İçimizdeki Balık

İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK


Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana, yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri, dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar, tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık) kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.

Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği, bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.

İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa, bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları, fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın öyküsünde saklı.

Fosiller, kendimizi öğrenmek için başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez. Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.

Planlama ve şansa bırakma arasındaki bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi çöpe de atabiliriz.

Sahada karşılaştığımız durumlar, en iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de, kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını bulup çıkarmaya.

Saha paleontologları, yeni kazı yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla, evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.

Tüm bu derlemelere rağmen, önemli fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz. Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak, asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.

Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım öykü de bununla ilgili.

Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek. Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365 milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım, beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.

İlk bakışta, bu iki ortamı birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da, kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde, yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır. Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra, parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden oluşturmak mümkün.

Bu kaya katmanlarının içindeki fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık. Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar, onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu. Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya getirmemiz gerekir.

Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize yarayabilir.


Aslına bakarsanız kendimizi, yöremizdeki bir hayvanat bahçesi ya da akvaryumdaki hayvanlarla karşılaştırarak, yeryüzündeki kayalarda fosillerin hangi sırayla dizildiğini tahmin edebiliriz. Önemli fosilleri bulabilmek için kayaların neresine bakmamız gerektiğini tahmin etmede, hayvanat bahçesindeki bir gezintinin bize ne yararı olabilir? Hayvanat bahçelerinde, hepsi de pek çok yönden birbirinden tamamen farklı büyük bir canlı çeşitliliği vardır. Ama biz bu canlıları birbirinden ayıran özellikler üzerinde durmayalım; tahminimizin isabetli olabilmesi için farklı canlılardaki ortak özellikler üzerinde yoğunlaşalım. O zaman, tüm canlılarda ortak olan bu özelliklerden yararlanarak, benzer özelliklere sahip canlıları aynı grupta toplayabiliriz. Canlıların hepsini, iç içe geçen matruşkalar gibi, küçük hayvan kümeleri, büyük hayvan kümelerinin içerisinde yer alacak şekilde biraraya getirip sınıflandırabiliriz. Böyle yaptığımızda doğanın çok temel bir yanını keşfederiz.

Hayvanat bahçesindeki ya da akvaryumdaki her canlı türünün bir kafası ve iki gözü vardır. Bu türlere “Hepsi” diyelim. Bir kafası ve iki gözü olan canlıların bir alt kümesindeki canlıların üyeleri (kol, bacak, kanat, yüzgeç vb.) vardır. Üyeleri olan bu türlere “Üyelilerin hepsi” diyelim. Kafalı ve üyeli bu canlılar da, büyük bir beyni olan, ayakları üzerinde doğrulup yürüyen ve konuşan bir alt kümeye sahiptir. İşte bu alt küme biziz; yani insanoğlu. Kuşkusuz, canlıları bu yöntemle sınıflandırarak çok daha fazla alt küme oluşturabiliriz, ama bu üç katlı sınıflama bile bize bir tahmin yürütme gücü verir.

Yeryüzü kayalarının içindeki fosiller genellikle bu düzene uygun dizilmiştir; biz de, yeni keşif seferleri tasarlarken bu düzenden yararlanabiliriz. Yukarıda verdiğimiz örneğe dönecek olursak, “Hepsi” grubunun ilk örneği, yani kafası ve iki gözü olan ilk canlı, fosil kayıtlarında, “Üyelilerin hepsi” grubunun ilk örneğinin ortaya çıkışından çok daha önce yer alır. Daha kesin konuşursak, ilk balık (“Hepsi” kümesinin sancaktan), ilk amfibiden (“Üyelilerin hepsi” kümesinden) önce ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz, kayaların gerçek yaşını ölçmenin yanı sıra, daha fazla hayvan türünü ve bu hayvan kümelerinde ortak olan çok daha fazla özelliği inceleyerek bu sıralamaya daha ince ayrıntılar kazandırabiliriz.

Laboratuvarlarımızda, binlerce özellik ve canlı türü üzerinde yaptığımız da bu türden bir analizdir. Bu canlıların anatomilerini mümkün olan en ince ayrıntısına kadar inceler, çoğunlukla da büyük DNA parçalarına bakarız. O kadar fazla veri vardır ki, kümelerin içindeki kümeleri ortaya çıkarmak için genellikle güçlü bilgisayarlar gerekir. Biyolojinin temelini oluşturan bu yaklaşım sayesinde canlıların birbirleriyle nasıl akraba olduklarına ilişkin varsayımlarda bulunabiliriz.

Yüzlerce yıllık bu fosiller, canlıları daha ayrıntılı sınıflandırmamızın yanı sıra, dünyaya ve üzerindeki hayata ilişkin muazzam bir birikim -ya da kayıt- oluşturmamıza da yaramış durumdadır. Böylece, artık büyük değişimlerin yaşandığı zaman dilimlerini yaklaşık olarak tespit edebiliyoruz. Memelilerin kökenlerine mi ilgi duyuyorsunuz? Erken Mezozoik adı verilen döneme ait kayalara bakın; jeokimya bilimi, bu kayaların yaklaşık 210 milyon yıllık olduğunu söylüyor. Primatların kökenine mi ilgi duyuyorsunuz? Kaya sütununun daha üstteki katmanlarına, yani kayaların yaklaşık 80 milyon yıllık olduğu Kretase dönemine bakın.

Yeryüzündeki kayalarda yer alan fosillerin düzeni, diğer canlılarla aramızdaki bağlantının güçlü bir kanıtıdır. Eğer, 600 milyon yıllık kayaları kazdığımızda bir dağ sıçanı iskeletinin hemen yanında ilk denizanasını bulacak olsaydık, bu konudaki bilgileri yeniden ve en başından ele almamız, fosil kaydında bu dağ sıçanını ilk memeliden, sürüngenden, hatta balıktan öncesine -hatta ilk solucandan bile öncesine- yerleştirmemiz gerekecekti. Üstelik bu yaşlı dağ sıçanı bize, dünyanın ve üzerindeki hayatın geçmişi hakkında bildiğimizi sandığımız şeylerin çoğunun yanlış olduğunu söyleyecekti. Ama insanlar 150 yılı aşkın bir süredir fosillerin (dünyanın her kıtasında ve erişilebilir kaya katmanlarının hemen hepsinde) peşinden koştukları halde; böyle bir gözlemin yapıldığı hiç olmadı.


İsterseniz, asıl sorumuza, yani, karada yürüyecek ilk balığın akrabalarını nasıl bulacağımıza dönelim. Bu canlılar, yaptığımız gruplandırmada “Hepsi” ile “Üyelilerin hepsi” arasında bir yerdedir. Bunu, kayalar hakkında bildiklerimizle birlikte ele alırsak, 380 milyon yıl öncesi ile 365 milyon yıl öncesi arasındaki dönemin son derece önemli bir dönem olduğuna dair kuvvetli bir jeolojik kanıt ortaya çıkar. Bu zaman dilimine ait görece genç kayaların, yani yaklaşık 360 milyon yıllık kayaların içinde, hepimizin amfibi ya da sürüngen olarak tanıyacağı, çok çeşitli türde fosilleşmiş hayvan vardır. Cambridge Üniversitesinden meslektaşım Jenny Clack ve ekibi, Grönland’da yaklaşık 365 milyon yıllık kayalardan amfibiler çıkardılar. Bunlar boyunları, kulakları ve dört bacaklarıyla balığa benzemiyorlardı. Ama yaklaşık 385 milyon yıllık kayalarda, gerçekten de ‘balığa benzeyen" eksiksiz balıklar bulduk; yüzgeçleri, konik kafaları, pulları vardı ama boyunları yoktu. Bunun üzerine, balıktan karada yaşayan hayvanlara geçişe dair kanıtlar bulabilmek için dikkatimizi, doğal olarak yaklaşık 375 milyon yıllık kayalara çevirdik.

Araştıracağımız zaman dilimini kararlaştırdık, böylece jeoloji sütununda incelemek istediğimiz katmanları da tespit etmiş olduk. Şimdi asıl zorluk, fosilleri koruyup saklayabilecek koşullarda oluşan kayaları bulmaktı. Kayalar, farklı çevre koşullarında oluşur ve oluştukları ilk ortamlar, bu kaya katmanlarında kendilerine özgü izler bırakır. Volkanik kayalar çoğunlukla açıktadır.

Bildiğimiz hiçbir balık lav içinde yaşayamaz. Öyle ki, böyle bir balık var olmuş olsa bile, bazalt, riyolit, granit ve diğer volkanik taşların oluştuğu bu aşırı sıcak koşullarda, balığın fosilleşmiş kemikleri korunamazdı. İlk oluşumlarından itibaren ya aşırı ısınmaya ya da aşırı basınca maruz kalmaları nedeniyle, şist ve mermer gibi metamorfik kayaları da saymayalım. Bunların içinde korunmuş herhangi bir fosil kalmış olsaydı da, zaten çok uzun zaman önce yok olurdu. Fosillerin korunabilmesi için ideal olanı kireçtaşı, kumtaşı, silttaşı ve şeyi, yani tortul kayalardır.
Volkanik ve metamorfik kayalarla kıyaslandığında, bunlar nehir, göl ve denizlerin hareketlen gibi daha yavaş ve yumuşak süreçlerle oluşur. Bu kayaların, fosilleri korumaya uygun yerler olabilmesi için, sadece hayvanların bu tür ortamlarda yaşayabilmesi yetmez; bunda tortullaşma süreçlerinin de payı vardır. Örneğin, denizde ya da göldeki parçacıklar sürekli olarak suyun dibinde çökelir. Zamanla bu parçacıklar birikir; yeni oluşan ve üst üste binen katmanların basıncıyla alttaki parçacıklar sıkışır. Giderek artan bu basınç, çok uzun zaman dilimlerinde kayaların içinde meydana gelen kimyasal süreçlerle birleşince, kaya içinde kalan iskeletler fosilleşme fırsatı bulur. Aynı süreç, akan sular için de geçerlidir. Genel kural, akıntı ne kadar hafifse fosillerin de o kadar iyi korunacağı şeklindedir.

Yerinde duran her kayanın, o kaya oluştuğu sırada dünyanın neye benzediği hakkında bir öyküsü vardır. Kayanın içinde, genelde bugünkünden çok farklı olan geçmiş iklimlere ve çevre koşullarına dair kanıtlar vardır. Bazen, bugün ile geçmiş arasındaki kopukluk o kadar keskin olmayabilir. Uç bir örnek olarak Everest Dağı’nı ele alalım. Dağın zirvesinin yakınında, 8 bin metreyi aşkın bir irtifada eski bir deniz tabanına ait kayalar bulunmaktadır. Ünlü Hillary Basamağının görüş alanı içinde kalan Kuzey Yüzü’ne gidecek olursanız burada fosilleşmiş deniz kabukları bulabilirsiniz. Aynı şekilde, Kuzey Kutbu’nda çalıştığımız yerlerde, kışın sıcaklık -40°C’ye kadar düşebilir. Yine de, bölgedeki bazı kayaların içinde, tıpkı Amazon’dakine benzeyen eski bir tropikal deltanın kalıntıları yatar; yani, ancak sıcak, nemli bölgelerde yetişebilecek bitki ve balık fosilleri. Bugün aşırı irtifalarda ve enlemlerde sıcağa-uyumlu türlerin var olması, gezegenimizin ne ölçüde değişebileceğinin kanıtıdır: dağlar yükselir ve çöker, iklimler ısınır ve soğur, kıtalar gezinip durur. Zamanın uçsuz bucaksızlığını ve gezegenimizin değişimini açıklayan olağanüstü süreçleri kavradığımızda, yeni fosil arama seferlerini planlarken bu bilgiden yararlanabilecek duruma geleceğiz.

Üyeli hayvanların kökenini anlamak istiyorsak, artık biliyoruz ki, araştırmamızı okyanuslarda, göllerde ya da akarsularda oluşmuş, kabaca 375 milyon ila 380 milyon yaşındaki kayalarla sınırlandırabiliriz. Volkanik ve metamorfik kayaları araştırmamızdan çıkarınca, fosil bulma ihtimalimiz olan yerler daha da netleşecektir.

Ancak, yapacağımız yeni bir keşif seferinin tasarlanmasında henüz yolun başındayız. Fosil bulma beklentisi içinde olduğumuz, doğru yaştaki tortul kayalarımız yerin derinliklerine gömülüyse ya da doğa örtüsüyle kaplıysa, üzerinde alışveriş merkezleri ya da kentler kuruluysa, o zaman bu seferimiz boşa çıkacak, biz de körlemesine kazıyor olacağız. Tahmin edebileceğiniz gibi, fosil bulmak amacıyla kuyu kazmanın başarı olasılığı düşüktür; diğer bir deyişle kapalı bir kapının ardındaki bir hedef tahtasına atış yapmaktan pek farkı yoktur.

Öyleyse bakılacak en iyi yerler, kemiklerin dayanmayı başarabildiği bölgeleri keşfetmek için üzerinde kilometrelerce yürüyebileceğimiz yerlerdir. Fosilleşmiş kemikler genellikle etraflarındaki kayalardan daha sert olur, bu nedenle biraz daha yavaş aşınır ve kaya yüzeyinde kabartma şeklinde bir iz bırakırlar. Buna bağlı olarak, çıplak kaya üzerinde yürür ve yüzeyde kemik izi bulunca kazmaya girişiriz.

Yeni bir fosil keşif seferi planlamanın püf noktası da işte buradadır: Doğru yaştaki, doğru türdeki (tortul) ve yüzeyi açığa çıkmış kayaları bulmak. İşte o zaman işe koyulabiliriz. İdeal fosil arama alanları, çok az toprak ve bitki örtüsüyle kaplı, insan elinin değmediği, bozulmamış yerlerdir. Bu durumda keşiflerin önemli bir kısmının ücra arazilerde gerçekleşmesi şaşırtıcı mı? Gobi Çölü’nde örneğin. Sahra Çölü’nde. Utah’ta. Grönland gibi Kuzey Kutbu çöllerinde.

Tüm bunlar akla son derece uygun görünüyor; ama biz, yine de tesadüfün payını unutmayalım. Aslında, ekibimizi, içimizdeki balığa götüren de tesadüftü. İlk önemli keşiflerimizi çölde değil, kayaların olabilecek en berbat şekilde yüzeye çıktığı Pennsylvania’da bir yol kenarında yaptık. Üstelik orayı araştırmamızın tek nedeni, fazla paramız olmayışıydı. Grönland’a ya da Sahra Çölü’ne gitmek epey para ve zaman ister. Oysa yerel projeler için büyük araştırma ödeneklerine gerek yoktur, sadece otoyol geçiş ücretini ve benzini karşılayacak kadar para yeter. Yüksek lisans öğrencileri ve üniversitede çalışmaya yeni başlayan öğretim elemanları için bunlar son derece önemli değişkenlerdir. Philadelphia’da ilk işime başladığımda beni en çok cezbeden, Pennsylvania Catskill Formasyonu olarak bilinen kaya grubuydu. Bu oluşum 150 yıldır fazlasıyla incelenmişti. Yaşı da gayet iyi biliniyordu ve Üst Devoniyen dönemini kapsıyordu. Ayrıca buradaki kayalar, üyeli ilk hayvanları ve onların en yakın akrabalarını mükemmel şekilde koruyabilecek nitelikteydi. Bunu anlayabilmenin en iyi yolu, Philadelphia’nın Devoniyen dönemde nasıl göründüğünü hayal etmek. Bugünkü Philadelphia, Pittsburgh ya da Harrisburg’a ait görüntüleri zihninizden çıkarın ve Amazon Nehri deltasını hayal edin. Eyaletin doğusunda dağlık bölgeler vardı. Bu dağlardan süzülen sular bir dizi akarsu halinde doğudan batıya doğru akıyor ve bugün Pittsburgh’un kurulu olduğu yerde, büyük bir denizde son buluyordu.

Orta Pennsylvania'nın şehirlerle, ormanlarla ve tarlalarla örtülü olduğunu saymazsak, fosil bulmak için bundan daha uygun koşullar hayal edilemez. Açığa çıkan kayalara gelince, bunların en çok bulunduğu yerler, Pennsylvania Ulaştırma Bakanlığının (PennDOT) büyük yollar geçirmeyi planladığı bölgelerdir. PennDOT otoban inşa ederken, bu kayaları patlatır; her zaman ideal biçimde olmasa da patlama olan yerlerde kayalar yüzeye çıkar. Ama bulduğumuzla yetiniriz. Bilimi ucuza getirirseniz, sonucuna da katlanırsınız.

Ayrıca tesadüf etmeninin de farklı biçimleri vardır: 1993 'te Pennsylvania yolları boyunca, bugünkü Amazon’a çok benzeyen eski bir nehir deltasını inceliyorduk. Ted Daeschler, paleontoloji okumaya geldiğinde danışmanlığını ben üstlenmiştim. Bu işbirliği, ikimizin de hayatını değiştirecekti. Farklı yaradılışlarımız birbirini kusursuzca tamamladı: Ben yerimde duramıyor ve sürekli, bir dahaki sefere nereyi inceleyeceğimi düşünüyordum; Ted ise sabırlıydı, hâzinelerine ulaşmak için nerede, ne zaman durup kazmaya başlayacağını biliyordu. Ted’le beraber, üyelerin kökenine ilişkin yeni kanıtlar bulabilmek ümidiyle Pennsylvania’nın Devoniyen döneme ait kayalarını araştırmaya başladık. Eyaletin doğusunda yol açmak için kesilen büyük kayaların hepsine gittik. Araştırmamıza başladıktan kısa bir süre sonra Ted, ummadığımız bir anda, çok ilginç bir omuz kemiği buldu. Kemiğe, Yunanca “Hyner’li sürünen küçük hayvan” anlamına gelen Hynerpeton adını verdik. Hyner (Pennsylvania), en yakın kasabanın adıydı. Hynerpeton'un çok güçlü bir omzu vardı; bu da onun muhtemelen çok güçlü uzantıları olan bir canlı olduğuna işaret ediyordu. Ne yazık ki, bu hayvanın iskeletinin tamamını hiçbir zaman bulamadık. Çünkü kazı alanı çok kısıtlıydı. Neler mi kısıtlıyor? Tahmin edebileceğiniz gibi, bitki örtüsü, evler ve alışveriş merkezleri.

Bu kayalarda Hynerpeton ve başka fosillerin de keşfinden sonra Ted de ben de, yüzeyde daha açıkta kalan kayalarda bir an önce keşfe çıkmak için sabırsızlanmaya başlamıştık. Eğer tüm bu bilimsel girişimimiz, ufak tefek kalıntı parçalarının bulunup çıkarılmasından ibaret kalacaksa, üzerinde uğraşacağımız sorular da çok sınırlı kalacaktı. Bu yüzden “kitaba uygun” yaklaşımı benimseyerek çöl arazilerinde, yüzeyi belirgin biçimde açıkta kalmış, doğru yaşta ve doğru türdeki kayaların arayışına girdik; sonuçta, elimizdeki jeolojiye giriş kitabından yararlanmamış olsaydık, kariyerimizin en büyük buluşunu da yapamayacaktık.


Başlangıçta, yeni keşif bölgeleri olarak gözümüzü Alaska ve Yukon’a çevirmiştik, çünkü başka ekiplerce burada benzer keşifler yapılmıştı. Jeolojiye özgü konularda giriştiğimiz bir tartışmanın en can alıcı noktasında içimizden biri, uğurlu jeoloji ders kitabını çıkardı. Hangimizin haklı olduğunu bulmak için hızla sayfaları karıştırırken bir çizimle karşılaştık. Çizim, nefesimizi kesmişti; aradığımız her şeyi açıkça gösteriyordu. Tartışmayı bıraktık ve hemen yeni bir arazi keşfi planlamaya başladık.
Biraz daha genç kayalarda yapılan önceki keşiflerden, fosil avımız için en iyi başlangıç yerinin, tarihöncesi tatlı su akıntıları olduğuna inanıyorduk. Çizimde, Devoniyen tatlı su kayalarının bulunduğu üç bölge görülüyordu ve üçünde de birer nehir delta sistemi vardı. İlki, Grönland’ın doğu kıyışıydı. Burası Jenny Clack’ın bulduğu üyeli ilk canlılardan olan ve bilinen en eski tetrapodlardan (omurgalı dört ayaklı) sayılan fosilin yurduydu. Sonra, Hynerpeton'un yurdu olan Kuzey Amerika'nın doğusu vardı ki, burada zaten çalışmıştık. Ve Kanada Kutup Bölgesi boyunca doğudan batıya uzanan, geniş bir üçüncü bölge daha vardı. Kutup bölgesinde hiç ağaç, toprak örtüsü ya da yerleşim yoktur. Bu nedenle doğru yaşta ve türde kayaların tamamen yüzeye çıkmış olma şansı yüksekti.

Kanada Kutup Bölgesi arazisi, başta bunların haritasını çıkaran Kanadalı jeologlar ve paleobotanikçiler olmak üzere, herkesçe gayet iyi biliniyordu. Aslında, bu konudaki bilginin büyük çoğunluğunu borçlu olduğumuz ekiplerin lideri Ashton Embry, Devoniyen Kanada kayalarının jeolojisinin, pek çok bakımdan Pennsylvania'dakilerin jeolojisiyle tamamen aynı olduğu açıklamasını yapmıştı. Bunları okuduğumuz an Ted'le birlikte valizimizi toplayıp yola çıkmaya hazırdık. Pennsylvania yollarında öğrendiklerimiz, Kanada'nın Yüksek Kutup bölgesinde işimize yarayabilirdi.
Kutup kayaları, Grönland ve Pennsylvania fosil yataklarından bile daha yaşlıydı. O halde bu bölge, üç kriterimize de, yani yaş, tür ve yüzeyde bulunma kriterlerine tam tamına uyuyordu. Daha da önemlisi, omurgalıları araştıran paleontologlar tarafından iyi bilinmiyordu ve bu yüzden de burada fosil aranmamıştı. 

Artık önümüzdeki yeni zorluklar, Pennsylvania'da karşılaştıklarımızdan tamamen farklıydı. Pennsylvania yollarında fosil ararken, yanımızdan vınlayarak geçen kamyonların altında kalma tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Kuzey Kutbu'nda ise kutup ayılarına av olma, aç kalma ya da kötü hava koşulları yüzünden mahsur kalma tehlikesi altındaydık. Sandviçlerimizi yanımıza alıp otomobilimizi fosil yataklarına sürdüğümüz günler geride kalmıştı. Şimdi, sahada geçireceğim iz her gün için en az sekiz gün boyunca plan yapmamız gerekiyordu, çünkü kayalara ancak havayoluyla ulaşılabiliyordu ve en yakın ikmal üssü 400 kilometre uzaklıktaydı. Bize hiç sapma şansı tanımayan bir uçuş planıyla, ekibimize ancak yetecek kadar yiyecek ve malzemeyle yola çıkacaktık. En önemli sıkıntı ise, uçağın ağırlık sınırının düşük olmasıydı; yani bulduğumuz fosillerin çok az bir kısmını yanımızda götürebilecektik. Bu sınırlamalara bir de, her yıl Kuzey Kutbu’nda bilfiil kazı yapabileceğimiz zaman aralığının darlığını eklerseniz, önümüzdeki engellerin tümüyle yeni ve son derece yıldırıcı olduğunu görebilirsiniz.



Harvard’daki danışmanım Dr. Farish A. Jenkins, Jr. imdadımıza yetişti. Farish, yıllarca Grönland’a yapılan keşif seferlerini yönetmişti ve bu tehlikeli girişimin altından kalkabilecek deneyime sahipti. Ekip kuruldu. Üç kuşak akademisyen, yani eski öğrencim Ted, üniversite danışmanım Farish ve ben, balıktan karada yaşayan hayvana geçişe ait kanıtlar bulabilmek amacıyla Kuzey Kutbu’na doğru yola koyulacaktık.

Kuzey Kutbu paleontolojisiyle ilgili bir saha kılavuzu yoktur. Arkadaşlarımızdan ve meslektaşlarımızdan teçhizat tavsiyeleri aldık, kitaplar okuduk; ama anlayacaktık ki bizi deneyimin kendisi için hazırlayabilecek hiçbir şey yoktu. Bunu, helikopter bizi Kuzey Kutbu’nun tam anlamıyla terk edilmiş, cinlerin cirit attığı bir yerine indirdiği anda anladık. İlk aklımıza gelen kutup ayıları oldu. Hareket eden “beyaz lekeler” olup olmadığını anlamak için etrafı kaç kez kolaçan ettiğimi anlatamam. Bu korku, hayal görmenize de yol açabiliyor. Kuzey Kutbu’nda geçirdiğimiz ilk hafta, ekibimizden biri, hareket eden beyaz bir leke gördü. Altı yüz metre ötede bir kutup ayısı varmış gibi görünüyordu. Gördüğümüzü sandığımız ayının aslında 60 metre uzaklıktaki beyaz bir Kutup tavşanı olduğunu anlayıncaya kadar silahlara, işaret fişeklerine ve düdüklere sarılmıştık. Etrafta mesafeyi kestirmeye yarayabilecek herhangi bir ağaç veya ev olmayınca, Kuzey Kutbu’nda mesafe duyunuzu kaybediyorsunuz. Kuzey Kutbu, büyük ve bomboş bir yerdir. Araştırmak istediğimiz kayalar, yaklaşık 1.500 kilometrelik bir alanda yüzeye çıkmış durumdaydı. İzini sürdüğümüz canlılar ise 1 2 0 cm boyundaydı. Ne yapıp edip, fosillerimizin saklı olduğu bir kaya parçasının yerini tespit etmeliydik. Proje desteklerini değerlendiren jüri bazen öyle acımasız olur ki hep bu tür güçlükleri bulup çıkarırlar. Buna en iyi örnek, Farish’in ilk Kuzey Kutbu projelerinden birini değerlendiren bir jüri üyesinin ifadesidir. Bu bilirkişinin proje teklifine ilişkin -pek de yürekten olmayan değerlendirmesinde yazdığı gibi, Kuzey Kutbu’nda yeni fosiller bulma ihtimali, “samanlıkta aranan iğnenin bulunma ihtimalinden daha düşüktür”.

Bu iğneyi bulmak için bizim, Ellesmere Adası'na altı yılda dört keşif seferi düzenlememiz gerekti. Tesadüf buraya kadar. Aradığımızı, deneyerek, yanılarak ve hatalarımızdan ders çıkararak bulduk. 1999 saha sezonunda ilk kazı yerlerimiz, Kuzey Kutup Bölgesi batı kesiminin ucundaki Melville Adası’ndaydı. Bilmiyorduk, ama eski bir okyanusun kıyısına indirilmiştik. Kayalar fosil doluydu, çok farklı türlerde balıklar bulduk. Sorun şuydu ki, bunların hepsi de derin deniz yaratıkları gibi görünüyordu; karada yaşayan hayvanların ortaya çıktığı sığ akıntılarda veya göllerde bulmayı umduğumuz türden balıklar değillerdi. Ashton Embry’nin jeolojik analizlerine göre konuşlandırdığımız 2000’deki keşif seferimizi doğuya, Ellesmere Adası’na kaydırmaya karar verdik, çünkü buradaki kayalarda eski akarsu yatakları olabilirdi. Çok geçmeden bir çeyreklik büyüklüğünde fosilleşmiş balık kemikleri bulmaya başlamıştık bile.

Asıl buluşumuz ise 2000’de, saha sezonunun sonlarına doğru gerçekleşti. Akşam yemeğine az kalmıştı, dönmeyi planladığımız tarihe yaklaşık bir hafta vardı. Ekip kampa dönmüştü, hepimiz akşamüstü etkinlikleriyle meşguldük; o gün toplananları derliyor, saha notlarını hazırlıyorduk, bir yandan da akşam yemeği hazırlıklarına başlamıştık. O zamanlar paleontoloji öğrenmeye hevesli bir üniversite öğrencisi olan Jason Downs, beklenen saatte kampa dönmemişti. Genellikle hep ekip halinde kamptan ayrılır, ekipten ayrılan olursa da, ne zaman buluşulacağını dakikası dakikasına planlardık. Jason’ın gecikmesi endişe yaratmıştı. Bölgede kutup ayıları ve birden patlak veren şiddetli fırtınalar varken, işimizi şansa bırakamazdık. Ekiple beraber, ana çadırda oturduğumuzu hatırlıyorum; geçen her saniyeyle, Jason için duyduğumuz endişe artıyordu. Hep birlikte arama planı yapmaya başlamıştık ki, çadırın fermuarının açıldığını duydum. İlk başta tek gördüğüm şey, Jason’ın yüzüydü. Yüzünde, paniğe kapılmış bir ifade vardı; nefes nefeseydi. Jason çadıra girince kutup ayısı tehlikesi olmadığını anladık; tüfeği omzunda asılı duruyordu. Hâlâ titreyen elleriyle ceplerine, paltosuna, pantolonuna, fanilasına ve sırt çantasına doldurduğu fosilleşmiş kemikleri avuç avuç çıkarınca neden geciktiği anlaşıldı. O şekilde yürüyebilecek olsaydı, sanırım çoraplarına ve ayakkabılarına da kemik fosilleri tıkıştırırdı. Bu küçük kemik fosillerinin hepsini, kampa bir buçuk kilometre mesafede, tek arabalık bir park yeri büyüklüğündeki küçük bir yerde, yüzeyde bulmuştu. Akşam yemeği kalabilirdi.

Yaz aylarında gündüzün 24 saat sürdüğü Kuzey Kutbunda gün batacak diye telaşlanmamıza gerek yoktu; biz de çikolatalı gofretleri kapıp Jason’ın alanına doğru yola düştük. Bu alan, iki güzel nehir vadisi arasında kalan bir tepenin yamacındaydı ve Jason'ın dediği gibi, üstü fosilleşmiş balık kemikleriyle örtülüydü. Saatlerce fosil parçalan topladık, fotoğraf çektik ve planlar yaptık. Burada, aradığımız her şey vardı. Ertesi gün yeniden buraya döndüğümüzde, artık yeni hedefimiz kemiklerin bulunduğu asıl kaya katmanını bulmaktı.

İşin en önemli kısmı, Jason’ın bulduğu kemik parçaları yığınının kaynağını tespit etmekti; bu bizim sağlam iskeletler bulmak için tek ümidimizdi. Sorun ise, Kuzey Kutbu coğrafyasıydı. Burada sıcaklık, kışın -40°Cye kadar düşüyordu. Yazın, güneşin hiç batmadığı zamanlarda ise sıcaklık 10 dereceye yükseliyordu. Bu donma-çözülme çevrimi yüzeydeki taşların ve fosillerin parçalanıp ufalanmasına yol açar; kışın soğur ve büzülür, yazın ısınır ve genleşirler. Yüzeydeki bu kemikler, binlerce yıl boyunca her mevsimle birlikte büzülüp genleşme sonucunda parçalanır. Tepeye darmadağınık biçimde yayılmış bu kemik yığınıyla karşılaştığımızda, bunların asıl kaynağı olan belirli bu kaya tespit edememiştik. Birkaç günümüzü, yamaçtaki kemiklerin nereden çıktığını anlayabilmek için jeolog çekiçlerimizi su arama çatalı gibi kullanıp, test çukurları kazarak bu parçaların izini sürmekle geçirdik. Dört gün sonra katmanı ortaya çıkardık ve birbiri ardına çok sayıda fosilleşmiş balık iskeleti bulduk; çoğu da üst üste duruyordu. Bu balıkları açığa çıkarmak için iki yaz uğraştık. Yine başarısızlık: Bulduğumuz balıkların hepsi de daha önce Doğu Avrupa’da, aynı yaştaki kazı yerlerinde toplanmış olan ve iyi bilinen türlere aitti. Üstüne üstlük, bu balıkların, karada yaşayan canlılarla pek bir akrabalığı da yoktu. 2004’te, şansımızı bir kez daha denemeye karar verdik. Artık ya batacak ya da çıkacaktık. Kuzey Kutbu keşif seferleri caydırıcı ölçüde pahalıydı; dikkate değer bir keşif yapamazsak, vazgeçmek zorunda kalacaktık.
  


2004 Temmuzu başlarında, dört günde her şey değişti. Artık kayadan çok buz kırdığım kazı alanının dibinde çekiç sallayarak çalışıyordum. Buzu kırdım ve asla unutmayacağım bir şey gördüm: bugüne dek kazı alanında gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen pullu bir leke. Bu leke, beni, buzla kaplı başka bir kütleye götürdü. Bunlar çene parçalarını andırıyor, ama bir yandan da, şimdiye kadar gördüğüm hiçbir balık çenesine de benzemiyordu. Bana, sanki yassı bir kafaya aitlermiş gibi geldi. Ertesi gün, meslektaşım Steve Gatesy, kazı alanının üst kısmında kayaları eşelerken, yüzü kendisine dönük bir hayvanın burnunu ortaya çıkarmak için yumruk büyüklüğünde bir kaya parçasını yerinden söktü. O da, çukurun dibinde gördüğüm buza gömülü balık gibi, yassı kafalıydı. İşte bu yeni ve önemli bir bulguydu. Ama benim balığımın aksine, Steve'in balığı gerçekten umut vaat ediyordu. Biz balığın burnunu görüyorduk. Eğer şansımız varsa, iskeletin geri kalanı bu kayalığın içinde korunmuş halde duruyor olabilirdi. Steve o yazı, kayaları fosilin üzerinden parça parça sökmekle geçirdi; böylece iskeletin tamamını laboratuvarımıza getirip temizleyebilirdik. Steve'in bu fosilde sergilediği ustalık sayesinde sudan karaya geçişe dair, o tarihe kadar keşfedilmiş en iyi fosillerden biri ortaya çıkarılmış oldu.

Dönüşte laboratuvarımıza getirdiğimiz örnekler, içinde fosilleri barındıran iri kaya parçalarından ibaretti. Kayayı iki ay boyunca, genellikle dişçilikte veya laboratuvarlarda kullanılan türden küçük kazı aletlerinin yardımıyla, elimizle parça parça söktük. Her gün, bu fosil yaratığın anatomisi biraz daha açığa çıkıyordu. Ne zaman büyük bir parça açığa çıksa, biz de karada yaşayan hayvanların kökenlerine ilişkin yeni bir şey öğreniyorduk.





2004 yılı sonbaharı boyunca kayadan gün yüzüne yavaş yavaş çıkışına tanık olduğumuz şey, balıklar ile karada yaşayan hayvanlar arasında yer alan çok ilginç bir ara halkaydı. Balıklar ve karada yaşayan hayvanlar pek çok bakımdan birbirinden farklıdır. Balıklar konik kafalıyken, karada yaşayan ilk hayvanların kafaları timsah kafasına çok benzer; yassıdır ve gözler tepededir. Balıkların boynu yoktur; omuzları, bir dizi kemiksi plakayla kafalarına bağlanır. Karada yaşayan ilk hayvanların da, onlardan türeyen bütün hayvanlar gibi, boyunları vardı; yani kafalarını, omuzlarından bağımsız olarak hareket ettirebiliyorlardı.

Başka önemli farklılıklar da vardır. Balıkların vücudu pullarla kaplıyken karada yaşayan hayvanlarda pul yoktur. Önemli bir fark da, balıkların yüzgeçlerine karşılık, karada yaşayan hayvanların, parmak ve bileklere sahip kol ve bacakları olmasıdır. Bu karşılaştırmalara devam edebilir ve balıklarla karada yaşayan hayvanların farklılıklarına dair çok uzun bir liste yapabiliriz. Ne var ki, bulduğumuz bu yeni yaratık, balıklarla karada yaşayan hayvanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştı. Balıklarda olduğu gibi, sırtında pullar ve perdeli yüzgeçleri; ama karada yaşayan ilk canlılar gibi, yassı bir kafası ve boynu vardı. Ayrıca yüzgecin içine bakınca, üst kola, önkola ve hatta bileğe karşılık gelen kemikler görülüyordu. Eklemleri de vardı; bu, omuz, dirsek ve bilek eklemleri olan bir balıktı. Bu yapıların hepsi perdeli bir yüzgeç içerisindeydi. Bu canlının, karada yaşayan canlılarla paylaştığı ortak özellikler çok ilkel görünüyordu. Örneğin, balığın üst “kol” kemiğinin (humerus/pazı kemiği) şekli ve üzerindeki çeşitli kabartılar kısmen balıklarınkine, kısmen amfibilerinkine benziyordu.

Kafatası ve omuzlar için de durum böyleydi. Onu bulmamız altı yılımıza mal oldu; ama bu fosil, paleontolojinin bir tahminini doğrulamıştı: Bulduğumuz bu yeni balık, hem iki farklı hayvan türü arasındaki ara basamaktı, hem de onu, dünya tarihinin doğru zaman diliminde ve tarihöncesindeki doğru ortamında bulmuştuk. Yanıt, tarihöncesi akıntılarla oluşmuş, 375 milyon yıllık kayalardan gelmişti.

Ted, Farish ve ben, bu canlıyı keşfeden kişiler olarak, ona resmi bilimsel adını verme ayrıcalığına sahiptik. Vereceğimiz adın, hem balığın Nunavut Bölgesi kökenini, hem de orada çalışmamıza izin veren İnuit halkına duyduğumuz minneti yansıtmasını istiyorduk. İnuit dilinde bir isim bulmak için,  Yaşlılar Meclisi’ne başvurduk. Beni asıl düşündüren şey ise ismi Inuit Qaujimajatuqangit Katim ajiit olan bir komitenin telaffuz edemeyeceğimiz bilimsel bir isim önermesiydi. Onlara fosilin bir resmini gönderdim; Nanavut büyükleri de Siksagiaq ve Tiktaalik olmak üzere iki isim önerisinde bulundu. Biz de, hem İnuit dilini bilmeyenlerce daha kolay telaffuz edilebileceğinden, hem de İnuit dilindeki anlamından ötürü Tiktaalik ismini seçtik: "büyük tatlı su balığı.”

Nisan 2006’da, keşfin duyurulduğunun ertesi günü, The New York Times gibi gazetelerin manşetleri de dahil olmak üzere, birçok gazetede Tiktaalik birinci haberdi. Bu ilgi, genelde sakin geçen hayatımda, bir haftada tamamen farklı bir dönem açmıştı. Ama benim için bütün bu medya bombardımanında en büyük an, ne politik karikatürleri görmek, ne gazete yorumlarını, ne de bloglardaki hararetli tartışmaları okumak oldu. O anı, oğlumun anaokulunda yaşadım.


Basının onca hayhuyu arasında, oğlumun anaokulu öğretmeni benden fosili getirmemi ve onunla ilgili bilgi vermemi istedi. Ben de, yaratacağı kargaşayı göze alarak Tiktaalik’in bir maketini Nathanid'in sınıfına götürdüm. Dört veya beş yaşındaki yirmi afacan, Kuzey Kutbu’nda fosil bulmak için nasıl çalıştığımızı anlatıp onlara hayvanın keskin dişlerini gösterirken inanılmaz derecede uslu durdular. Sonra, onlara bu hayvanın ne olduğu konusundaki düşüncelerini sordum. Eller hemen havaya kalktı. İlk çocuk, bunun bir timsah veya bir alligatör olduğunu söyledi. Neden öyle düşündüğünü sorunca, gözlerinin bir timsah veya bir kertenkeleninki gibi tepede ve kafasının da yassı olduğunu söyledi. Ayrıca dişleri de büyüktü. Diğer çocuklar itiraz etmeye başladılar. Parmak kaldıran çocuklardan birine söz verdiğimde şunları söyledi: “Yo, hayır, o bir timsah değil, o bir balık, çünkü pulları ve yüzgeçleri var.” Bir başka çocuk, “Belki de her ikisidir!” diye bağırdı. Tiktaalik’in mesajı o kadar açıktı ki, anaokulu öğrencileri bile anlayabiliyordu.

Bizim açımızdansa, Tiktaalik çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bu balık, bize balıklar hakkında bir şeyler anlatmakla kalmıyor, bizim bir parçamızı da içeriyordu. Beni Kuzey Kutbuna sürükleyen birinci şey, işte bu bağlantıyı bulma arzusuydu. Bu fosilin benim kendi vücudumla ilgili bir şeyler söylediğinden nasıl bu kadar emindim? Tiktaalik’in boynunu düşünün. Tiktaalik ’ten önceki bütün balıklarda, kafatasını omuzlara bağlayan bir kemik kümesi bulunur; böylece hayvan gövdesini her çevirişinde kafasını da çevirir. Tiktaalik ise farklıdır. Kafası omuzlarından tamamen bağımsızdır. Baş ve omuzların bu konumu, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve bizim de dahil olduğumuz memelilerle ortaktır. Baş ve omuzların konumundaki değişimin izini baştan sona, birkaç küçük kemik eksiğiyle Tiktaalik gibi balıklara kadar sürmek mümkündür. Bilekler, kaburgalar, kulaklar ve iskeletimizin diğer kısımlar da aynı şekilde incelenebilir; bu özellikler Tiktaalik gibi bir balıkta bulunabilir. Tiktaalik fosili, Afrikalı hominidlerin (Australopithecus afarensis, yani ünlü "Lucy” gibi) olduğu kadar bizim geçmişimizin de bir parçasıdır. Lucyye bakarak, çok gelişmiş bir primat olarak geçmişimizi anlayabiliriz. Tiktaalik’e baktığımızda ise bir balık olarak geçmişimizi görürüz.

O halde ne öğrenmiş olduk? Dünyamızda öyle olağanüstü bir düzen vardır ki, dört bir yanındaki kayaların farklı katmanlarındaki fosil türlerini tahmin edebilmek için hayvanat bahçesinde şöyle bir gezinmemiz yeter. Bu tahminler bize, canlılar tarihinin en eski olaylarına dair bir şeyler anlatacak fosil keşiflerine yol açabilir. Bu olayların kayıtları, anatomimizin bir parçası olarak içimizde hâlâ yer almaktadır. Henüz bahsetmediğim bir şey daha var; o da, kendi geçmişimize genlerimizin içindeki DNA’lardan da ulaşabileceğimiz.


Neil Shubin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder