G A L Â P A G O S A D A L A R I

Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı.





Galâpagos Adaları Tahiti’den sonra Pasifik’in en ünlü tropikal adalarıydı. 1535’te Panama piskoposu Fray Tomas de Berlanga tarafından keşfedilmişlerdi. Şimdiyse 800 kilometre kadar uzaktaki Ekvador’un egemenliği altındaydılar. 1830’lu yıllarda bile, bu adalara her yıl çoğunluğu Amerikan bandıralı olan 70-80 balina gemisi “ikmal” için uğrardı. Gemiler buradaki kaynaklardan su depolarını doldurur, et gereksinmeleri için kaplumbağa yakalar (İspanyolca galâpagos dev kaplumbağa anlamına gelir), sonra da sahilde bir posta kutusunun bulunduğu Postane Koyu’na giderlerdi. Gemi kaptanları sahiplerine kendilerinin iletebilecekleri mektupları kutudan alırdı. Beagle ziyaretinden kısa bir süre sonra Herman Melville de gemisiyle Galâpagos’a gelmişti. Beyaz balinanın efsanesinde “uğursuz Encantadas”dan da bahsedilir.

Melville “Burada sürüngenler dışında pek az canlı vardı, duyulan tek ses bir tıslamadan ibaretti.” diye yazmıştır.

Galâpagos Adaları ’nın pratik yararları dışında, övülecek pek bir yanı yoktu. Tahiti takımadaları gibi bereketli ve güzel değillerdi, gemi rotalarının uzağındalardı (hâlâ da öyledirler), çevreleri değişken akıntılarla sarılıydı.

Ekvador hükümetinin sürgüne gönderdiği bir avuç siyasi mahkûm dışında bu adalarda yaşayan yoktu. Ünleri dünyadaki başka hiçbir adaya benzemeyişlerinden kaynaklanıyordu: Oraya gidenler bu adaları bir daha unutamazdı. Beagle içinse burası çok uzun bir yolculuk sırasında uğranan limanlardan sadece biriydi. Ancak, Darwin için çok daha büyük bir anlamı vardı. Çünkü hiç beklenmedik şekilde -tıpkı otomobil veya trenle yolculuk yapan bir kimsenin ani bir esinle karşılaşması gibi- bu gezegendeki hayatın nasıl evrimleştiği konusunda tutarlı bir görüş oluşturmaya burada başlamıştı.

Kendi deyimiyle: “O büyük gerçeğe, Dünya’da yeni canlıların ilk kez ortaya çıkışı olgusuna bilinmezlerin en bilinmezine- zaman ve mekân bakımından, burada oldukça yakınlaşmış gibiyiz.” Beagle'ın mürettebatına göreyse bu adalar bu dünyaya ait değildi, daha çok cehenneme benziyorlardı. Gemi güçlü bir rüzgârla, takımadaların en doğusundaki Chatham Adası’na geldi. Bir anda taşa dönüşmüş fırtınalı bir denizi andıran , eğri büğrü siyah lavlardan oluşmuş bir kıyıyla karşılaştılar. Hiç yeşillik yoktu. İskelete benzeyen seyrek çalılıklar yıldırımlarla kavrulmuşa benziyor, parçalanmış kayalar arasında iğrenç kertenkeleler dolaşıyordu. Pasifik’in simgesi olan hindistancevizi ağaçlarından bile eser yoktu. Nemli ve sıcak hava bunaltıcıydı. Bacalara benzeyen küçük, volkanik konilerin oluşturduğu orman, Darwin ’e memleketi Shropshire’daki demir dökümevlerini anımsattı; havada bir yanık kokusu bile vardı. FitzRoy’a göre de burası “şeytanların yuvası olmaya layık bir
yer, cehennemin bir parçası”ydı.

Chatham Adası

Bütün bunlara karşın 15 Eylül 1835’te Beagle St. Stephen Limanı’na demir attığında keyifleri yerine geldi. Çevreleri köpekbalığı, su kaplumbağası ve tropikal balık kaynıyordu. Tayfalar hemen küpeştelerden oltalarını sallandırdı.

Darwin’in notlarına göre “bu oyun herkesi çok eğlendiriyor, her yandan kahkahalar ve güverteye atılan balıkların sesi geliyor”du. Limanda birkaç Amerikan balina gemisi vardı. Bunlardan büyük olan biri, en az dokuz balina sandalı olan Science, FitzRoy’u n gözünden kaçmadı. Yanlarından haşmetle süzülüp geçerken onu “olağanüstü güzel” bulmuştu. Bir grup gemici siyah kumlu sahile çıktı, kum o kadar sıcaktı ki kalın botlarına rağmen ayakları yanıyordu. Sahili, balina gemilerinin tayfalarının kaplumbağaları sandallara taşımak için kullandıkları el arabalarıyla dolu buldular. Ortalığa saçılmış yığınla karakaplumbağası kabuğu yapılan katliamı açıkça kanıtlıyordu. FitzRoy, ilkel bir bahçede fidanlar için saksı yerine kullanılmış büyük terrapin kabukları gördü. Stokes “bir su kaynağı yakınlarındaki yumuşak, killi toprakta homurdanarak , paytak adımlarla keyifli keyifli dolaşan ” kara kaplumbağalarıyla karşılaştı. Bazıları o kadar büyüktü ki, fillerinkini andıran dört bacakları üstünde dururken, başları insan göğsü hizasına geliyordu. Ağırlıkları da 250 kiloya kadar çıkıyordu. Darwin bir tanesinin karın çevresini 2,36 metre, sırtının uzunluğunu da 1,34 metre olarak ölçtü. Tuhaf kertenkeleler (aslında bunlar iguanaydı) insan görünce hantal hantal yuvalarına kaçışıyordu.

Beagle bir aydan uzun bir süre  Galâpagos Adaları’nı dolaştı. İlginç bir yere geldiklerinde FitzRoy bir sandal dolusu gemiciyi çevreyi araştırmak üzere kıyıya gönderiyordu. Narborough Adası’nda binlerce su kaplumbağası yumurtlamak için geceleri kumsala iniyor, her deliğe altışar yumurta bırakıyordu. Charles Adası’nda 200 mahkûmun bulunduğu bir cezaevi vardı; mahkûmlar, yükseklerde şeker kamışı, muz ve mısır yetiştiriyordu. Ancak, James Adası’nda karaya çıkan grup bizi daha çok ilgilendiriyor. Darwin, Covington, Bynoe ve iki tayfa bir çadır ve erzakla adaya çıkmış, FitzRoy bir hafta sonra onları almaya geleceğini söylemişti. Bu arada Darwin başka adalara da gitti, ancak bunlar James Adası’ndan pek farklı değildi. Bu nedenle yaşadıklarını bu olağanüstü haftayı anlatarak aktarabiliriz. Önce kumsalda çadır kurup, yataklarını ve erzakı yerleştirdiler, sonra da çevreyi incelemeye giriştiler.

Deniz kertenkelelerinin, yakından incelendiklerinde, minyatür birer ejderha oldukları ortaya çıktı. Uzunlukları 50-90 cm civarındaydı, altları torba gibi sarkan kocaman ağızları ve uzun, yassı kuyrukları vardı. Darwin’in deyimiyle “karanlıkların küçük şeytanları "ydılar. Binlercesi bir arada, Darwin’in gittiği her yerde önünden telaşla kaçışıyordu. Üstünde yaşadıkları korkunç kayalardan bile daha siyahtılar. Bu iguanaların her şeylerinde bir tuhaflık vardı. Kıyıdan içeri on metreden fazla gitmiyor, ya sahilde güneşleniyor ya da denize atlayıp perdeli ayaklarını yanlarına yapıştırarak, güçlü kuyruk hareketleriyle kendilerini ileri doğru iterek usta yüzücülere dönüşüyorlardı.

Berrak suda denizin tabanına yakın yüzüşleri gözlenebiliyordu; su altında çok uzun süre kalabiliyorlardı. Ağırlık bağladığı bir iguanayı denize atan bir tayfanın, bir saat sonra sudan çıkardığı hayvan hâlâ canlıydı.

Bynoe ve Darwin, ameliyat bıçağıyla bir tanesinin karnını açıp incelediklerinde, su yosunlarıyla beslendiklerini saptadılar. Ancak bu deniz hayvanları, bazı denizcilerde de görüldüğü gibi, denizden nefret ediyordu. Darwin bunlardan birini kuyruğundan yakalayıp, kayaların arasında gelgitin oluşturduğu büyük bir havuza fırlattığında hayvan hemen kıyıya yüzdü. Darwin hayvanı tekrar suya fırlattığında da aynı şey oldu. Darwin ne yaparsa yapsın hayvan suda kalmıyordu. Sonunda Darwin, sudaki köpekbalıklarından korktukları ve bir şeyle tehdit edildiklerinde kendilerini içgüdüsel olarak hiçbir düşmanlarının olmadığı karaya attıkları sonucuna vardı. Üreme dönemleri kasım ayıydı. O ayda, erkekler dişilere kur yapma amacıyla değişik renklere bürünüp kendilerini haremleriyle çevreliyorlardı.

Adadaki diğer yaratıkların da çeşitli tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, soğuk denizlerde yaşayan hayvanlar oldukları halde beklenmedik bir şekilde bu tropikal sularda da yaşayan penguenler ve foklar, bir de kertenkelelerin sırtında kene avlayan kırmızı bir yengeç türü. Covington’la içerilere doğru yürüyen Darwin, kaktüsler arasında karınlarını doyuran iki tane kocaman karakaplumbağasına rastladı. Tamamen sağır olan kaplumbağalar, göz göze gelene kadar onları fark etmedi. Fark ettikten sonra da yüksek sesle tıslayarak kafalarını içeriye çektiler. Bu hayvanlar o kadar iri ve ağırdı ki kaldırmak, hatta ters döndürmek olanaksızdı (Darwin ve Covington b u n u denedi). Bir insanı kolayca taşıyabiliyorlardı. Darwin birinin sırtına bindi; biraz sallantılıydı ama hayvanın yürüyüşü etkilenmemişti.




Darwin kaplumbağanın hızını on dakikada 55 metre yani saatte 330 metre olarak hesapladı. 
Bu da, “yemek için biraz zaman kaybettiği göz önüne alınırsa” günde altı buçuk kilometre demekti. Karakaplumbağaları yukarılardaki bir tatlı su kaynağına doğru gidiyor, birçok yönden gelen geniş ayak izleri o noktada birleşiyordu. Az sonra Darwin ve Covington kendilerini garip bir iki yönlü trafik arasında buldu. Hayvanlardan bir kısmı yukarıya, bir kısmı aşağıya doğru hiç telaş göstermeden yürüyor, ara sıra da önlerine çıkan kaktüsleri yemek için mola veriyorlardı. Bu gidiş geliş bütün gün ve gece boyunca sürdü, ezelden beri de sürüyor gibiydi.

Yukarılara çıktıkça iki adam kendilerini oldukça değişik bir ortamda buldu. Bulutlar havayı nemlendirmişti, eğrelti, orkide, liken, yosun kaplı yüksek ağaçlar vardı. İyice doyana dek sularını içmiş kaplumbağalar bir sıra halinde, sakin sakin su kaynağından ayrılıyor, yeni gelenlerse boyunlarını ileriye uzatmış sabırsızca suya doğru ilerliyordu. Kaplumbağalar “seyircilere hiç aldırmadan, başlarını gözlerinin üstüne kadar suya sokup oburca, dakikada on yudum olmak üzere, büyük yudumlarla sularını içiyor”du. Sanki bir günlük değil de bir aylık ihtiyaçlarını gideriyormuş gibi içiyorlardı.

Gerçekten de öyleydi. Erkekler dişilerden daha iri olmaları ve kuyruklarının daha uzun olmasıyla kolayca ayırt ediliyordu. Çiftleşme mevsiminde erkeğin çıkardığı böğürtü yüz metre öteden duyulabiliyordu. Darwin dişi karakaplumbağalarının “hiç ses çıkarmadığını” söylüyor. Bu kocaman hayvanlar tümüyle korumasızdı. Balina gemileri yüzlercesini erzak olarak alıyordu. Darwin de kolaylıkla üç yavru yakaladı. Bunlar daha sonra Beagle'a yüklenip canlı olarak İngiltere’ye götürüldü. Ayrıca, doğal tehlikelere de açıktılar. Leş kargaları yavru kaplumbağaları yumurtadan çıkar çıkmaz kapıyordu. Darwin’in arada sırada, kayalıklardan kayıp düşmüş yaşlı bir hayvanın ölüsüne rastladığı da oluyordu. Adanın her yanı oraya buraya atılmış kabuklarla doluydu. Darwin ateşte pişmiş kaplumbağa etinin, özellikle de gançoların armadilloları pişirdiği gibi kabuğuyla pişirilirse, çok lezzetli olduğunu keşfetti.

İlginç bir başka canlı da kara iguanasıydı. Bunlar neredeyse deniz iguanaları kadar büyük (120 cm olanlarına rastlanıyordu), onlardan daha çirkin yaratıklardı. Sırtlarında bir sıra diken vardı. Derilerinde sanki beceriksiz bir el tarafından serpilmiş, horozibiği renginde, sarı-turuncu ve kiremit kırmızısı lekeler vardı. 10 metre boyundaki kaktüs ağaçlarıyla besleniyor, daha gevrek yapraklara erişmek için oldukça yükseğe tırmanıyor ve hiç doymak bilmiyorlardı. Bir gün Darwin üzerlerine bir dal parçası atmış, onlar da  başına üşüşüp, bir kemik için kavga eden köpekler gibi dalı çekiştirmişlerdi.

O kadar çok yuva kazmışlardı ki Darwin yürürken sık sık bu yuvalara basıyordu. Toprağı, önce ön ayakları sonra da arka ayaklarıyla inanılmaz bir hızla kazıyorlardı. Keskin dişleri vardı, tehlikeli görünüyorlardı, ancak ısırmaya pek hevesli değillerdi. Bir keresinde Darwin, bir iguana toprağın içine tamamen girinceye kadar bekledi, sonra hayvanı kuyruğundan çekip dışarı çıkardı. Öfkeli olmaktan çok şaşırmışa benzeyen hayvan geri dönüp Darwin’e baktı, sanki “kuyruğumu neden çektin?” diye soruyordu. Ama saldırmadı. Etleri pişirildiğinde beyaz oluyordu , tadı da fena sayılmazdı -Darwin’in deyişiyle, en azından “mideleri bütün ön yargıları aşabilenler için”.

Darwin James Adası’nda karada yaşayan yirmi altı kuş türü saptadı, hepsi de yeni türlerdi. Henslow’a yazdığı mektupta “Kuşları da bir hayli inceledim, oldukça ilginç özellikleri olduğunu sanıyorum.” diyordu.

İnanılmaz ölçüde ehlilerdi. İnsandan korkmayı öğrenmediklerinden Darwin’i zararsız, iri bir hayvan olarak algılıyor, o yanlarından geçerken kımıldamadan duruyorlardı. Darwin bir şahini tüfeğinin ucuyla tünediği daldan iteledi. Bir alaycı kuş elindeki tastan su içmeye geldi. Kayalar arasındaki gölcüklerde istediği kadar kumruyu ve ispinozu sopası, hatta şapkasıyla yakalayabiliyordu. 1684 yılında Cowley tarafından yazılmış, cennete benzer bir yer tasvir eden bir yazıdan alıntı yapıyor: “Kumrular çok ehli, sık sık şapkalarımıza, kollarımıza konuyorlar, insandan korkmuyorlar. ” Ama Cowley şöyle devam ediyordu: “İçimizden bazıları onlara ateş ettikten sonra daha çekingen davranmaya başladılar.” Aynı yıl Dampier de, insanın sabah yürüyüşü sırasında bu kuşlardan altı-yedi düzine öldürebileceğine işaret etmişti. Darwin bir gün Charles Adası’nda bir kuyunun başında oturan bir oğlanın, su içmeye gelen güvercinleri ve ispinozları elindeki sopayla öldürdüğünü gördü. Çocuk yiyeceğini bu basit yöntemle sağladığını söyledi.

Kuşlar tehlikeyi fark etmemişe benziyordu. Darwin şunları yazıyor:

 “Bir bölgeye yeni gelen bir yırtıcı hayvanın, o bölgedeki hayvanların içgüdüleri
bu yabancının gücüne ve ustalığına uyum sağlayana kadar, orada ne büyük tahribat yapacağını tahmin edebiliriz.”

Ancak, yine de o günlerde Galâpagos Adaları sakinlerinin büyük çoğunluğu beraberce barış içinde yaşıyordu. Darwin, bir kertenkele bir kaktüsün ucunu yerken bir ispinozun da ona aldırmadan kaktüsün öbür ucundan yediğini, daha yukarıdaki yeşil bölgelerdeyse kaplumbağa ve kertenkelelerin karınlarını aynı fidandan doyurduğunu görmüştü.


Böylece, büyüleyici bir hafta geçti. Darwin’in kavanozları denizkabukları, böcek, kertenkele, kuş ve bitki türleriyle doldu. Cennet Bahçesi’ne tam benzemese bile bu adada bir masumiyet, zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı. Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi. Tek davetsiz misafir ise insandı.

Bir gün kıyı boyunca yürüyerek, tepesinde daire şeklinde bir göl bulunan bir kratere geldiler. Beyaz, parlak bir tuz tabakasından oluşan tabanın üstündeki suyun derinliği sadece 5-10 cm ’di. Su kenarı parlak yeşil bitkilerle kuşatılmıştı.

Bu şairane güzellikteki yerde, kısa bir süre önce, bir balina gemisinin isyan eden tayfaları gemi kaptanını öldürmüştü , adamın kafatası hâlâ yerde duruyordu.

Galâpagos ispinozlarından dört türün karşılaştırmalı gaga büyüklükleri Bununla beraber, balina avcılarının hepsi o kadar da korkunç kişiler değildi. Bir Amerikan gemisi adaya uğradığında onlara, çok gereksinim duydukları üç damacana suyla bir sepet soğan vermiş, bu da Darwin ve Bynoe’nun pek hoşuna gitmişti. Darwin bu olayı günlüğüne “Yankilerin büyük nezaketi” diye kaydetmiş. Darwin ne kadar istese de Beagle daha fazla oyalanamazdı. “Bir bölgedeki en ilginç şeyi keşfeder keşfetmez oradan ayrılmak zorunda kalmak her gezginin kaderidir.” Gemiye çıktıktan sonra Darwin örnekleri sınıflandırmaya koyuldu ve önemli bir konu derhal dikkatini çekti: Çoğu, bu adaların dışında başka hiçbir yerde bulunmayan türlerdi. Ve bu durum sürüngenler, kuşlar, balıklar, kabuklular ve böcekler için olduğu kadar bitkiler için de geçerliydi. Gerçi Güney Amerika’daki başka türlere benziyorlardı, ama aynı zamanda çok da farklıydılar. Darwin sonradan şunları yazıyor:
“İnsanın kendini yepyeni kuşlar, sürüngenler, kabuklular, böcekler ve bitkiler ortasında bulması çok heyecan verici. Yine de yapılarındaki sayısız ufak tefek ayrıntı, hatta kuşların sesleri ve tüylerindeki renkler, bana Patagonya’nın ılımlı ovalarını veya Kuzey Şili’nin kuru sıcak çöllerini çok canlı bir şekilde anımsatıyor.”

Darwin’in keşfettiği bir şey daha vardı: Adaların birçoğu arasındaki uzaklığın sadece seksen veya yüz kilometre olmasına karşın, her adadaki türler birbirinden farklıydı. Bunu ilk olarak, değişik adalarda vurdukları taklitçi kuşlarını karşılaştırırken fark etti. Sonra da takımadaların İngiliz Vali Vekili Bay Lawson, bir karakaplumbağasının hangi adadan geldiğini bir bakışta anladığını söyledi. Yani Albemarle Adası’ndaki karakaplumbağalarının kabukları, Chatham Adası’ndaki karakaplumbağalarının kabuklarından farklıydı. James Adası’ndakilerin kabuklarıysa her ikisininkinden de farklıydı.

Küçük ispinoz kuşlarında farklar daha da belirgindi. İspinozlar donuk renkli, berbat ötüşlü, kısa kuyruklu kuşlardı. Üstü kapalı yuvalar yapıyorlardı. Her kuluçkada dört tane beyaz üzerine pembe benekli yumurta bırakıyorlardı.

Tüylerinin rengi doğal yaşam alanlarına göre siyah lav rengiyle yeşil arasında değişiyordu. (Donuk renkli tüyleri olanlar yalnızca ispinozlar değildi. Sarı göğüslü çalıkuşuyla kırmızı sorguçlu sinek kapan dışındaki bütün kuşlar, tropiklere özgü gösterişli renklerden yoksundu.) Darwin’e şaşırtıcı gelen ispinoz türlerinin çokluğu ve gagalarının çeşitliliğiydi. Bir adadaki ispinozların gagaları güçlü ve kalındı, böylece tohumların ve fıstıkların kabuklarını kırabiliyorlardı. Başka bir adadakilerin küçük gagaları böcek avlamayı kolaylaştırıyordu, bir başkasındaki ispinozların gagalarıysa meyve ve çiçeklerden beslenmelerini kolaylaştıracak şekilde gelişmişti. Hatta bir kaktüs dikeni yardımıyla kurtları deliklerinden çıkarmayı öğrenmiş bir kuş türü bile vardı.

Açıkça görülen suydu: Kuşlar değişik adalarda değişik yiyecekler bulmuş ve nesiller boyunca buna uyum sağlamışlardı. İspinozlar arasındaki farkların başka kuşlara göre bu kadar çok olması, Galâpagos Adaları’na ilk gelen kuşlar olduklarını düşündürüyordu.

Bir süre için, büyük olasılıkla da çok uzun bir süre için, yiyecek ve yaşam alanı için rekabet etmeleri gerekmemişti. Böylece aksi takdirde kendilerine kapalı olacak yönlerde evrimleşebilmişlerdi. Örneğin, ispinozlar normalde ağaçkakan benzeri türlere evrimleşmezler, çünkü yaşadıkları yerde zaten ağaçkakanlar vardır. Eğer anakaradan bir ağaçkakan türü Galâpagos’a ispinozlardan önce gelmiş olsaydı, ağaçkakan ispinozu hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde, fıstık yiyen ispinozlar, böcek yiyen ispinozlar, meyve ve çiçekle beslenen ispinozlar kendilerine en uygun şekilde evrimleşebilmişlerdi. Yalıtılmış olmaları yeni türlerin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştu.

Burada önemli bir kural var gibiydi. Doğal olarak, Darwin bunun doğuracağı sonucu bir anda kavramış değildi. Örneğin, Günlük’ünün ilk baskısında ispinozlardan pek bahsetmemişti. Sonralarıysa, doğal seçilim kuramının en önemli kanıtlarından birini, ispinozların çeşitliliği ve değişimi konusu oluşturmuştu. Yine de daha o günlerde, önemli ve olay yaratacak bir keşfin eşiğinde olduğunu fark etmiş olsa gerek. Bu noktaya gelinceye kadar, türlerin değişmez olarak yaratıldığı yolundaki yaygın inanca karşı çıkmamış, kuşkularını içinde saklamıştı. Ancak şimdi Galâpagos’ta, değişik adalarda değişik tiplerde alaycıkuşlarla, kaplumbağalarla, ispinozlarla yani aynı türlerin değişik şekilleriyle karşılaşınca, temel çağdaş kuramları sorgulaması artık kaçınılmaz oluyordu. Bundan da öte, şimdi kafasında dönüp duran fikirler doğru çıkarsa, Dünya’da yaşamın ortaya çıkışı konusunda herkesçe kabul edilen bütün kuramların gözden geçirilmesi gerekecek ve Tekvin Kitabı'nın -Adem ile Havva ve Büyük Tufan hikâyesi- bir efsaneden başka bir şey olmadığı ortaya çıkacaktı. Bunları kanıtlamak yıllar sürecek bir araştırma ve inceleme gerektirebilirdi ancak, en azından kuramsal olarak, yapbozun bütün parçaları bir araya geliyordu.

Düşündüklerini kesinlikten uzak ve spekülatif bir biçimde de olsa, FitzRoy’a anlatmadan duramamış olsa gerek. Darwin’in ve FitzRoy’u n daha sonra yazdıklarından esinlenerek, küçük kamaralarında oturmuş veya sakin bir gecede Galâpagoslar’dan uzaklaşırken arka güvertede durmuş, birbirlerini ikna etmek ve mutlak gerçeğe erişmek isteyen gençlere özgü bir biçimde fikirlerini nasıl ortaya koyduklarını, heyecanla nasıl tartıştıklarını gözümüzde canlandırabiliriz.

Darwin’in tezi kısaca şöyleydi: Bildiğimiz Dünya bir anda “yaratılmış” değildi, son derece ilkel bir “şeyden” evrimleşerek bugüne gelmişti ve değişim sürmekteydi. Ne olup bittiği mükemmel bir şekilde bu adalarda görülüyordu. Adalar, Şili’de tanık olduklarına benzeyen volkanik bir patlamayla kısa bir süre önce denizden yükselmişti, başlangıçta buralarda hayat yoktu.

Sonra kuşlar gelmiş, dışkılarıyla hatta belki de ayaklarındaki çamurla tohum getirmişlerdi. Deniz suyuna dayanıklı başka bazı tohumlar da Güney Amerika’dan yüzerek adalara ulaşmıştı. Yüzen ağaç kütükleri ilk kertenkeleleri buraya taşımış olabilirdi. Karakaplumbağaları denizden gelip kara hayvanlarına dönüşmüş olabilirlerdi. Adalara gelen türler, burada buldukları besinlere -bitkilere ve hayvanlara- uyum sağlamıştı. Bunu yapamayanların ve diğer türlere karşı kendilerini savunamayanların soyu tükenmişti.

Patagonya’da kemiklerini buldukları o kocaman hayvanların başına gelen de buydu, düşmanlarına yenilip yok olmuşlardı. Bütün canlılar bu süreçten geçmişti. Başlangıçta Fuegolulardan, hatta insansımaymunlardan bile daha ilkel olan insan da, düşmanlarından daha becerikli olması ve saldırganlığı sayesinde hayatta kalabilmişti. Hatta Dünya’daki bütün canlı türlerinin tek bir ortak atadan türemiş olması da mümkündü.

FitzRoy, Kitabı Mukaddes’e düpedüz aykırı olmaları nedeniyle, bütün bunların baştan başa kafir saçmalıkları olduğunu düşünmüş olsa gerek. Kitabı Mukaddes’te açıkça belirtildiği gibi insan mükemmel olarak, Tanrı’nın görüntüsünde yaratılmıştı. Hayvan olsun bitki olsun tüm türler, ayrı ayrı yaratılmış ve değişmemişlerdi. Ama bazıları ölüp yok olmuştu, hepsi bundan ibaretti. İspinozların gagaları konusunu bile kendi kuramına bir destek olarak görüyordu: “Yaratılan her varlığın yaşayacağı çevreye uyumlu olması, Sonsuz Akıl’ın hayranlık uyandıran öngörülerinden biri.” Yolculuk ilerledikçe FitzRoy’un Kitabı Mukaddes hakkındaki görüşleri giderek daha da katılaşıyor, bazı şeyleri anlamamızın öngörülmediğine inanıyordu.

Bilimsel araştırmalarla açıklanamayacak olan evrenin ilk oluşumu konusu, bir giz olarak kalmalıydı. Ancak Darwin artık b u n u kabullenmesini olanaksız kılacak b ir noktaya gelmişti. Kitabı Mukaddes’te duramazdı, onun ötesine gitmek zorundaydı. Uygar insanın kendine şu önemli soruyu devamlı sorması kaçınılmazdı: “Ben nereden geldim?” Darwin de araştırmalarının kendisini götürdüğü yere gidecekti. Belki araştırmaları onu Tanrı’ya, körü körüne bir inanışın yaklaştıramayacağı kadar yaklaştırırdı.

Bu tartışmanın sonu yoktu. Aslında bu, biri bilimsel ve araştırmacı, diğeri dinsel ve tutucu iki karşıt görüşün yirmi beş yıl sonra Oxford Toplantısı’nda yapacağı sert tartışmanın provasıydı. Ancak iki adamın yolculuk süresince, anlaşamadıkları konusunda anlaşmak dışında yapabilecekleri bir şey yoktu. Darwin FitzRoy’u çok zorlamadı, ikisi de hâlâ birbirlerinden hoşlanıyordu. Gelecek onları ayıracaktı, ancak şimdi beraberlerdi ve birbirlerine bağımlıydılar. Yolculuğun kendisi de aralarındaki görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakmaları için iyi bir nedendi.

*
Darwin ve Beagle Serüveni
isimli kitaptan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder