İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK
Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana,
yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı
altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan
donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş
dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri
bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat
değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu
ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri,
dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık
fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar,
tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla
ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık)
kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.
Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez
milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne
yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca
yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha
da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun
süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş
geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği,
bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne
kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi
anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.
İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir
temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere
Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız
bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan
birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların
arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık
da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey
bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa,
bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki
ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili
olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi
güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları,
fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın
öyküsünde saklı.
Fosiller, kendimizi öğrenmek için
başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım
genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü
bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez.
Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi
çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.
Planlama ve şansa bırakma arasındaki
bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş
hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama
yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha
paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara
götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi
çöpe de atabiliriz.
Sahada karşılaştığımız durumlar, en
iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel
soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda
anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini
tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama
şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de,
kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin
sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin
soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların
kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını
bulup çıkarmaya.
Saha paleontologları, yeni kazı
yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir
çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler
sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey
biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan
çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla,
evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile
bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya
türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.
Tüm bu derlemelere rağmen, önemli
fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz.
Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların
üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp
çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar
alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile
dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak,
asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.
Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının
ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun
birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru
yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu
bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım
öykü de bununla ilgili.
Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki
büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek.
Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365
milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat
birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum
için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım,
beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin
gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.
İlk bakışta, bu iki ortamı
birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları
inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen
şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen
olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle
rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da,
kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte
bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde,
yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır.
Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların
dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş
pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde
geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu
katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların
üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra,
parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden
oluşturmak mümkün.
Bu kaya katmanlarının içindeki
fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen
farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya
sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık.
Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki
katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst
katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar,
onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve
bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu.
Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir
bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını
görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve
içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya
getirmemiz gerekir.
Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak
böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle
bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan
türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye
benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya
katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize
yarayabilir.
Aslına bakarsanız kendimizi, yöremizdeki
bir hayvanat bahçesi ya da akvaryumdaki hayvanlarla karşılaştırarak,
yeryüzündeki kayalarda fosillerin hangi sırayla dizildiğini tahmin edebiliriz. Önemli
fosilleri bulabilmek için kayaların neresine bakmamız gerektiğini tahmin etmede,
hayvanat bahçesindeki bir gezintinin bize ne yararı olabilir? Hayvanat
bahçelerinde, hepsi de pek çok yönden birbirinden tamamen farklı büyük bir canlı
çeşitliliği vardır. Ama biz bu canlıları birbirinden ayıran özellikler üzerinde
durmayalım; tahminimizin isabetli olabilmesi için farklı canlılardaki ortak
özellikler üzerinde yoğunlaşalım. O zaman, tüm canlılarda ortak olan bu
özelliklerden yararlanarak, benzer özelliklere sahip canlıları aynı grupta
toplayabiliriz. Canlıların hepsini, iç içe geçen matruşkalar gibi, küçük hayvan
kümeleri, büyük hayvan kümelerinin içerisinde yer alacak şekilde biraraya
getirip sınıflandırabiliriz. Böyle yaptığımızda doğanın çok temel bir yanını
keşfederiz.
Hayvanat bahçesindeki ya da
akvaryumdaki her canlı türünün bir kafası ve iki gözü vardır. Bu türlere
“Hepsi” diyelim. Bir kafası ve iki gözü olan canlıların bir alt kümesindeki
canlıların üyeleri (kol, bacak, kanat, yüzgeç vb.) vardır. Üyeleri olan bu türlere
“Üyelilerin hepsi” diyelim. Kafalı ve üyeli bu canlılar da, büyük bir beyni
olan, ayakları üzerinde doğrulup yürüyen ve konuşan bir alt kümeye sahiptir.
İşte bu alt küme biziz; yani insanoğlu. Kuşkusuz, canlıları bu yöntemle sınıflandırarak
çok daha fazla alt küme oluşturabiliriz, ama bu üç katlı sınıflama bile bize
bir tahmin yürütme gücü verir.
Yeryüzü kayalarının içindeki fosiller
genellikle bu düzene uygun dizilmiştir; biz de, yeni keşif seferleri
tasarlarken bu düzenden yararlanabiliriz. Yukarıda verdiğimiz örneğe dönecek olursak,
“Hepsi” grubunun ilk örneği, yani kafası ve iki gözü olan ilk canlı, fosil
kayıtlarında, “Üyelilerin hepsi” grubunun ilk örneğinin ortaya çıkışından çok
daha önce yer alır. Daha kesin konuşursak, ilk balık (“Hepsi” kümesinin
sancaktan), ilk amfibiden (“Üyelilerin hepsi” kümesinden) önce ortaya çıkar.
Hiç kuşkusuz, kayaların gerçek yaşını ölçmenin yanı sıra, daha fazla hayvan
türünü ve bu hayvan kümelerinde ortak olan çok daha fazla özelliği inceleyerek
bu sıralamaya daha ince ayrıntılar kazandırabiliriz.
Laboratuvarlarımızda, binlerce
özellik ve canlı türü üzerinde yaptığımız da bu türden bir analizdir. Bu
canlıların anatomilerini mümkün olan en ince ayrıntısına kadar inceler,
çoğunlukla da büyük DNA parçalarına bakarız. O kadar fazla veri vardır ki,
kümelerin içindeki kümeleri ortaya çıkarmak için genellikle güçlü bilgisayarlar
gerekir. Biyolojinin temelini oluşturan bu yaklaşım sayesinde canlıların
birbirleriyle nasıl akraba olduklarına ilişkin varsayımlarda bulunabiliriz.
Yüzlerce yıllık bu fosiller,
canlıları daha ayrıntılı sınıflandırmamızın yanı sıra, dünyaya ve üzerindeki
hayata ilişkin muazzam bir birikim -ya da kayıt- oluşturmamıza da yaramış
durumdadır. Böylece, artık büyük değişimlerin yaşandığı zaman dilimlerini yaklaşık
olarak tespit edebiliyoruz. Memelilerin kökenlerine mi ilgi duyuyorsunuz? Erken
Mezozoik adı verilen döneme ait kayalara bakın; jeokimya bilimi, bu kayaların
yaklaşık 210 milyon yıllık olduğunu söylüyor. Primatların kökenine mi ilgi duyuyorsunuz?
Kaya sütununun daha üstteki katmanlarına, yani kayaların yaklaşık 80 milyon
yıllık olduğu Kretase dönemine bakın.
Yeryüzündeki kayalarda yer alan fosillerin
düzeni, diğer canlılarla aramızdaki bağlantının güçlü bir kanıtıdır. Eğer, 600
milyon yıllık kayaları kazdığımızda bir dağ sıçanı iskeletinin hemen yanında
ilk denizanasını bulacak olsaydık, bu konudaki bilgileri yeniden ve en başından
ele almamız, fosil kaydında bu dağ sıçanını ilk memeliden, sürüngenden, hatta
balıktan öncesine -hatta ilk solucandan bile öncesine- yerleştirmemiz
gerekecekti. Üstelik bu yaşlı dağ sıçanı bize, dünyanın ve üzerindeki hayatın geçmişi
hakkında bildiğimizi sandığımız şeylerin çoğunun yanlış olduğunu söyleyecekti. Ama
insanlar 150 yılı aşkın bir süredir fosillerin (dünyanın her kıtasında ve
erişilebilir kaya katmanlarının hemen hepsinde) peşinden koştukları halde; böyle
bir gözlemin yapıldığı hiç olmadı.
İsterseniz, asıl sorumuza, yani,
karada yürüyecek ilk balığın akrabalarını nasıl bulacağımıza dönelim. Bu
canlılar, yaptığımız gruplandırmada “Hepsi” ile “Üyelilerin hepsi” arasında bir
yerdedir. Bunu, kayalar hakkında bildiklerimizle birlikte ele alırsak, 380
milyon yıl öncesi ile 365 milyon yıl öncesi arasındaki dönemin son derece
önemli bir dönem olduğuna dair kuvvetli bir jeolojik kanıt ortaya çıkar. Bu
zaman dilimine ait görece genç kayaların, yani yaklaşık 360 milyon yıllık
kayaların içinde, hepimizin amfibi ya da sürüngen olarak tanıyacağı, çok
çeşitli türde fosilleşmiş hayvan vardır. Cambridge Üniversitesinden meslektaşım
Jenny Clack ve ekibi, Grönland’da yaklaşık 365 milyon yıllık kayalardan
amfibiler çıkardılar. Bunlar boyunları, kulakları ve dört bacaklarıyla balığa
benzemiyorlardı. Ama yaklaşık 385 milyon yıllık kayalarda, gerçekten de ‘balığa
benzeyen" eksiksiz balıklar bulduk; yüzgeçleri, konik kafaları, pulları
vardı ama boyunları yoktu. Bunun üzerine, balıktan karada yaşayan hayvanlara
geçişe dair kanıtlar bulabilmek için dikkatimizi, doğal olarak yaklaşık 375
milyon yıllık kayalara çevirdik.
Araştıracağımız zaman dilimini
kararlaştırdık, böylece jeoloji sütununda incelemek istediğimiz katmanları da
tespit etmiş olduk. Şimdi asıl zorluk, fosilleri koruyup saklayabilecek
koşullarda oluşan kayaları bulmaktı. Kayalar, farklı çevre koşullarında oluşur
ve oluştukları ilk ortamlar, bu kaya katmanlarında kendilerine özgü izler
bırakır. Volkanik kayalar çoğunlukla açıktadır.
Bildiğimiz hiçbir balık lav içinde
yaşayamaz. Öyle ki, böyle bir balık var olmuş olsa bile, bazalt, riyolit,
granit ve diğer volkanik taşların oluştuğu bu aşırı sıcak koşullarda, balığın
fosilleşmiş kemikleri korunamazdı. İlk oluşumlarından itibaren ya aşırı
ısınmaya ya da aşırı basınca maruz kalmaları nedeniyle, şist ve mermer gibi
metamorfik kayaları da saymayalım. Bunların içinde korunmuş herhangi bir fosil
kalmış olsaydı da, zaten çok uzun zaman önce yok olurdu. Fosillerin
korunabilmesi için ideal olanı kireçtaşı, kumtaşı, silttaşı ve şeyi, yani
tortul kayalardır.
Volkanik ve metamorfik kayalarla
kıyaslandığında, bunlar nehir, göl ve denizlerin hareketlen gibi daha yavaş ve
yumuşak süreçlerle oluşur. Bu kayaların, fosilleri korumaya uygun yerler olabilmesi
için, sadece hayvanların bu tür ortamlarda yaşayabilmesi yetmez; bunda
tortullaşma süreçlerinin de payı vardır. Örneğin, denizde ya da göldeki parçacıklar
sürekli olarak suyun dibinde çökelir. Zamanla bu parçacıklar birikir; yeni
oluşan ve üst üste binen katmanların basıncıyla alttaki parçacıklar sıkışır. Giderek
artan bu basınç, çok uzun zaman dilimlerinde kayaların içinde meydana gelen
kimyasal süreçlerle birleşince, kaya içinde kalan iskeletler fosilleşme fırsatı
bulur. Aynı süreç, akan sular için de geçerlidir. Genel kural, akıntı ne kadar
hafifse fosillerin de o kadar iyi korunacağı şeklindedir.
Yerinde duran her kayanın, o kaya
oluştuğu sırada dünyanın neye benzediği hakkında bir öyküsü vardır. Kayanın
içinde, genelde bugünkünden çok farklı olan geçmiş iklimlere ve çevre koşullarına
dair kanıtlar vardır. Bazen, bugün ile geçmiş arasındaki kopukluk o kadar
keskin olmayabilir. Uç bir örnek olarak Everest Dağı’nı ele alalım. Dağın
zirvesinin yakınında, 8 bin metreyi aşkın bir irtifada eski bir deniz tabanına
ait kayalar bulunmaktadır. Ünlü Hillary Basamağının görüş alanı içinde kalan
Kuzey Yüzü’ne gidecek olursanız burada fosilleşmiş deniz kabukları
bulabilirsiniz. Aynı şekilde, Kuzey Kutbu’nda çalıştığımız yerlerde, kışın
sıcaklık -40°C’ye kadar düşebilir. Yine de, bölgedeki bazı kayaların içinde,
tıpkı Amazon’dakine benzeyen eski bir tropikal deltanın kalıntıları yatar;
yani, ancak sıcak, nemli bölgelerde yetişebilecek bitki ve balık fosilleri.
Bugün aşırı irtifalarda ve enlemlerde sıcağa-uyumlu türlerin var olması, gezegenimizin ne ölçüde değişebileceğinin
kanıtıdır: dağlar yükselir ve çöker, iklimler ısınır ve soğur, kıtalar gezinip
durur. Zamanın uçsuz bucaksızlığını ve gezegenimizin değişimini açıklayan
olağanüstü süreçleri kavradığımızda, yeni fosil arama seferlerini planlarken bu
bilgiden yararlanabilecek duruma geleceğiz.
Üyeli hayvanların kökenini anlamak
istiyorsak, artık biliyoruz ki, araştırmamızı okyanuslarda, göllerde ya da
akarsularda oluşmuş, kabaca 375 milyon ila 380 milyon yaşındaki kayalarla sınırlandırabiliriz.
Volkanik ve metamorfik kayaları araştırmamızdan çıkarınca, fosil bulma ihtimalimiz
olan yerler daha da netleşecektir.
Ancak, yapacağımız yeni bir keşif
seferinin tasarlanmasında henüz yolun başındayız. Fosil bulma beklentisi içinde
olduğumuz, doğru yaştaki tortul kayalarımız yerin derinliklerine gömülüyse ya
da doğa örtüsüyle kaplıysa, üzerinde alışveriş merkezleri ya da kentler kuruluysa,
o zaman bu seferimiz boşa çıkacak, biz de körlemesine kazıyor olacağız. Tahmin
edebileceğiniz gibi, fosil bulmak amacıyla kuyu kazmanın başarı olasılığı düşüktür;
diğer bir deyişle kapalı bir kapının ardındaki bir hedef tahtasına atış
yapmaktan pek farkı yoktur.
Öyleyse bakılacak en iyi yerler, kemiklerin
dayanmayı başarabildiği bölgeleri keşfetmek için üzerinde kilometrelerce
yürüyebileceğimiz yerlerdir. Fosilleşmiş kemikler genellikle etraflarındaki kayalardan
daha sert olur, bu nedenle biraz daha yavaş aşınır ve kaya yüzeyinde kabartma
şeklinde bir iz bırakırlar. Buna bağlı olarak, çıplak kaya üzerinde yürür ve
yüzeyde kemik izi bulunca kazmaya girişiriz.
Yeni bir fosil keşif seferi planlamanın
püf noktası da işte buradadır: Doğru yaştaki, doğru türdeki (tortul) ve yüzeyi açığa
çıkmış kayaları bulmak. İşte o zaman işe koyulabiliriz. İdeal fosil arama
alanları, çok az toprak ve bitki örtüsüyle kaplı, insan elinin değmediği,
bozulmamış yerlerdir. Bu durumda keşiflerin önemli bir kısmının ücra arazilerde
gerçekleşmesi şaşırtıcı mı? Gobi Çölü’nde örneğin. Sahra Çölü’nde. Utah’ta. Grönland
gibi Kuzey Kutbu çöllerinde.
Tüm bunlar akla son derece uygun
görünüyor; ama biz, yine de tesadüfün payını unutmayalım. Aslında, ekibimizi,
içimizdeki balığa götüren de tesadüftü. İlk önemli keşiflerimizi çölde değil,
kayaların olabilecek en berbat şekilde yüzeye çıktığı Pennsylvania’da bir yol
kenarında yaptık. Üstelik orayı araştırmamızın tek nedeni, fazla paramız
olmayışıydı. Grönland’a ya da Sahra Çölü’ne gitmek epey para ve zaman ister.
Oysa yerel projeler için büyük araştırma ödeneklerine gerek yoktur, sadece
otoyol geçiş ücretini ve benzini karşılayacak kadar para yeter. Yüksek lisans
öğrencileri ve üniversitede çalışmaya yeni başlayan öğretim elemanları için
bunlar son derece önemli değişkenlerdir. Philadelphia’da ilk işime başladığımda
beni en çok cezbeden, Pennsylvania Catskill Formasyonu olarak bilinen kaya
grubuydu. Bu oluşum 150 yıldır fazlasıyla incelenmişti. Yaşı da gayet iyi
biliniyordu ve Üst Devoniyen dönemini kapsıyordu. Ayrıca buradaki kayalar,
üyeli ilk hayvanları ve onların en yakın akrabalarını mükemmel şekilde
koruyabilecek nitelikteydi. Bunu anlayabilmenin en iyi yolu, Philadelphia’nın Devoniyen
dönemde nasıl göründüğünü hayal etmek. Bugünkü Philadelphia, Pittsburgh ya da
Harrisburg’a ait görüntüleri zihninizden çıkarın ve Amazon Nehri deltasını
hayal edin. Eyaletin doğusunda dağlık bölgeler vardı. Bu dağlardan süzülen
sular bir dizi akarsu halinde doğudan batıya doğru akıyor ve bugün
Pittsburgh’un kurulu olduğu yerde, büyük bir denizde son buluyordu.
Orta Pennsylvania'nın şehirlerle,
ormanlarla ve tarlalarla örtülü olduğunu saymazsak, fosil bulmak için bundan
daha uygun koşullar hayal edilemez. Açığa çıkan kayalara gelince, bunların en
çok bulunduğu yerler, Pennsylvania Ulaştırma Bakanlığının (PennDOT) büyük
yollar geçirmeyi planladığı bölgelerdir. PennDOT otoban inşa ederken, bu
kayaları patlatır; her zaman ideal biçimde olmasa da patlama olan yerlerde kayalar
yüzeye çıkar. Ama bulduğumuzla yetiniriz. Bilimi ucuza getirirseniz, sonucuna
da katlanırsınız.
Ayrıca tesadüf etmeninin de farklı
biçimleri vardır: 1993 'te Pennsylvania yolları boyunca, bugünkü Amazon’a çok
benzeyen eski bir nehir deltasını inceliyorduk. Ted Daeschler, paleontoloji okumaya
geldiğinde danışmanlığını ben üstlenmiştim. Bu işbirliği, ikimizin de hayatını
değiştirecekti. Farklı yaradılışlarımız birbirini kusursuzca tamamladı: Ben
yerimde duramıyor ve sürekli, bir dahaki sefere nereyi inceleyeceğimi
düşünüyordum; Ted ise sabırlıydı, hâzinelerine ulaşmak için nerede, ne zaman
durup kazmaya başlayacağını biliyordu. Ted’le beraber, üyelerin kökenine
ilişkin yeni kanıtlar bulabilmek ümidiyle Pennsylvania’nın Devoniyen döneme ait
kayalarını araştırmaya başladık. Eyaletin doğusunda yol açmak için kesilen
büyük kayaların hepsine gittik. Araştırmamıza başladıktan kısa bir süre sonra
Ted, ummadığımız bir anda, çok ilginç bir omuz kemiği buldu. Kemiğe, Yunanca
“Hyner’li sürünen küçük hayvan” anlamına gelen Hynerpeton adını verdik. Hyner
(Pennsylvania), en yakın kasabanın adıydı. Hynerpeton'un çok güçlü bir omzu vardı;
bu da onun muhtemelen çok güçlü uzantıları olan bir canlı olduğuna işaret
ediyordu. Ne yazık ki, bu hayvanın iskeletinin tamamını hiçbir zaman bulamadık.
Çünkü kazı alanı çok kısıtlıydı. Neler mi kısıtlıyor? Tahmin edebileceğiniz
gibi, bitki örtüsü, evler ve alışveriş merkezleri.
Bu kayalarda Hynerpeton ve başka
fosillerin de keşfinden sonra Ted de ben de, yüzeyde daha açıkta kalan
kayalarda bir an önce keşfe çıkmak için sabırsızlanmaya başlamıştık. Eğer tüm
bu bilimsel girişimimiz, ufak tefek kalıntı parçalarının bulunup çıkarılmasından
ibaret kalacaksa, üzerinde uğraşacağımız sorular da çok sınırlı kalacaktı. Bu yüzden
“kitaba uygun” yaklaşımı benimseyerek çöl arazilerinde, yüzeyi belirgin biçimde
açıkta kalmış, doğru yaşta ve doğru türdeki kayaların arayışına girdik;
sonuçta, elimizdeki jeolojiye giriş kitabından yararlanmamış olsaydık,
kariyerimizin en büyük buluşunu da yapamayacaktık.
Başlangıçta, yeni keşif bölgeleri
olarak gözümüzü Alaska ve Yukon’a çevirmiştik, çünkü başka ekiplerce burada
benzer keşifler yapılmıştı. Jeolojiye özgü konularda giriştiğimiz bir
tartışmanın en can alıcı noktasında içimizden biri, uğurlu jeoloji ders
kitabını çıkardı. Hangimizin haklı olduğunu bulmak için hızla sayfaları karıştırırken bir çizimle karşılaştık. Çizim, nefesimizi kesmişti; aradığımız
her şeyi açıkça gösteriyordu. Tartışmayı bıraktık ve hemen yeni bir arazi keşfi
planlamaya başladık.
Biraz daha genç kayalarda yapılan
önceki keşiflerden, fosil avımız için en iyi başlangıç yerinin, tarihöncesi
tatlı su akıntıları olduğuna inanıyorduk. Çizimde, Devoniyen tatlı su
kayalarının bulunduğu üç bölge görülüyordu ve üçünde de birer nehir delta
sistemi vardı. İlki, Grönland’ın doğu kıyışıydı. Burası Jenny Clack’ın bulduğu üyeli
ilk canlılardan olan ve bilinen en eski tetrapodlardan (omurgalı dört ayaklı)
sayılan fosilin yurduydu. Sonra, Hynerpeton'un yurdu olan Kuzey Amerika'nın doğusu
vardı ki, burada zaten çalışmıştık. Ve Kanada Kutup Bölgesi boyunca doğudan batıya
uzanan, geniş bir üçüncü bölge daha vardı. Kutup bölgesinde hiç ağaç, toprak
örtüsü ya da yerleşim yoktur. Bu nedenle doğru yaşta ve türde kayaların tamamen
yüzeye çıkmış olma şansı yüksekti.
Kanada Kutup Bölgesi arazisi, başta
bunların haritasını çıkaran Kanadalı jeologlar ve paleobotanikçiler olmak
üzere, herkesçe gayet iyi biliniyordu. Aslında, bu konudaki bilginin büyük
çoğunluğunu borçlu olduğumuz ekiplerin lideri Ashton Embry, Devoniyen Kanada
kayalarının jeolojisinin, pek çok bakımdan Pennsylvania'dakilerin jeolojisiyle
tamamen aynı olduğu açıklamasını yapmıştı. Bunları okuduğumuz an Ted'le
birlikte valizimizi toplayıp yola çıkmaya hazırdık. Pennsylvania yollarında öğrendiklerimiz,
Kanada'nın Yüksek Kutup bölgesinde işimize yarayabilirdi.
Kutup kayaları, Grönland ve Pennsylvania
fosil yataklarından bile daha yaşlıydı. O halde bu bölge, üç kriterimize de,
yani yaş, tür ve yüzeyde bulunma kriterlerine tam tamına uyuyordu. Daha da
önemlisi, omurgalıları araştıran paleontologlar tarafından iyi bilinmiyordu ve
bu yüzden de burada fosil aranmamıştı.
Artık önümüzdeki yeni zorluklar, Pennsylvania'da
karşılaştıklarımızdan tamamen farklıydı. Pennsylvania yollarında fosil ararken,
yanımızdan vınlayarak geçen kamyonların altında kalma tehlikesiyle karşı
karşıyaydık. Kuzey Kutbu'nda ise kutup ayılarına av olma, aç kalma ya da kötü
hava koşulları yüzünden mahsur kalma tehlikesi altındaydık. Sandviçlerimizi
yanımıza alıp otomobilimizi fosil yataklarına sürdüğümüz günler geride kalmıştı.
Şimdi, sahada geçireceğim iz her gün için en az sekiz gün boyunca plan yapmamız
gerekiyordu, çünkü kayalara ancak havayoluyla ulaşılabiliyordu ve en yakın
ikmal üssü 400 kilometre uzaklıktaydı. Bize hiç sapma şansı tanımayan bir uçuş planıyla,
ekibimize ancak yetecek kadar yiyecek ve malzemeyle yola çıkacaktık. En önemli
sıkıntı ise, uçağın ağırlık sınırının düşük olmasıydı; yani bulduğumuz
fosillerin çok az bir kısmını yanımızda götürebilecektik. Bu sınırlamalara bir
de, her yıl Kuzey Kutbu’nda bilfiil kazı yapabileceğimiz zaman aralığının darlığını
eklerseniz, önümüzdeki engellerin tümüyle yeni ve son derece yıldırıcı olduğunu
görebilirsiniz.
Harvard’daki danışmanım Dr. Farish A.
Jenkins, Jr. imdadımıza yetişti. Farish, yıllarca Grönland’a yapılan keşif
seferlerini yönetmişti ve bu tehlikeli girişimin altından kalkabilecek deneyime
sahipti. Ekip kuruldu. Üç kuşak akademisyen, yani eski öğrencim Ted, üniversite
danışmanım Farish ve ben, balıktan karada yaşayan hayvana geçişe ait kanıtlar
bulabilmek amacıyla Kuzey Kutbu’na doğru yola koyulacaktık.
Kuzey Kutbu paleontolojisiyle ilgili
bir saha kılavuzu yoktur. Arkadaşlarımızdan ve meslektaşlarımızdan teçhizat
tavsiyeleri aldık, kitaplar okuduk; ama anlayacaktık ki bizi deneyimin kendisi
için hazırlayabilecek hiçbir şey yoktu. Bunu, helikopter bizi Kuzey Kutbu’nun
tam anlamıyla terk edilmiş, cinlerin cirit attığı bir yerine indirdiği anda anladık.
İlk aklımıza gelen kutup ayıları oldu. Hareket eden “beyaz lekeler” olup
olmadığını anlamak için etrafı kaç kez kolaçan ettiğimi anlatamam. Bu korku, hayal
görmenize de yol açabiliyor. Kuzey Kutbu’nda geçirdiğimiz ilk hafta,
ekibimizden biri, hareket eden beyaz bir leke gördü. Altı yüz metre ötede bir
kutup ayısı varmış gibi görünüyordu. Gördüğümüzü sandığımız ayının aslında 60
metre uzaklıktaki beyaz bir Kutup tavşanı olduğunu anlayıncaya kadar silahlara,
işaret fişeklerine ve düdüklere sarılmıştık. Etrafta mesafeyi kestirmeye
yarayabilecek herhangi bir ağaç veya ev olmayınca, Kuzey Kutbu’nda mesafe
duyunuzu kaybediyorsunuz. Kuzey Kutbu, büyük ve bomboş bir yerdir. Araştırmak
istediğimiz kayalar, yaklaşık 1.500 kilometrelik bir alanda yüzeye çıkmış
durumdaydı. İzini sürdüğümüz canlılar ise 1 2 0 cm boyundaydı. Ne yapıp edip,
fosillerimizin saklı olduğu bir kaya parçasının yerini tespit etmeliydik. Proje
desteklerini değerlendiren jüri bazen öyle acımasız olur ki hep bu tür
güçlükleri bulup çıkarırlar. Buna en iyi örnek, Farish’in ilk Kuzey Kutbu projelerinden
birini değerlendiren bir jüri üyesinin ifadesidir. Bu bilirkişinin proje
teklifine ilişkin -pek de yürekten olmayan değerlendirmesinde yazdığı gibi,
Kuzey Kutbu’nda yeni fosiller bulma ihtimali, “samanlıkta aranan iğnenin bulunma
ihtimalinden daha düşüktür”.
Bu iğneyi bulmak için bizim,
Ellesmere Adası'na altı yılda dört keşif seferi düzenlememiz gerekti. Tesadüf
buraya kadar. Aradığımızı, deneyerek, yanılarak ve hatalarımızdan ders çıkararak
bulduk. 1999 saha sezonunda ilk kazı yerlerimiz, Kuzey Kutup Bölgesi batı
kesiminin ucundaki Melville Adası’ndaydı. Bilmiyorduk, ama eski bir okyanusun
kıyısına indirilmiştik. Kayalar fosil doluydu, çok farklı türlerde balıklar
bulduk. Sorun şuydu ki, bunların hepsi de derin deniz yaratıkları gibi görünüyordu;
karada yaşayan hayvanların ortaya çıktığı sığ akıntılarda veya göllerde bulmayı
umduğumuz türden balıklar değillerdi. Ashton Embry’nin jeolojik analizlerine
göre konuşlandırdığımız 2000’deki keşif seferimizi doğuya, Ellesmere Adası’na
kaydırmaya karar verdik, çünkü buradaki kayalarda eski akarsu yatakları olabilirdi.
Çok geçmeden bir çeyreklik büyüklüğünde fosilleşmiş balık kemikleri bulmaya
başlamıştık bile.
Asıl buluşumuz ise 2000’de, saha
sezonunun sonlarına doğru gerçekleşti. Akşam yemeğine az kalmıştı, dönmeyi
planladığımız tarihe yaklaşık bir hafta vardı. Ekip kampa dönmüştü, hepimiz
akşamüstü etkinlikleriyle meşguldük; o gün toplananları derliyor, saha notlarını
hazırlıyorduk, bir yandan da akşam yemeği hazırlıklarına başlamıştık. O
zamanlar paleontoloji öğrenmeye hevesli bir üniversite öğrencisi olan Jason
Downs, beklenen saatte kampa dönmemişti. Genellikle hep ekip halinde kamptan
ayrılır, ekipten ayrılan olursa da, ne zaman buluşulacağını dakikası dakikasına
planlardık. Jason’ın gecikmesi endişe yaratmıştı. Bölgede kutup ayıları ve
birden patlak veren şiddetli fırtınalar varken, işimizi şansa bırakamazdık.
Ekiple beraber, ana çadırda oturduğumuzu hatırlıyorum; geçen her saniyeyle, Jason
için duyduğumuz endişe artıyordu. Hep birlikte arama planı yapmaya başlamıştık
ki, çadırın fermuarının açıldığını duydum. İlk başta tek gördüğüm şey, Jason’ın
yüzüydü. Yüzünde, paniğe kapılmış bir ifade vardı; nefes nefeseydi. Jason çadıra
girince kutup ayısı tehlikesi olmadığını anladık; tüfeği omzunda asılı duruyordu.
Hâlâ titreyen elleriyle ceplerine, paltosuna, pantolonuna, fanilasına ve sırt
çantasına doldurduğu fosilleşmiş kemikleri avuç avuç çıkarınca neden geciktiği
anlaşıldı. O şekilde yürüyebilecek olsaydı, sanırım çoraplarına ve ayakkabılarına
da kemik fosilleri tıkıştırırdı. Bu küçük kemik fosillerinin hepsini, kampa bir
buçuk kilometre mesafede, tek arabalık bir park yeri büyüklüğündeki küçük bir
yerde, yüzeyde bulmuştu. Akşam yemeği kalabilirdi.
Yaz aylarında gündüzün 24 saat
sürdüğü Kuzey Kutbunda gün batacak diye telaşlanmamıza gerek yoktu; biz de
çikolatalı gofretleri kapıp Jason’ın alanına doğru yola düştük. Bu alan, iki güzel
nehir vadisi arasında kalan bir tepenin yamacındaydı ve Jason'ın dediği gibi,
üstü fosilleşmiş balık kemikleriyle örtülüydü. Saatlerce fosil parçalan
topladık, fotoğraf çektik ve planlar yaptık. Burada, aradığımız her şey vardı.
Ertesi gün yeniden buraya döndüğümüzde, artık yeni hedefimiz kemiklerin bulunduğu
asıl kaya katmanını bulmaktı.
İşin en önemli kısmı, Jason’ın bulduğu
kemik parçaları yığınının kaynağını tespit etmekti; bu bizim sağlam iskeletler
bulmak için tek ümidimizdi. Sorun ise, Kuzey Kutbu coğrafyasıydı. Burada
sıcaklık, kışın -40°Cye kadar düşüyordu. Yazın, güneşin hiç batmadığı
zamanlarda ise sıcaklık 10 dereceye yükseliyordu. Bu donma-çözülme çevrimi
yüzeydeki taşların ve fosillerin parçalanıp ufalanmasına yol açar; kışın soğur
ve büzülür, yazın ısınır ve genleşirler. Yüzeydeki bu kemikler, binlerce yıl boyunca
her mevsimle birlikte büzülüp genleşme sonucunda parçalanır. Tepeye darmadağınık
biçimde yayılmış bu kemik yığınıyla karşılaştığımızda, bunların asıl kaynağı
olan belirli bu kaya tespit edememiştik. Birkaç günümüzü, yamaçtaki kemiklerin
nereden çıktığını anlayabilmek için jeolog çekiçlerimizi su arama çatalı gibi
kullanıp, test çukurları kazarak bu parçaların izini sürmekle geçirdik. Dört gün
sonra katmanı ortaya çıkardık ve birbiri ardına çok sayıda fosilleşmiş balık
iskeleti bulduk; çoğu da üst üste duruyordu. Bu balıkları açığa çıkarmak için
iki yaz uğraştık. Yine başarısızlık: Bulduğumuz balıkların hepsi de daha önce Doğu
Avrupa’da, aynı yaştaki kazı yerlerinde toplanmış olan ve iyi bilinen türlere aitti.
Üstüne üstlük, bu balıkların, karada yaşayan canlılarla pek bir akrabalığı da
yoktu. 2004’te, şansımızı bir kez daha denemeye karar verdik. Artık ya batacak
ya da çıkacaktık. Kuzey Kutbu keşif seferleri caydırıcı ölçüde pahalıydı;
dikkate değer bir keşif yapamazsak, vazgeçmek zorunda kalacaktık.
2004 Temmuzu başlarında, dört günde
her şey değişti. Artık kayadan çok buz kırdığım kazı alanının dibinde çekiç
sallayarak çalışıyordum. Buzu kırdım ve asla unutmayacağım bir şey gördüm: bugüne
dek kazı alanında gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen pullu bir leke. Bu leke, beni,
buzla kaplı başka bir kütleye götürdü. Bunlar çene parçalarını andırıyor, ama
bir yandan da, şimdiye kadar gördüğüm hiçbir balık çenesine de benzemiyordu. Bana,
sanki yassı bir kafaya aitlermiş gibi geldi. Ertesi gün, meslektaşım Steve
Gatesy, kazı alanının üst kısmında kayaları eşelerken, yüzü kendisine dönük bir
hayvanın burnunu ortaya çıkarmak için yumruk büyüklüğünde bir kaya parçasını
yerinden söktü. O da, çukurun dibinde gördüğüm buza gömülü balık gibi, yassı
kafalıydı. İşte bu yeni ve önemli bir bulguydu. Ama benim balığımın aksine,
Steve'in balığı gerçekten umut vaat ediyordu. Biz balığın burnunu görüyorduk.
Eğer şansımız varsa, iskeletin geri kalanı bu kayalığın içinde korunmuş halde
duruyor olabilirdi. Steve o yazı, kayaları fosilin üzerinden parça parça
sökmekle geçirdi; böylece iskeletin tamamını laboratuvarımıza getirip
temizleyebilirdik. Steve'in bu fosilde sergilediği ustalık sayesinde sudan
karaya geçişe dair, o tarihe kadar keşfedilmiş en iyi fosillerden biri ortaya
çıkarılmış oldu.
Dönüşte laboratuvarımıza getirdiğimiz
örnekler, içinde fosilleri barındıran iri kaya parçalarından ibaretti. Kayayı
iki ay boyunca, genellikle dişçilikte veya laboratuvarlarda kullanılan türden
küçük kazı aletlerinin yardımıyla, elimizle parça parça söktük. Her gün, bu
fosil yaratığın anatomisi biraz daha açığa çıkıyordu. Ne zaman büyük bir parça
açığa çıksa, biz de karada yaşayan hayvanların kökenlerine ilişkin yeni bir şey
öğreniyorduk.
2004 yılı sonbaharı boyunca kayadan
gün yüzüne yavaş yavaş çıkışına tanık olduğumuz şey, balıklar ile karada
yaşayan hayvanlar arasında yer alan çok ilginç bir ara halkaydı. Balıklar ve karada
yaşayan hayvanlar pek çok bakımdan birbirinden farklıdır. Balıklar konik
kafalıyken, karada yaşayan ilk hayvanların kafaları timsah kafasına çok benzer;
yassıdır ve gözler tepededir. Balıkların boynu yoktur; omuzları, bir dizi
kemiksi plakayla kafalarına bağlanır. Karada yaşayan ilk hayvanların da,
onlardan türeyen bütün hayvanlar gibi, boyunları vardı; yani kafalarını,
omuzlarından bağımsız olarak hareket ettirebiliyorlardı.
Başka önemli farklılıklar da vardır.
Balıkların vücudu pullarla kaplıyken karada yaşayan hayvanlarda pul yoktur.
Önemli bir fark da, balıkların yüzgeçlerine karşılık, karada yaşayan
hayvanların, parmak ve bileklere sahip kol ve bacakları olmasıdır. Bu karşılaştırmalara
devam edebilir ve balıklarla karada yaşayan hayvanların farklılıklarına dair
çok uzun bir liste yapabiliriz. Ne var ki, bulduğumuz bu yeni yaratık,
balıklarla karada yaşayan hayvanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştı. Balıklarda
olduğu gibi, sırtında pullar ve perdeli yüzgeçleri; ama karada yaşayan ilk
canlılar gibi, yassı bir kafası ve boynu vardı. Ayrıca yüzgecin içine bakınca,
üst kola, önkola ve hatta bileğe karşılık gelen kemikler görülüyordu. Eklemleri
de vardı; bu, omuz, dirsek ve bilek eklemleri olan bir balıktı. Bu yapıların hepsi
perdeli bir yüzgeç içerisindeydi. Bu canlının, karada yaşayan canlılarla
paylaştığı ortak özellikler çok ilkel görünüyordu. Örneğin, balığın üst “kol”
kemiğinin (humerus/pazı kemiği) şekli ve üzerindeki çeşitli kabartılar kısmen
balıklarınkine, kısmen amfibilerinkine benziyordu.
Kafatası ve omuzlar için de durum
böyleydi. Onu bulmamız altı yılımıza mal oldu; ama bu fosil, paleontolojinin bir
tahminini doğrulamıştı: Bulduğumuz bu yeni balık, hem iki farklı hayvan türü
arasındaki ara basamaktı, hem de onu, dünya tarihinin doğru zaman diliminde ve
tarihöncesindeki doğru ortamında bulmuştuk. Yanıt, tarihöncesi akıntılarla oluşmuş,
375 milyon yıllık kayalardan gelmişti.
Ted, Farish ve ben, bu canlıyı
keşfeden kişiler olarak, ona resmi bilimsel adını verme ayrıcalığına sahiptik.
Vereceğimiz adın, hem balığın Nunavut Bölgesi kökenini, hem de orada çalışmamıza
izin veren İnuit halkına duyduğumuz minneti yansıtmasını istiyorduk. İnuit dilinde
bir isim bulmak için, Yaşlılar
Meclisi’ne başvurduk. Beni asıl düşündüren şey ise ismi Inuit Qaujimajatuqangit
Katim ajiit olan bir komitenin telaffuz edemeyeceğimiz bilimsel bir isim
önermesiydi. Onlara fosilin bir resmini gönderdim; Nanavut büyükleri de
Siksagiaq ve Tiktaalik olmak üzere
iki isim önerisinde bulundu. Biz de, hem İnuit dilini bilmeyenlerce daha kolay
telaffuz edilebileceğinden, hem de İnuit dilindeki anlamından ötürü Tiktaalik ismini
seçtik: "büyük tatlı su balığı.”
Nisan 2006’da, keşfin duyurulduğunun
ertesi günü, The New York Times gibi gazetelerin manşetleri de dahil olmak üzere,
birçok gazetede Tiktaalik birinci haberdi. Bu ilgi, genelde sakin geçen
hayatımda, bir haftada tamamen farklı bir dönem açmıştı. Ama benim için bütün
bu medya bombardımanında en büyük an, ne politik karikatürleri görmek, ne
gazete yorumlarını, ne de bloglardaki hararetli tartışmaları okumak oldu. O
anı, oğlumun anaokulunda yaşadım.
Basının onca hayhuyu arasında,
oğlumun anaokulu öğretmeni benden fosili getirmemi ve onunla ilgili bilgi
vermemi istedi. Ben de, yaratacağı kargaşayı göze alarak Tiktaalik’in bir maketini
Nathanid'in sınıfına götürdüm. Dört veya beş yaşındaki yirmi afacan, Kuzey
Kutbu’nda fosil bulmak için nasıl çalıştığımızı anlatıp onlara hayvanın keskin
dişlerini gösterirken inanılmaz derecede uslu durdular. Sonra, onlara bu
hayvanın ne olduğu konusundaki düşüncelerini sordum. Eller hemen havaya kalktı.
İlk çocuk, bunun bir timsah veya bir alligatör olduğunu söyledi. Neden öyle
düşündüğünü sorunca, gözlerinin bir timsah veya bir kertenkeleninki gibi tepede
ve kafasının da yassı olduğunu söyledi. Ayrıca dişleri de büyüktü. Diğer
çocuklar itiraz etmeye başladılar. Parmak kaldıran çocuklardan birine söz verdiğimde
şunları söyledi: “Yo, hayır, o bir timsah değil, o bir balık, çünkü pulları ve
yüzgeçleri var.” Bir başka çocuk, “Belki de her ikisidir!” diye bağırdı.
Tiktaalik’in mesajı o kadar açıktı ki, anaokulu öğrencileri bile
anlayabiliyordu.
Bizim açımızdansa, Tiktaalik çok daha
büyük bir anlam taşıyordu. Bu balık, bize balıklar hakkında bir şeyler
anlatmakla kalmıyor, bizim bir parçamızı da içeriyordu. Beni Kuzey Kutbuna sürükleyen
birinci şey, işte bu bağlantıyı bulma arzusuydu. Bu fosilin benim kendi
vücudumla ilgili bir şeyler söylediğinden nasıl bu kadar emindim? Tiktaalik’in
boynunu düşünün. Tiktaalik ’ten önceki bütün balıklarda, kafatasını omuzlara bağlayan
bir kemik kümesi bulunur; böylece hayvan gövdesini her çevirişinde kafasını da
çevirir. Tiktaalik ise farklıdır. Kafası omuzlarından tamamen bağımsızdır. Baş
ve omuzların bu konumu, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve bizim de dahil
olduğumuz memelilerle ortaktır. Baş ve omuzların konumundaki değişimin izini
baştan sona, birkaç küçük kemik eksiğiyle Tiktaalik gibi balıklara kadar sürmek
mümkündür. Bilekler, kaburgalar, kulaklar ve iskeletimizin diğer kısımlar da
aynı şekilde incelenebilir; bu özellikler Tiktaalik gibi bir balıkta
bulunabilir. Tiktaalik fosili, Afrikalı hominidlerin (Australopithecus afarensis,
yani ünlü "Lucy” gibi) olduğu kadar bizim geçmişimizin de bir parçasıdır.
Lucyye bakarak, çok gelişmiş bir primat olarak geçmişimizi anlayabiliriz.
Tiktaalik’e baktığımızda ise bir balık olarak geçmişimizi görürüz.
O halde ne öğrenmiş olduk? Dünyamızda
öyle olağanüstü bir düzen vardır ki, dört bir yanındaki kayaların farklı katmanlarındaki
fosil türlerini tahmin edebilmek için hayvanat bahçesinde şöyle bir gezinmemiz
yeter. Bu tahminler bize, canlılar tarihinin en eski olaylarına dair bir şeyler
anlatacak fosil keşiflerine yol açabilir. Bu olayların kayıtları, anatomimizin
bir parçası olarak içimizde hâlâ yer almaktadır. Henüz bahsetmediğim bir şey
daha var; o da, kendi geçmişimize genlerimizin içindeki DNA’lardan da
ulaşabileceğimiz.
Neil Shubin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder