamıştı.

Kendi deyimiyle: “O büyük gerçeğe, Dünya’da yeni canlıların ilk kez ortaya çıkışı olgusuna bilinmezlerin en bilinmezine- zaman ve mekân bakımından, burada oldukça yakınlaşmış gibiyiz.” Beagle'ın mürettebatına göreyse bu adalar bu dünyaya ait değildi, daha çok cehenneme benziyorlardı. Gemi güçlü bir rüzgârla, takımadaların en doğusundaki Chatham Adası’na geldi. Bir anda taşa dönüşmüş fırtınalı bir denizi andıran , eğri büğrü siyah lavlardan oluşmuş bir kıyıyla karşılaştılar. Hiç yeşillik yoktu. İskelete benzeyen seyrek çalılıklar yıldırımlarla kavrulmuşa benziyor, parçalanmış kayalar arasında iğrenç kertenkeleler dolaşıyordu. Pasifik’in simgesi olan hindistancevizi ağaçlarından bile eser yoktu. Nemli ve sıcak hava bunaltıcıydı. Bacalara benzeyen küçük, volkanik konilerin oluşturduğu orman, Darwin ’e memleketi Shropshire’daki demir dökümevlerini anımsattı; havada bir yanık kokusu bile vardı. FitzRoy’a göre de burası “şeytanların yuvası olmaya layık bir
yer, cehennemin bir parçası”ydı.

Chatham Adası

Bütün bunlara karşın 15 Eylül 1835’te Beagle St. Stephen Limanı’na demir attığında keyifleri yerine geldi. Çevreleri köpekbalığı, su kaplumbağası ve tropikal balık kaynıyordu. Tayfalar hemen küpeştelerden oltalarını sallandırdı.

Darwin’in notlarına göre “bu oyun herkesi çok eğlendiriyor, her yandan kahkahalar ve güverteye atılan balıkların sesi geliyor”du. Limanda birkaç Amerikan balina gemisi vardı. Bunlardan büyük olan biri, en az dokuz balina sandalı olan Science, FitzRoy’u n gözünden kaçmadı. Yanlarından haşmetle süzülüp geçerken onu “olağanüstü güzel” bulmuştu. Bir grup gemici siyah kumlu sahile çıktı, kum o kadar sıcaktı ki kalın botlarına rağmen ayakları yanıyordu. Sahili, balina gemilerinin tayfalarının kaplumbağaları sandallara taşımak için kullandıkları el arabalarıyla dolu buldular. Ortalığa saçılmış yığınla karakaplumbağası kabuğu yapılan katliamı açıkça kanıtlıyordu. FitzRoy, ilkel bir bahçede fidanlar için saksı yerine kullanılmış büyük terrapin kabukları gördü. Stokes “bir su kaynağı yakınlarındaki yumuşak, killi toprakta homurdanarak , paytak adımlarla keyifli keyifli dolaşan ” kara kaplumbağalarıyla karşılaştı. Bazıları o kadar büyüktü ki, fillerinkini andıran dört bacakları üstünde dururken, başları insan göğsü hizasına geliyordu. Ağırlıkları da 250 kiloya kadar çıkıyordu. Darwin bir tanesinin karın çevresini 2,36 metre, sırtının uzunluğunu da 1,34 metre olarak ölçtü. Tuhaf kertenkeleler (aslında bunlar iguanaydı) insan görünce hantal hantal yuvalarına kaçışıyordu.

Beagle bir aydan uzun bir süre  Galâpagos Adaları’nı dolaştı. İlginç bir yere geldiklerinde FitzRoy bir sandal dolusu gemiciyi çevreyi araştırmak üzere kıyıya gönderiyordu. Narborough Adası’nda binlerce su kaplumbağası yumurtlamak için geceleri kumsala iniyor, her deliğe altışar yumurta bırakıyordu. Charles Adası’nda 200 mahkûmun bulunduğu bir cezaevi vardı; mahkûmlar, yükseklerde şeker kamışı, muz ve mısır yetiştiriyordu. Ancak, James Adası’nda karaya çıkan grup bizi daha çok ilgilendiriyor. Darwin, Covington, Bynoe ve iki tayfa bir çadır ve erzakla adaya çıkmış, FitzRoy bir hafta sonra onları almaya geleceğini söylemişti. Bu arada Darwin başka adalara da gitti, ancak bunlar James Adası’ndan pek farklı değildi. Bu nedenle yaşadıklarını bu olağanüstü haftayı anlatarak aktarabiliriz. Önce kumsalda çadır kurup, yataklarını ve erzakı yerleştirdiler, sonra da çevreyi incelemeye giriştiler.

Deniz kertenkelelerinin, yakından incelendiklerinde, minyatür birer ejderha oldukları ortaya çıktı. Uzunlukları 50-90 cm civarındaydı, altları torba gibi sarkan kocaman ağızları ve uzun, yassı kuyrukları vardı. Darwin’in deyimiyle “karanlıkların küçük şeytanları "ydılar. Binlercesi bir arada, Darwin’in gittiği her yerde önünden telaşla kaçışıyordu. Üstünde yaşadıkları korkunç kayalardan bile daha siyahtılar. Bu iguanaların her şeylerinde bir tuhaflık vardı. Kıyıdan içeri on metreden fazla gitmiyor, ya sahilde güneşleniyor ya da denize atlayıp perdeli ayaklarını yanlarına yapıştırarak, güçlü kuyruk hareketleriyle kendilerini ileri doğru iterek usta yüzücülere dönüşüyorlardı.

Berrak suda denizin tabanına yakın yüzüşleri gözlenebiliyordu; su altında çok uzun süre kalabiliyorlardı. Ağırlık bağladığı bir iguanayı denize atan bir tayfanın, bir saat sonra sudan çıkardığı hayvan hâlâ canlıydı.

Bynoe ve Darwin, ameliyat bıçağıyla bir tanesinin karnını açıp incelediklerinde, su yosunlarıyla beslendiklerini saptadılar. Ancak bu deniz hayvanları, bazı denizcilerde de görüldüğü gibi, denizden nefret ediyordu. Darwin bunlardan birini kuyruğundan yakalayıp, kayaların arasında gelgitin oluşturduğu büyük bir havuza fırlattığında hayvan hemen kıyıya yüzdü. Darwin hayvanı tekrar suya fırlattığında da aynı şey oldu. Darwin ne yaparsa yapsın hayvan suda kalmıyordu. Sonunda Darwin, sudaki köpekbalıklarından korktukları ve bir şeyle tehdit edildiklerinde kendilerini içgüdüsel olarak hiçbir düşmanlarının olmadığı karaya attıkları sonucuna vardı. Üreme dönemleri kasım ayıydı. O ayda, erkekler dişilere kur yapma amacıyla değişik renklere bürünüp kendilerini haremleriyle çevreliyorlardı.

Adadaki diğer yaratıkların da çeşitli tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, soğuk denizlerde yaşayan hayvanlar oldukları halde beklenmedik bir şekilde bu tropikal sularda da yaşayan penguenler ve foklar, bir de kertenkelelerin sırtında kene avlayan kırmızı bir yengeç türü. Covington’la içerilere doğru yürüyen Darwin, kaktüsler arasında karınlarını doyuran iki tane kocaman karakaplumbağasına rastladı. Tamamen sağır olan kaplumbağalar, göz göze gelene kadar onları fark etmedi. Fark ettikten sonra da yüksek sesle tıslayarak kafalarını içeriye çektiler. Bu hayvanlar o kadar iri ve ağırdı ki kaldırmak, hatta ters döndürmek olanaksızdı (Darwin ve Covington b u n u denedi). Bir insanı kolayca taşıyabiliyorlardı. Darwin birinin sırtına bindi; biraz sallantılıydı ama hayvanın yürüyüşü etkilenmemişti.



Darwin Galapagos'ta


Majestelerinin gemisi Beagle, 15 Eylül 1835'te Galapagos'a vardığında uzun bir eve dönüş yolculuğunun son durağındaydı. Üç seneden fazladır Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarıyordu. Şimdiyse uzak ve az bilinen bu yerin düzgün bir haritasını çıkarmak için 5 haftası vardı. Ama burası karanın görünmesinden daha fazlasını gerektiriyordu. Tarihin akışı değişmek üzereydi. Güvertedeki doğabilimci Charles Darwin bildiğimiz gri sakallı, bilge Darwin değildi ama genç, duyarlı ve 26 yaşındaydı. İlk başta, adayı kendinden öncekiler gibi gördü.

"Hiçbir yer burası kadar az davetkâr olamaz. Hiçbir yer bu kadar
engebeli ve korkunç olamaz. Dik güneş ışınlarıyla kavrulmuş siyah
kayalar havaya boğucu bir etki bırakıyor, tıpkı bir ocak gibi."


Ama çok geçmeden daha fazlasını görmeye başladı. Üzerinde yürüdüğü zemin daha dün katılaşmış gibi görünüyordu.

"Sanki deniz en fırtınalı anında
taşlaşmış gibiydi."

Gemide, fiziki dünyanın doğanın güçleri tarafından sürekli değiştiğini anlatan yeni ve tartışmalı bir kitap olan "Jeolojinin İlkeleri" ile ilgileniyordu. Ve birkaç hafta önce, Güney Amerika'da
bir depreme yakalanmıştı. Okuduklarından ve deneyimlerinden esinlenerek genç ve üretken zihnini
harekete geçirdi. Galapagos'a çok farklı bir gözle bakmaya başlıyordu. Diğerlerinin berbat, eski ve değişmez gördüğü yerlerde Charles Darwin, okyanusun derinliklerinden gelen akıntılarla bugün bile canlılığını koruyan, yepyeni bir kara gördü; hemen altındaydı. Haklıydı.

Gemi adadan adaya hareket ettikçe karaya çıkmak için her şansı değerlendirdi. Floreana Adası'ndaki "Postane Koyu"nun kumsalında Galapagos’daki ilk yerleşim biriminin yöneticisi olan Lawson adında bir İngiliz ile tanıştı. Lawson'ın Galapagos ile ilgili ilginç hikâyeleri adanın daha iç kısımlarına
gitmesi için Darwin'i cesaretlendirdi. Gittiği her yerden parçalar topladı. Kaplumbağaları gördü,
ama sadece kubbe kabuklu olanlarını bu yüzden asıl sırlarını fark edemedi. Değişik gagaları olan küçük kuşları gördü ama hepsinin ispinoz olduğunu düşünemedi. Birine siyah kuş dedi, bir diğerine çalıkuşu. Başka bir kuş daha vardı, alaycı kuş. Bu kuşları Güney Amerika’da görmüştü; ama nedense bunlar farklıydı. O an için bu farkın ne kadar önemli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Darwin daha da uzaklara, adaların kalbine doğru ilerledikçe Galapagos’da daha önce hiçbir doğabilimcinin görmediği şeyleri gördü. Floreana ve Santiego'nun dağlık bölgelerinde büyüleyici ormanlar gördü.
Ve çok az bir yerde tatlı su buldu 600 mil içindeki tek tatlı su kaynağı. Ördekler sanki parktalar gibi suyla oynuyorlar. Kaplumbağalar volkanik çamurda yuvarlanıyorlar. Fregat kuşları ağır şartlardan geçip su içmeye geliyorlar. Burası cehennem değildi, cennetin bir bahçesiydi. Darwin kendine şu can alıcı soruyu sordu:

"Bu küçük adalar neden böylesine
tuhaf ve eşsiz yaşamlarla kutsanmıştı?"

Ama cevabı bulmaya ramak kalmışken Darwin bir daha geri dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldı. 20 Ekim 1835 günü, gün batımında Beagle önce Tahiti, sonra da eve gitmek için yelken açtı. Ama her şey sona ermemişti. Büyüleyici adalar büyüsünü yapmıştı. Darwin Galapagos’dan ayrılır ayrılmaz gerçeği görmeye başladı. Denizde geçirdiği uzun saatlerde, adadan topladıklarını sınıflandırırken özellikle bir tanesi birdenbire dikkatini çekti kaplumbağa ya da ispinoz değil,
bu bir alaycı kuştu.

"Dört farklı adadan örnekler vardı. İkisi birbirinin aynıyken,
diğer ikisi farklıydı. Her adada, o adaya has bir tür vardı."

Birbirlerinin görüş alanında olan değişik adalarda farklı türden alaycı kuşlar var. Biraz farklı tüylere sahipler ve gagaları da ispinozlar gibi farklı. Darwin o an Lawson'ın kaplumbağalar hakkında söylediği bir şeyi hatırladı. Bir kaplumbağanın sadece kabuğuna bakarak hangi adadan geldiğini bilebileceğini iddia etmişti. Farklı ada, farklı kaplumbağa, aynı şeydi. Etkileyici Galapagos manzarasına bakarken adaların sürekli değiştiğini fark etmişti. Yaşayan şeyler de değişebilir miydi?
Zaman tünelinde geçmişe doğru bakmaya başladı.

"Kendimi yaradılış anının
içindeymişim gibi hayal ettim."

Galapagos'un ateşten doğuşunu, okyanusun derinliklerinden yükselişini gördü ama yaşam daha sonra,
başka bir yerden gelmişti. Galapagos’daki izolasyon ve sonra adadan adaya olan izolasyon bir türü başka bir türe dönüştürmüştü. Darwin Galapagos’un büyük sırrı hakkında küçük bir ipucu yakalamıştı. Yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni hayatlar... hepsi adanın kendisi tarafından yaratılıyordu. Benzer örnekleri diğer türlerde de aradı. Bir gün, küçük ispinozlar onun verdiği isimlerle anılacaktı. Çok çeşitli gagalardan oluşan mükemmel bir koleksiyona sahip olmasına rağmen bu türlerin hangi adalardan geldiğini işaretlemeyi düşünememişti. Bu yüzden bir faydası olmuyordu. Ve kaplumbağalara gelince, 45 yetişkin gemiye taşınmıştı ama hepsi de yenilmişti. Kabukları da denize atılmış, sonsuza dek kaybolmuştu. Geri dönme imkânı olmayan Darwin, ispinoz gagaları ve kaplumbağa kabuklarının gerçek hikâyesini hiç bilemeyecekti. Ama alaycı kuşlarda, evrim hakkında ipuçları yakalamıştı. 1859'da, Galapagos’dan ayrılışından 24 yıl sonra Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı yayımlandı. Dünyayı sonsuza dek değiştirdi. Yaşamı boyunca, her zaman tek bir gerçeğe tutunmuştu: ıssız Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğuna "Türlerin Kökeni" adlı kitabının kaynağı olduğuna.

Galapagos, dünyadaki cehennem değil ama evrimin hayat dolu, capcanlı bir göstergesi.

"Kendi içinde küçük bir dünya olan bu yerde büyük gerçeği görmeye oldukça yakınlaştık gibi. Bir gerçek ki tüm gizemlerin en gizemlisi... bu dünyadaki varlıkların ilk yaradılış safhası."

Darwin'in üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki daha sonralarda, 
Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğunu söyledi.

Galapagos (0°40′G 90°33′B)




90 derece batı 1 derece doğu. Büyük Okyanus'un enginliğinde kaybolmuş bir dünya. Hayal edilebilen en ilginç yaşamların olduğu yer. Vahşi doğa güçlerinin hüküm sürdüğü, Dünyadaki yaşam anlayışımızı değiştirmiş olan adalar.

Galapagos, Güney Amerika kıyılarından 600 mil kadar açıkta Ekvator'un üzerinde 13 dağınık ada ile yüzden fazla adacık, kayalık ve resiften oluşur. Her adanın kendine özgü yapısı vardır. Kimisi orman ile kaplıdır, içindeki yaşamı gizler. Kimisi de için için yanar, sert ve engebelidir, korsanlara ev olur, ejderlere de yuva. Hepsi de gezegenimizin başka bir yerinde bulunmayan özelliklerde yaratılmışlardır. 

Galapagos sıradan adalardan oluşmaz. Gizemli bir tarih öncesi dünyadır. Yaşamı çok derince
etkileyen bir manzaradır. Galapagos, dünyadaki en bozulmamış tropik takımadadır. Mevcut doğal vahşi yaşamın %95'i hâlâ zarar görmemiştir.

Şu an Galapagos’da yüksek derecede etkin altı yanardağ vardır. İçlerinden biri birkaç yılda bir patlar. Bazen birkaç ayda bir de olur. Volkanik faaliyet, Galapagos’daki en temel güçtür. Sadece on bin yıl içinde yeni bir ada inşa edebilir. Ve bir anda tüm yaşamı silip atabilir. Galapagos’daki jeolojik güç her boyda ve her şekilde bir yığın ada oluşturdu. Bazısı sıkıştırılmış külden oluşan
bir sütun gibi. Bazısı da lav püskürmesi sonucu oluşmuş. 100'den fazla ada, adacık ve kayalık
okyanusun yüzeyine serpilmiş. 






Eylül 1835'te yola çıktıktan neredeyse 4 yıl sonra çok az bilinen Galapagos Adaları'nda karaya çıktılar. Burada dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan canlılar buldular. Uçma yetisini kaybetmiş olan karabataklar. Deniz dibinde otlamak için, dalgaların içine doğru yüzen kertenkeleler.
Cambridge Üniversitesi'nde botanik ve jeoloji eğitimi görmüş olan Darwin, bitki ve hayvan örnekleri topladı. Tetkikler için sahile indiğinde, bulduklarını günlüğüne yazmayı âdet edindi.

"Yardımcım ve ben kuzeydoğuya doğru birkaç mil mesafede karaya çıktık. Yukarıda bahsettiğim,
bacaları andıran bölgeyi incelemek istiyordum. (volkanik bacalar, herhâlde) Hatta 'Wolverhampton yakınlarındaki demir ocakları'nı andırıyor' desem mukayese daha doğru olurdu."

Galapagos'un Britanyalı sakini dev kaplumbağaların kabuklarının şekline bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebiliyordu. Eğer kabuğun ön kısmı yuvarlaksa, sulak bir adadan geliyor ve gür yer bitkileriyle besleniyor demekti. Oysa kurak bir adadan gelenlerin kabuklarının önünde, daha yüksek bitkilere erişebilmelerini sağlayan bir çıkıntı vardı. Ayrı adalardan gelen, farklı görünümlü
bu kaplumbağalar, ayrı türler miydi? Eğer öyleyse, her biri göksel yaradılışın farklı bir ürünü müydü? Galapagos hayvanlarında Darwin'in ilgisini çeken farklılıklar tabii ki küçük şeylerdi. Ama eğer bu tip gelişimler mümkünse, binlerce, milyonlarca yıl zarfında bu küçük değişimler dizisinin tek bir köklü değişime dönüşmesi acaba sözkonusu olamaz mıydı? Eve dönüş yolculuğunda, Darwin'in tüm bulguları zihninde tartacak vakti oldu. Türler sabit olmayıp zaman içinde yavaş yavaş
değişiyor olabilirler miydi?

Richard Dawkins Galapagos'ta

Galapagos'un Sakinleri:

Dev Kaplumbağalar



İguanalar


Mavi Ayaklı Sümsük Kuşu (Boobies)


Kanatsız Karabataklar

Galapagos Sakini: Mavi Ayak

“Aradığın nasıl bir giz? Ne ben, ne de Galapagos Adası sümsük kuşunun yüzgeçli mavi ayakları, gizini bulabildik yaşamın. “
(Maldoror’un Şarkılarından,ufak bir değişiklikle*)  

 Mavi ayaklı


Muhteşem ayakları kur gösterisinde anahtar rolünü üstlenir. Eşini ikna etmek için çalışır. Çevredeki en mavi ayaklar arasından. Dünyadaki mavi ayaklı sümsük kuşlarının dörtte üçü Galapagos’da yaşar. Şartlar elverişli olduğunda çok hızlı hareket ederler. Ayaklar, kullanışlı bir frendir. Sümsük kelimesi, İspanyolcada "palyaço" anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Belki de bu ad abartılı yürüyüşleri için verilmiştir. kur yapma dansı Galapagos'da bir adettir. Ayağını ne kadar yukarı kaldırırsa, şansı o kadar fazladır. Göğü göstermesi dişinin ilgisini çekiyor. Dişi kabul ediyor ve erkeğin her hareketini taklit ediyor. İşin asıl kısmına geçiliyor. Sümsük kuşları okyanusun durumuna göre çiftleşme mevsimlerini her an bitirebilirler. Verimli bir yılda, 2 ya da 3 kez yumurtlanır ve her iki çift de sırayla kuluçkaya yatar.


Galapagos Sakini: Deniz İguanası


Eğer dünyada halen sürüngenlerin hükmettiği tek bir yer kalmışsa o da burası, yani Galapagos Adaları'dır. Günümüzde, burada onlardan binlercesi var.  İguanalar, adalar boyunca o kadar çok ve o kadar yaygınlar ki şimdi Galapagos'un en ünlü sakinlerinden biriler. Sürüngeni kayadan ayırt etmek zordur.

Bu yaratıklar yeryüzünde başka hiçbir yerde bulunmaz. Deniz iguanaları iyi yüzücülerdir.
Tek bir nefeste, 9 metreye rahatça dalabilirler. Tüm bu çaba, soğuk sularda büyüyen kırmızı ve yeşil yosunlar içindir.

 Deniz iguanası dünyadaki tek deniz kertenkelesidir.





Lonesome George


Yalnız George 
(d. 1910 - ö. 24 Haziran 2012),




Nakliye yolu üzerinde bulunan Pinta, takımadaların kuzey saçakları etrafında gemiler ve onların aç mürettebatı için favori bir mola yeri oldu. Ve eşsiz Pinta kaplumbağalarının 20. yüzyıl itibarı ile soyları tükendi. Ancak 1972'de inanılmaz bir keşif yapıldı ve filme alındı. Yaşayan bir Pinta kaplumbağası ağaç altındaki çalılıklarda keşfedildi. Ana adada korunaklı bir yere alındı. Kalan günlerini rahat ve güvenli geçirebilmesi için. Burada, uluslararası bir üne kavuştu, ve ona durumunun yansıtan bir isim verildi: 

Yalnız George

Yaklaşık 80 yaşındaydı. Ve eklemlerinde bir parça gıcırtı vardı. Muhtemelen dünyadaki en nadir hayvandır - kesinlikle, daha nadir olamazsınız, eğer ki, türünüzün son örneği iseniz. Dişisi çok uzun zaman önce öldü. O da öldüğünde, Galapagos kaplumbağalarının Pinta türünün nesli tükenmiş olacak. Ancak, çok önemli bir hayvan. Muhtemelen diğer tek kalan canlılardan daha önemli, çünkü çevremizin kırılganlığı konusunda tüm dünyanın dikkatini çekmeyi başardı. Ve bilimi teşvik ederek burada Galapagoslar'da yepyeni  alanların araştırılmasına öncülük etti. Filme alındıktan sadece 14 gün sonra, uykusunda öldü. Ama unutulmayacak. Yalnız George'nin hikayesi, 200 yıl önce Darwin'in kısa ama ünlü ziyareti gibi, bir çok ziyaretçiyi adalara çekti.

David Attenborough




***

 Dev Galapagos kaplumbağası'nın bir alt türü olan Chelonoidis nigra abingdoni'nin son temsilcisi. Galapagos Adaları'ndaki Galapagos Ulusal Parkı'nda yaşamıştır. Türünün son örneği olduğu için Yalnız lakabı verilmiştir.

Yalnız George, Charles Darwin Araştırma İstasyonu'nda, Aralık 2011 Ne zaman doğduğu tam olarak bilinmeyen George, Pinta Adası'nda 1972 yılında bir çoban tarafından bulundu. Türünün bilinen son türü olması nedeniyle özel olarak korundu ve soyunun devamı için İspanyol adaları'ndan getirilen türüne en yakın iki dişiyle çiftleşti ancak yumurtalar boş çıktı. 100 yaşın üzerinde olduğu sanılan ve 10 yıl daha yaşaması beklenen George, 25 Haziran 2012'de hayatını kaybetmiştir. Yalnız George'un ölümüyle türünün soyu tükenmiştir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Lonesome_George)

Galapagos Sakinleri: Dev Kaplumbağalar

Dev kaplumbağalar. Bu olağanüstü yaratıklar kendi isimlerini adaya verdiler. İspanyolca Galapagos, kaplumbağa anlamına gelir. Büyük bir tanesinin ağırlığı çeyrek tona kadar ulaşabilir. 100 yıla kadar ya da daha uzun bir süre yaşayabilirler. Bu da onları tüm omurgalılar arasında en uzun ömürlü canlı yapar. Ve sürüngenler olarak enerjilerini güneş banyosu yaparak elde ederler. Ancak, vücutları öyle büyüktür ki bir kez ısındılar mı oldukça uzun bir süre dolaşmaya devam edebilirler. 




Galapagos Sakinleri