Kuzu'yu Yaratan mı Yarattı Seni?

Dawkins'in yazısında birkaç kez değindiği William Blake'in
ünlü Kaplan şiiri:

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr
/2013/09/tyger-and-lamb.html)


***

Memeli türüne mensup en hızlı beş koşucu, çita, çatal boynuzlu antilop, gnu, aslan ve Doğu Afrika
ceylanıdır. Dikkatinizi çekerim, bu birinci sınıf koşucular listesi av ve avcıların karışımından oluşuyor ve benim vurgulamak istediğim nokta da bunun bir tesadüf olmadığı.

Çıtaların saatte 100 kilometre hıza üç saniyede çıkabildiği söyle­nir ki bu Ferrari, Porsche veya Tesla standartlarında bir performanstır. Aslanlarda ürkütücü bir hızlanmaya sahiptirler, hatta dayanıklılıkları daha fazla olan ve aniden yön değiştirme kabiliyetine sahip ceylanlar­dan bile daha iyi hızlanırlar. Kediler genellikle kısa mesafe koşularına ve hazırlıksız yakalanan avların üzerine atlamaya uygun yapıdadırlar; Afrika yaban köpeği veya kurt gibi köpekler ise dayanıklılık ve avları­nın gücünü tüketme özellikleriyle öne çıkarlar. Ceylanlar ve diğer an­tiloplar her iki avcı tipiyle de baş etmek zorundadırlar ve dolayısıyla fedakârlık yapmaları olasıdır. Onların hızlanmaları büyük kedilerinki kadar iyi değildir ama dayanıklılıkları daha iyidir. Bir ceylan aniden yön değiştirerek kimi zaman çitanın adımlamasını bozabilir, böylelik­le çita maksimum ivmelenme safhasını aşıp yorulma safhasına geçene, zaten az olan dayanıklılığı iyice azalmaya başlayana kadar durumu erteleyebilir. Çita şaşırtma ve hızlanma özelliklerine güvendiği için, başarılı çita avları genellikle başladıktan kısa bir süre sonra sona erer. Başarısız çita avları da, çitanın ilk koşusu başarısız olduktan sonra enerjisini saklamak için pes etmesiyle erkenden sona erer. Diğer bir değişle, tüm çita avları kısa sürer!

Yüksek hız ve ivmelerin, dayanıklılık ve yön değiştirmenin, şaşırtma ve uzun takibin detaylarını boş verin. Bariz gerçek şudur ki en hızlı hayvanlar listesi hem avı hem de avları içerir. Doğal Seçilim, avcı türleri avlarını yakalamakta sürekli daha iyi hale gelmeye iterken, eş zamanlı olarak av türlerini de avlardan kaçmakta sürekli daha iyi hale gelmeye iter. Avcı ve avlar, evrimsel süreç boyunca cereyan eden evrimsel bir silahlanma yarışının içindedirler. Sonuç ise her iki taraftaki hayvanların silahlanma yarışına (vücut ekonomilerindeki başka bölümlerden çalmak pahasına) ayırdıkları ekonomik kaynakların miktarının düzenli olarak artması olmuştur. Avcı ve avlar sürekli olarak diğer taraftan daha iyi koşma (diğer tarafı şaşırtma, onlardan daha kurnaz olma vs.) becerileriyle donanırlar. Ama daha iyi koşmak için gelişen donanım illa karşı taraftan daha hızlı koşulacağı anlamına gelmez. Bunun nedeni basitçe, silahlanma yarışının diğer tarafının da kendi donanımını geliştiriyor olmasıdır: bu bir silahlanma yarışının ayırt edici özelliğidir. Kızıl Kraliçenin Alice'ye söylediği gibi, aynı yerde kalmak için koşabildikleri kadar hızlı koşmaları gerekir diyebilirsiniz.

Darwin (bu tabiri kullanmasa da) evrimsel silahlanma yarışlarının pekâlâ farkındaydı. Meslektaşım John Krebs ve ben konuyla ilgili 1979’da, “silahlanma yarışı” tabirini Ingiliz biyolog Hugh Cotta atfet­tiğimiz bir makale yayınladık. Belki de anlamlı bir şekilde, Cott kendi kitabını {Hayvanlarda Uyarıcı Renklilik) 1940'ta, ikinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken yayınlamıştır:

Bir çekirgenin ya da kelebeğin aldatıcı görünüşünün gereksiz derecede detaylandırılmış olduğunu ileri sürmeden önce, böceklerin doğal düşmanlarının algılama ve ayırt etme güçlerinin neler olduğundan emin olmalıyız. Bunu yapmamak, bir kruvazörün zırhının gereğinden faz­la ağır olduğunu veya silahlarının menzilinin gereğinden fazla uzun olduğunu, düşmanının silahlarının doğasını ve etkisini araştırmadan iddia etmeye benzer. Gerçek şu ki ormandaki ilkel mücadelelerde (keza gelişmiş medeni savaşlarda), sonuçları kendisini; (avunmada, süratlilik, uyanıklık, zırhlılık, dikenlilik, kazma davranışı, geceye özgü davranışlar, zehirli salgılar ve tiksindirici tatlar üretme, kamuflajlı, aposematik, taklitçi renklere bürünme gibi özelliklerde; saldırıda ise, süratlilik, şaşırtmaca, tuzağa düşürme, cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler, kamuflajlı olmayan ve cezbedici renklere bürünme gibi karşı nitelikteki özelliklerle belli eden büyük bir evrimsel silahlanma yarışının devam etmekte olduğunu görüyoruz. Tıpkı takip edilen hayvanın yüksek hızının takipçisinin artan hızıyla orantılı olarak; veya koruyucu zırhın saldırı silahlarıyla orantılı olarak gelişmesi gibi, saklanma tertibatındaki mükemmellik de artan algıla­ma gücüne cevaben evrimleşmiştir.

Silahlanma yarışının evrimsel zaman içinde cereyan ettiğine dik­kat edin. Bir çita ve bir ceylan bireyi arasında gerçek zamanda cereyan eden yarışla karıştırılmamalıdır. Evrimsel zamandaki yarış, gerçek za­mandaki yarışlarda kullanılacak donanımları geliştirmek üzere yapı­lan bir yarıştır. Bunun geldiği asıl mana ise, karşı taraftan daha zeki ya da daha hızlı olmayı sağlayan donanımları üreten genlerin her iki tarafın da gen havuzlarında biriktiğidir. İkinci olarak (ve bu Darwin’in kendisinin de çok iyi bildiği bir noktadır), hızlı koşmak için gerekli donanım, aynı avcıdan kaçan, kendi türünüze mensup rakipleri geç­mek için de kullanılır. Oldukça bilinen, koşu ayakkabıları ve ayıyla ilgili fıkra bunu güzel dile getirir. Çita bir ceylan sürüsünü kovaladığı zaman, bir ceylan bireyi için sürünün en yavaş bireyinden daha hızlı koşmak, çitadan daha hızlı koşmaktan daha önemli olabilir.

Silahlanma yarışı terminolojisini artık sizlere tanıttığıma göre, or­mandaki ağaçların da bir silahlanma yarışının içinde olduklarını görebilirsiniz. Her bir ağaç, ormanda hemen bitişiğindeki komşularıyla güneşe doğru bir rekabet içerisindedir. Bu rekabet, özellikle yaşlı bir ağaç ölüp saçakta boş bir yer açtığında daha da sert bir hal alır. Yaşlı bir ağacın düşüşünün yankılanması tam da böylesi bir şansı bekleyen körpe ağaçlar için (gerçek zamanda cereyan eden) yarışı başlatan ta­bancadır (gerçi bu biz hayvanların alışık olduğundan daha yavaş iler­leyen bir zamandır). Kazanan muhtemelen, evrimsel zamanda cere­yan etmiş atasal silahlanma yarışlarında başarılı olmuş olan daha hızlı ve daha yükseğe büyüme genleriyle donanmış bir ağaç olacaktır.

Ormandaki ağaç türleri arasındaki silahlanma yarışı simetrik bir yarıştır. Her iki taraf da aynı şeyi elde etmeye çalışır: saçakta bir yer. Av ve avcılar arasındaki silahlanma yarışı ise asimetrik bir silahlanma ya­rışıdır: saldırı silahlarıyla savunma silahları arasındaki bir silahlanma yarışı. Aynısı parazitler ve konaklarının arasındaki silahlanma yarışı için de geçerlidir. Hatta şaşırtıcı görünebilir ama bir türdeki dişi ve erkekler arasında ve ebeveynlerle yavruları arasında bile silahlanma yarışları vardır.

Silahlanma yarışlarının akıllı tasarımın taraftarlarını endişelendirebilecek bir yanı da onların aşın dozda gereksizliklerle dolu olmasıdır. Eğer Çitanın bir tasarımcısı olduğunu varsayacaksak, görünen o ki tasarımcı, tasarım konusundaki bilgisinin her zerresini, eşsiz bir katili mükemmelleştirmek için kullanmıştır. Bu muazzam koşu makinesine atılacak tek bir bakışla bundan hiç bir şüphemiz kalmaz. Eğer tasarımdan bahsedeceksek, çita ceylanları öldürmek için muhteşem bir şekilde tasarlanmıştır. Ama görünen o ki aynı tasarımcı, tam da bu çitalardan kaçmak için muhteşem bir donanıma sahip ceylanı tasarlamak için de tüm gücüyle çabalamıştır. Tanrı aşkına, bu tasarımcı kimden yana? Çitanın gergin kaslarına ve esnek omurgasına baktığı­nızda, tasarımcının rekabeti çitanın kazanmasını istediği sonucuna varırsınız. Ama ceylanın koşuşuna, sıçramasına, attığı çalımlara bak­tığınızda ise tam tersi bir sonuca ulaşırsınız. Acaba tasarımcının sol eli, sağ elinin ne yaptığından bihaber mi? Yoksa tasarımcı, gösteri sporlarından hoşlanan ve kovalamacanın heyecanını yükseltmek için her iki tarafın elindekileri sürekli arttıran bir sadist mi? Kuzuyu yapan mı yaptı seni?*





Parsla oğlağın birlikte yatması, aslanın sığır gibi saman yemesi (  incil'de) gerçekten de ilahi planın bir parçası mı? Durum buysa, aslan ve par­sın korkunç köpek dişleri, ölüm saçan pençeleri neden? Antilobun ve zebranın nefes kesen hız ve çevik kurtulma sanatı neden? Olup bitene evrimsel bir açıklama getirildiğinde böylesi sorunların ortaya çıkma­yacağını söylemeye gerek yok. İki taraf da diğerinden üstün gelmeye çalışmaktadır çünkü her iki tarafta da başarılı olan bireyler, bu başarılarına katkıda bulunan genlerini otomatik olarak sonraki nesillere aktaracaklardır. “İşe yaramazlık” ve “israf etmek” gibi fikirler bizlerin aklında belirir çünkü bizler insanız ve tüm ekosistemin refahını düşünebiliriz. Doğal seçilimse sadece genlerin hayatta kalımını ve üremesini önemser.

Tıpkı ormandaki ağaçlarda olduğu gibi. Tıpkı her bir ağacın, gövdeye ayrılacak kaynakları meyveler veya yapraklar için kullanamayacağı ekonomisi olduğu gibi, çita ve ceylanların da kendi içsel ekonomisi vardır. Hızlı koşmak masraflıdır, sadece nihayetinde güneşten gelen enerji açısından değil, hızlanma ve ivmelenmenin altyapıyı oluşturan kas, kemik ve tendonları yapmak için gereken kaynaklar açısından da masraflıdır. Bir ceylanın tükettiği bitkisel yiyecek sınırlıdır. Koşmak için uzun bacaklar ve kaslara harcanan şeyler, ör­neğin bebek yapmak gibi hayvanın normalde kaynaklarını harcama­yı “tercih edeceği”, yaşamın farklı bir bölümünden kısılmak pahasına kullanılmalıdır. Uzlaşıların son derece karmaşık bir mikro-yönetimi söz konusudur. Tüm detayları bilemeyebiliriz ama yaşamın tek bir bölümüne çok fazla harcama yapmak suretiyle diğer bazı bölümle­ri kaynaklardan mahrum bırakmanın mümkün olduğunu biliriz (bu ekonominin kaçınılmaz bir kuralıdır). Koşuya, ideal olan miktardan daha fazla kaynak ayıran bir birey avcıdan paçayı kurtarabilir. Ancak Darwinci menfaatler ışığında bu birey, aynı türe ait ve hızlı koşmak­tan bir nebze feragat etmiş ve dolayısıyla yenme riski daha fazla olan ama dengeyi doğru tutturmuş ve dengeyi doğru tutturmasına yarayan genlerini aktarmak için daha fazla torun sahibi olmuş rakip bir bireyle yaptığı yarışı kaybedecektir.

Doğru bir şekilde dengelenmesi gereken sadece enerji ve değerli ma­teryaller değildir. Aynı zamanda risk de dengelenmelidir ve risk de ekonomistlerin hesaplarında aşina oldukları bir kavramdır. Uzun ve ince bacaklar hızlı koşmaya uygundurlar. İster istemez, kırılmaya da uygundurlar. Sıklıkla bir yarış atı yarışın hararetiyle bacağını kırar ve genelde derhal uyutulur. Bu kadar incinebilir ol­malarının nedeni, (diğer her şeyden feragat etmek pahasına) hızlı olmak için aşırı derecede ıslah edilmiş olmalarıdır. Ceylanlar ve çitalar da hız için seçici ıslaha uğramışlardır (yapay değil doğal olarak seçilmişlerdir) ve eğer doğa onları hız için aşırı derecede ıslah etmiş olsaydı onlar da kırıklara karşı yarış atları kadar korumasız olurlardı. Fakat doğa hiçbir özelliği aşırı ıslah etmez. Doğa dengeyi doğru tutturur. Dünya, dengeyi doğru yakalama genleriyle doludur: orada olmalarının sebebi budur! Pratikte bunun anlamı şudur: koşmada kuşkusuz üstünlük sağlayacak olan fevkalade uzun ve çırpı gibi bacaklar geliştirmeye genetik olarak eğilimli bireylerin, kırılmaları daha az olası olan daha kalın bacaklara sahip biraz daha yavaş koşan bireylere göre genlerini bir sonraki nesle aktarmaları ortalama olarak daha az olasıdır. Bu, hayvanların ve bitkile­rin dengelediği yüzlerce ödünleşim ve uzlaşım örneğinden sadece biri. Hayvan ve bitkiler, riskleri ve ekonomik ödünleşimleri dengelerler. El­bette dengelemeyi yapan hayvan ve bitki bireylerinin kendileri değildir. Dengelenen, gen havuzlarındaki alternatif genlerin göreli sayılarıdır ve bu dengeleme doğal seçilim tarafından yapılır.

Bekleneceği üzere, bir ödünleşimdeki ideal uzlaşım sabit değildir, ceylanlarda, koşu hızı ile vücut ekonomisindeki diğer talepler arasındaki odünleşimin ideal noktası, ortamdaki etçillerin yaygınlığına bağlı olarak değişecektir. Eğer etrafta az sayıda avcı varsa ceylanların ideal bacak boyu kısalacaktır. En başarılı bireyler, genleri onlan bir kısım enerji ve materyali bacaklardan kısıp örneğin bebek yapmaya ya da kış için yağ depolamaya programlayan bireyler olacaktır. Bunlar aynı zamanda bacaklarını kırmaları daha az olası olan bireylerdir. Aksine, avcıların sayısı artacak olursa, ideal denge uzun bacaklara, daha fazla kırık ris­kine ve vücut ekonomisinin hızlı koşmakla ilgisi olmayan bölümlerine daha az enerji ve materyal ayırmaya doğru kayacaktır.

Tam da bunun benzeri hesaplamalar, avcılardaki ideal uzlaşıları da dengeleyecektir. Bacağını kıran bir çita şüphesiz açlıktan ölecektir, yavruları da öyle. Ancak yemek bulmanın ne kadar zor olduğuna bağlı olarak, çok yavaş koşarsa yeteri kadar yiyecek bulmakta başarısız olma riski, çok hızlı koşmak için gerekli donanıma sahip olduğu için baca­ğını kırma riskinden daha büyük olabilir.

Av ve avcılar, her bir tarafın diğerini, (yaşamanın ekonomi ve risk uzlaşılarında) kendisinin ideal noktasını sürekli aynı doğrultuda daha ileriye doğru değiştirmeye farkında olmadan zorladığı bir silahlanma yarışı içindedirler. Bu doğrultu, örneğin koşu hızındaki artışa doğ­ru olması gibi ya gerçek anlamda aynı yönlüdür, ya da yaşamın farklı bir bölümündense (örneğin süt üretimi), av/avcı silahlanma yarışına doğru olması gibi daha geniş anlamda aynı yönlüdür. Her iki tarafın da örneğin çok hızlı koşmanın riskleriyle (bacakların kırılması veya vücut ekonomisinin diğer alanlarından kısmak) çok yavaş koşmanın risklerini (avcı iseniz av yakalayamamak, av iseniz avcıdan kaçamamak) dengelemesi gerektiği düşünülürse, iki taraf da diğerini, acıma­sız bir foli e deux içinde, aynı yöne doğru iter.

Pekâlâ, belki folie (delilik) durumun ciddiyetini yeterince ifade etmiyor, zira her iki tarafta da başarısızlığın cezası ölümdür; av ise­niz cinayet, avcı iseniz açlık yüzünden ölüm. Ancak â deux [iki kişi arasında], av ve avcının bir araya gelip makul bir anlaşmaya varma­sının herkes için daha iyi olacağı hissini iyi yakalıyor. Tıpkı Dostluk Ormanı’ndaki ağaçlarda olduğu gibi, böyle bir anlaşmanın sağlanma­sı mümkün olsaydı bu durumun her iki tarafın da yararına olacağını görmek kolay. Ormanda karşımıza çıkanla aynı anlamsızlık hissi, av/avcı silahlanma yarışında da hâkimdir. Evrimsel zaman boyunca avcı­lar avlarını yakalamakta iyileşirler, bu da avların yakalanmaktan kurtulmakta daha iyi olmalarına neden olur. Her iki taraf da birbirlerine paralel olarak hayatta kalma donanımlarını geliştirirler, ama bu hiçbir tarafın daha iyi hayatta kalacağı anlamına gelmez çünkü karşı taraf da kendi donanımını geliştirmektedir.

Öte yandan, topluluğun tamamının refahını gözeten merkezi bir planlayıcının, Dostluk Ormanı’ndakine benzer şekilde şöyle bir anlaş­maya hakemlik edebileceğini görmek zor değil. Her iki taraf da cepha­neliğini küçültmekte “hemfikir olsun”, kaynaklarını yaşamın diğer bö­lümlerinde kullansın. Bu durumda herkes kazançlı çıkacaktır. Elbette bunun aynısı insanların silahlanma yarışında da gerçekleşebilir. Sizin bombacılarınız olmasaydı, biz savaşçılara ihtiyaç duymazdık. Bizim füzelerimiz olmasaydı, siz de sizinkilere ihtiyaç duymazdınız. Her iki­miz de cephanelik harcamalarımızı yarıya indirip milyarlarca pound kar eder, parayı saban demirine yatırabilirdik. Şimdi silah bütçemizi yarıya indirip kararlı bir dengeye ulaştığımıza göre, hadi tekrar yarı­ya indirelim. Buradaki püf nokta bunu diğer tarafla eşzamanlı olarak yapmaktır, böylece her iki taraf da diğerinin düzenli olarak azalan si­lah bütçesinin karşısında durmak için tam olarak onunki kadar iyi bir donanıma sahip olmuş olacaktır. Böylesi bir planlı azalıştaki kilit söz­cük 'planlı’dır ve tekrar etmek gerekirse, planlı olmak tam da evrimin olmadığı şeydir. Tıpkı ormandaki ağaçlarda olduğu gibi artış, tipik bir bireyin daha fazla artıştan artık kazanç sağlamadığı ana kadar kaçı­nılmazdır. Bir tasarımcının aksine, evrim, bencilce bir avantaj (tam da artış karşılıklı olduğu için etkisini yitiren bir avantaj) elde etmek için gerçekleşen iki taraflı artıştan ziyade, olaya dâhil olan herkes için daha iyi bir yol (mutualistik bir yol) olup olmadığını değerlendirmek için durup düşünmez.

Bir tasarımcı gibi düşünmenin cazibesi, “pop ekologlar” arasında uzun süre hüküm sürmüştür, hatta akademik ekologlar bile bazen bu cazibeye kapılmaya tehlikeli bir şekilde yaklaşırlar, örneğin kışkırtı­cı “sağduyulu avcılar” kavramını, mankafa bir çevreci bozuntusu değil, Amerikalı seçkin bir ekolog ortaya atmıştır.

Sağduyulu avcılar fikri şudur. İnsanlığın tamamı göz önüne ala­rak bakıldığında, aşırı avlanmak suretiyle örneğin morina balığı gibi önemli yiyecek türlerinin soylarını tüketmekten kaçınmamızın her­kesin işine geleceğini biliriz. Hükümetler ve sivil toplum örgütleri bu nedenle özel toplantılarda, kotalar ve sınırlamalar belirlemek için bir araya gelirler. Balık ağlarındaki ağ gözlerinin tam boyutu bu nedenle hükümet kararnamelerinde titizlikle belirlenir ve kaçak avlanan balıkçıları yakalamak için hücumbotlar bu nedenle denizlerde devriye gezerler. Biz insanlar, aklımız başımızdayken ve layıkıyla kontrol edildiğimizde “sağduyulu avcılar'ızdır. Dolayısıyla (yada bazı ekologlara göre dolayısıyla) kurtlar ya da aslanlar gibi vahşi avcılardan sağduyulu avcılar olmalarını beklememeli miyiz? Cevap hayır. Hayır Hayır Hayır. Ve bunun nedenini anlamak için biraz çaba harcamaya değer, zira bu ilginç bir nokta ve ormandaki ağaçlar ve bu bölümün tamamı bizi bu noktayı anlamaya hazırlamış olmalı.

Bir planlayıcı (vahşi hayvan topluluklarının tamamının refahını gösteren bir ekosistem tasarımcısı) gerçekten de örneğin aslanların ideal olarak benimsemesi gereken optimum (en uygun) bir avlanma poli­tikası tasarlayabilirdi. Herhangi bir antilop türünün üyelerinin belli bir miktardan fazlasını yeme, hamile dişilerin canını bağışla ve üreme potansiyeline sahip genç bireyleri avlama. Soyu tükenme tehlikesin­de olabilecek ve eğer şartlar değişirse gelecekte faydası dokunabilecek nadir türlerin üyelerini yemekten kaçın. Ülkedeki tüm aslanlar, “sürdürülebilir” olmak üzere dikkatlice hesaplanmış ve ortak kabul gören kural ve kotalara sadık kalsalar güzel olmaz mıydı? Ve bir o kadar da mantıklı? Keşke!

Evet mantıklı olurdu ve tüm ekosistemin refahını gözeten bir tasarımcının tayin edeceği kurallarda böyle olurdu. Ama doğal seçilimin tayin ettiği şey bu olamaz (bunun temel sebebi öngörüden yoksun olan doğal seçilimin herhangi bir şeyi tayin etmesinin mümkün ol­mamasıdır) ve gerçekte olan da bu değildir! Bunun nedeni de, yine ormandaki ağaçlarla aynı hikâye. Belli bir bölgedeki aslanların büyük çoğunluğunun beklenmedik bir şekilde, avlanmalarını sürdürülebilir seviyelere çekmekte hemfikir olmayı başardıklarını hayal edin. Ama şimdi, bu ölçülü ve dayanışma içerisinde olan yeni toplumun bir üyesinde, anlaşmayı yok sayıp, av türünün yok olması tehlikesi pahasına onları sonuna kadar sömürmeye neden olacak mutant bir genin ortaya çıktığını varsayın. Doğal seçilim bu isyankâr bencil geni cezalandı­racak mıdır? Ne yazık ki cezalandırmayacaktır. Asi aslanın yavruları (isyan geninin taşıyıcıları), aslan popülasyonundaki rakiplerine reka­bet ve üremede üstünlük sağlayacaklardır. Birkaç nesil içinde, isyan geni tüm popülasyona yayılacak ve orijinal barışçıl anlaşmadan eser kalmayacaktır. Aslan payını alan [erkek], aslan payını alma gen­lerini sonraki nesillere aktaracaktır.

Bu noktada planlama taraftarları, tüm aslanlar bencilce davranıp soylarını tüketme pahasına av türlerini ölçüsüzce avladıklarında her­kesin, avlanmakta en başarılı olan aslanların bile zarar edeceğini söyle­yip itiraz edecektir. Avın soyu tükenirse, aslan popülasyonunun tama­mının da soyu nihayetinde tükenecektir. Elbette, diye ısrar edecektir planlamacı, doğal seçilim buna engel olmak için duruma el atacaktır. Bir kez daha ne yazık ki ve bir kez daha hayır. Sorun şu ki doğal seçi­lim duruma “el atmaz” doğal seçilim geleceğe bakmaz ve doğal seçi­lim tercihini rakip gruplar arasında yapmaz. Eğer yapsaydı sağduyulu avcılığın desteklenmesi mümkün olabilirdi. Darwin'in, ondan sonra gelenlerin pek çoğundan daha net bir şekilde fark ettiği üzere doğal seçilim, bir popülasyonun içindeki rakip bireyler arasında tercih ya­par. Popülasyonun tamamı, bireysel rekabet yüzünden yok oluşa doğ­ru sürükleniyor olsa bile, doğal seçilim yine de en rekabetçi bireyleri destekleyecektir; en son birey de ölene dek. Doğal seçilim bir yandan, kaderlerinde soyları tükenen son genler olmak olan o rekabetçi genle­ri sürekli olarak desteklemeye devam ederken, popülasyonu yok oluşa sürükleyebilir. Benim hayalini kurduğum varsayımsal tasarımcı, popülasyon veya ekosistemin tamamı için optimum bir strateji geliştiren belli türde bir ekonomist, yani bir refah ekonomistiydi. Eğer ekono­mi benzeşimleri yapacaksak, gözümüzde daha ziyade Adam Smith’in “görünmez eli”ni canlandırmalıyız.

SİLAHLANMA YARIŞI ve "EVRİMSEL TEODİSE

 Korkunç ama gerçek, vahşi hayvanların çektikleri acılar o kadar dehşet vericidir ki, hassas kimselerin onlar üzerine düşünmemeleri en iyisidir. Darwin, arkadaşı Hooker’a yazdığı bir mektupta şunları söylerken neden bahsettiğini iyi biliyordu, “Doğanın sakar, müsrif, düşüncesiz, aşağı­lık, fena halde zalim işleri hakkında şeytanın papazı nasıl da bir kitap yazardı.” Unutulmaz “şeytanın papazı” ifadesi önceki kitaplarımdan birine ismini vermişti ve bir diğer kitabımda da şöyle ifade etmiştim:

Doğa ne merhametlidir, ne de acımasız. Ne acı çekmenin karşısındadır ne de yanında. Doğa, DNA'nın hayatta kalımını etkilemediği sürece acı çekilmesi veya çekilmemesiyle ilgilenmez. Öldürücü bir ısı­rığa maruz kalmak üzere olan ceylanları uyuşturacak bir gen hayal et­mek kolaydır. Böylesi bir gen doğal seçilim tarafından desteklenir mi? Ceylanı uyuşturma eylemi, genin gelecek nesillere aktarılma şansını arttırmıyorsa desteklenmez. Bunun nasıl mümkün olabileceğini gör­mek zor, dolayısıyla öldürülmek üzere kovalanırlarken (ki nihayetinde çoğu kovalanır) ceylanların korkunç bir acı ve korku duyduğunu tah­min edebiliriz. Doğada yıl başına düşen toplam acı miktarı akıl almaz boyutlardadır. Bu cümleyi kurmak için harcadığım bir dakika içinde binlerce hayvan canlı canlı yenmekte, diğerleri yaşamlarını kurtarmak için korkuyla inleyerek kaçmakta, diğerleri hışırdayan parazitler ta­rafından içerden yavaşça sindirilmekte, her türden binlercesi ise aç­lıktan, susuzluktan ve hastalıktan ölmektedir. Böyle olmak zorunda. Bolluk oluşur oluşmaz popülasyonda otomatik bir artış olacaktır, tâ ki doğal durum olan açlık ve sefalet yeniden tedarik edilene kadar.


***************


Parazitler muhtemelen avcılardan bile daha çok acıya sebep ol­maktadırlar ve onların evrimsel açıklamasını anlamak, haklarında dü­şünürken deneyimlediğimiz anlamsızlık hissini azaltmaz, tam tersine arttırır. Ne zaman grip olsam onlara ateş püskürürüm (tesadüfen şu an gribim). Belki grip sadece ufak bir külfet, ama o kadar anlamsız ki! Bir anakonda tarafından yenilirseniz en azından yaşamın efendile­rinden birinin refahına katkı sağladığınızı hissedebilirsiniz. Bir kap­lan tarafından yenilirken aklınızdan geçen son şey, “Hangi ölümsüz el veya göz çizmiş olabilir dehşetli simetrini? (Hangi uzak diyarlarda tutuşmuş gözlerinin alevi?)” olabilir. Ama bir virüs! Anlamsız gereksizlik bir virüsün DNA'sına kazınmıştır (aslında grip virüsü söz ko­nusu olduğunda RNA’sına, ama prensip aynıdır). Bir virüsün yegâne varoluş amacı daha fazla virüs yapmaktır. Tamam, nihayetinde aynısı kaplanlar ve yılanlar için de geçerlidir ama onlar söz konusu olunca durum o kadar anlamsız gözükmüyor. Kaplan veya yılan da birer DNA kopyalama makinesi olabilir ama onlar güzel, zarif, karmaşık, pahalı makinelerdir. Kaplanları korumak için bağış yapmışlığım var ama kim bir grip virüsünün korunması için bağış yapmayı düşünür ki? Kaçıncı kez burnumu silip nefes almakla cebelleşirken sinirlerime dokunan, olayın anlamsızlığı.

Anlamsızlık mı? Ne kadar saçma. Duygusal, insani saçmalık. Doğal seçilim tamamen anlamsızdır, tamamen kendi kendini kopyala­ma için kendi kendini kopyalama talimatlarının hayatta kalmasından ibarettir. Eğer DNA’nın bir çeşidi beni bütün halinde yutan bir anakonda vasıtasıyla veya RNA’nın bir çeşidi benim hapşırmamı sağlaya­rak hayatta kalıyorsa, ihtiyacımız olan tek açıklama budur. Hem virüs hem de kaplanlar, nihai mesajı (tıpkı bir bilgisayar virüsü gibi) “kop­yala beni” olan kodlanmış talimatlarla inşa edilmişlerdir. Grip virüsü özelinde talimat nispeten doğrudan yerine getirilir. Kaplanın DNAsı da bir “kopyala beni” programıdır ama o, verdiği temel mesajın verimli bir biçimde yerine getirilmesinde inanılmaz uzunlukta bir konudan sapma içerir. Bu bahsettiğim konudan sapma, sivri dişleri, pençeleri, koşu kasları, sessizce yaklaşma ve atılma güdüleriyle kaplanın ta ken­disidir. Kaplanın DNA’sı, “Beni, önce bir kaplan meydana getirmek suretiyle dolaylı bir yolla kopyala” der. Aynı zamanda antilop DNA'sı da “Beni, önce uzun bacak ve hızlı kasları, ürkek güdüleri ve kaplanlardan gelebilecek tehlikeler için hassasiyetle ayarlanmış duyu organlarıyla donanmış bir antilop meydana getirerek kopyala” der. Acı çekme, do­ğal seçilimle evrimin bir yan ürünüdür, halden anlayan anlarımızda bizleri endişelendirebilen ama bir kaplanı (bir kaplan bir şeyler hak­kında endişelenebiliyor olsa bile) ve tabii ki kaplanın genlerini endişelendirmesini bekleyemeyeceğimiz kaçınılmaz bir sonuçtur.

İlahiyatçılar, acı çekme ve kötülük problemleri hakkında kafa yo­rarlar. Hatta bunları, Tanrı'nın varsayılan ihsanı ile bağdaştırma ça­basına bir isim bile vermişlerdir: “teodise” (tam anlamı, “Tanrı’nın adaleti”dir). Evrimsel biyologlar ise ortada herhangi bir sorun gör­mezler çünkü kötülük ve acı çekme, genin hayatta kalımının hesaplanmasında olumlu veya olumsuz herhangi bir etkiye sahip değildir, Yine de acı problemini ele almamız gerekir. Evrimsel bakış açısına göre acı nereden gelmiştir?

Yaşamla ilgili diğer her şey gibi acının da, acı çekenin hayatta kalımına arttırıcı işleve sahip Darwinci bir tertibat olduğunu düşünüyoruz. Beyinler “eğer acı hissini deneyimliyorsan, her ne yapıyorsan onu yapmayı bırak ve bir daha yapma’ türünden temel bir kuralla inşa edilm­iştir. Acının neden bu kadar acı dolu olması gerektiği ise ilginç bir tartışma konusu. Teorik olarak, hayvanın kendisine her zarar verişinde (örneğin kor halindeki kömürü tuttuğunda), tehlike sinyaline eşdeğer bir şeyin beynin bir yerlerinde acısız bir şekilde faaliyete geçebileceğini düşünebilirsiniz. "Bunu bir daha yapma!” şeklinde zorunlu bir tembih veya beynin bağlantı şemasında, hayvanın bir daha bunu yapmamasını sağlayacak acısız bir değişiklik, görünüşte yeterli gibi durabilir. Günler­ce sürebilecek ve hafızadan silinmeyebilecek bu yakıcı acı neden? Belki de bu soruyla uğraşmak evrim teorisinin kendi teodise versiyonudur. Neden bu kadar acı verici? Tehlike sinyalinin nesi var?

Buna kesin bir yanıtım yok. Merak uyandırıcı bir olasılık şudur: ya eğer beyin, birbirine zıt arzu ve dürtülere maruzsa ve bu ikisi arasında içsel bir mücadele varsa? öznel olarak bu hissi çok iyi biliriz, örneğin açlık ve zayıflama arzusu arasında kalabiliriz. Ya da kızgınlık ve kor­ku arasında kalabiliriz. Ya da cinsel arzu ile reddedilmekten çekinme veya sadakatte ısrar eden vicdanımız arasında. Çatışan arzularımız birbirleriyle savaştıkça içimizde gerçek manada bir çekişme hissedebiliriz. Şimdi acıya ve onun “tehlike sinyali”ne olan olası üstünlüğüne geri dönelim. Tıpkı zayıflama arzusunun açlığa baskın gelebildiği gibi, acıdan kurtulma isteğine baskın gelmek de açıkça mümkündür. İş­kenceye maruz kalanlar sonunda pes edebilirler ama örneğin yoldaş­larına veya ülkelerine ya da ideolojilerine ihanet etmeden önce kayda değer acılara katlandıkları bir aşamadan geçerler. Doğal seçilim birey­lerin kendilerini ülkeleri aşkına ya da ideolojileri, partileri, grupları veya türleri uğruna feda etmelerini istemez (doğal seçilimin herhangi bir şeyi “isteyebileceği” ölçüde). Doğal seçilim, acının uyarıcı hissini etkisizleştiren bireylerin “karşısındadır.” Doğal seçilim bizden hayatta kalmamızı veya daha spesifik olarak ürememizi "ister” ve ülke, ideo­loji veya bunların insan dışı muadillerini “umursamaz.” Doğal seçilim söz konusu olduğunda tehlike sinyalleri, ancak göz ardı edilmeleri imkânsızsa destekleneceklerdir.

Şimdi tüm felsefi zorluklarına rağmen, eğer beynimizde gerçek katışıksız dayanılmaz acıdan ziyade bir “tehlike sinyali” olsaydı  Darwinci olmayan sebeplerden ötürü (ülkeye, ideolojiye sadakat vb.) acının göz ardı edildiği örneklerin daha sık yaşanacağını düşünüyorum. Acının dayanılmaz ızdırabını hissedemeyen, bedenlerinde meydana edecek hasarların önüne geçmek için bir “tehlike sinyali” sistemi kullanan mutantların ortaya çıktığını varsayın. Onlar için işkenceye dayanmak kolay olurdu ve derhal casus olarak işe alınırlardı. Ama o zaman da işkenceye katlanmaya gönüllü ajanlar yetiştirmek o kadar kolay olurdu ki işkence bir zorlama yöntemi olarak kullanılmaktan çıkardı. Ancak yaban koşullarda böylesi bir acısız tehlike sinyali kul­lanan mutantlar, beyinleri gerçek acıyı hisseden rakip bireylerden daha iyi hayatta kalabilirler mi? Acının alternatifi olan tehlike sinyali genlerini aktarmak için hayatta kalabilirler mi? İşkence ve ideolojilere sadakat gibi özel durumları bir kenara koyacak olursak bile, sanırım cevabın hayır olabileceğini görebiliriz. Ayrıca bunların insan dışı mu­adillerini de hayal edebiliriz.

Belki ilginizi çekebilir, acıyı hissedemeyen anormal bireyler vardır ve genellikle sonları pek iyi olmaz. “Anhidroz, doğuştan ağrıya duyarsızlık sendromu” (CIPA), hastanın deri hücrelerinde acı reseptörleri­ne sahip olmadığı (ve terlemediği, “anhidroz”un anlamı budur) nadir bir genetik anormalliktir. Kabul etmek gerekir ki CIPA hastalarının, çalışmayan acı sistemlerini telafi edecek dâhili bir “tehlike sinyali” sistemleri yoktur ama onlara, bedenlerinde meydana gelecek hasarlar­dan kaçınma ihtiyacının bilişsel olarak farkında olmalarının öğretilebileceğini düşünebilirsiniz; öğrenilmiş bir tehlike sinyali sisteminin. Ama CIPA hastaları acıya olan duyarsızlıklarının, yanıklar, kırıklar, yaralar, enfeksiyonlar, tedavi edilmeyen apandisitler, göz küresinde iltihaplar gibi hoş olmayan çeşitli sonuçlarına maruz kalırlar. Daha beklenmedik olarak, eklemleri de ciddi hasarlara maruz kalır çünkü bizlerin aksine onlar uzun süre aynı pozisyonda oturduklarında ya da yattıklarında pozisyonlarını değiştirmezler. Bazı hastalar, gün için­de kendilerine pozisyonlarını sık sık değiştirmesini hatırlatması için alarmlar kurarlar.

Bir “tehlike sinyali” sisteminin beyinde faal hala getirilmesi müm­künse bile, doğal seçilimin onu acı siteminin karşısında, sırf tehlike sinyali daha az nahoş diye desteklemesi için bir neden yok gibi duruyor. Bizim varsayımsal olarak iyiliksever olan tasarımcımızdan farklı olarak doğal seçilim, hayatta kalım ve üremeyi etkilemediği surece , acının yoğunluğuna karşı kayıtsızdır. Ve eğer doğanın altında yatan mekanizma tasarımdan ziyade uygun olanın hayatta kalmasıysa bekleyeceğimiz üzere, doğa çekilen toplam acıyı azaltma yönünde hiçbir adım atmıyormuş gibi gözüküyor. Stephen Jay Gould, “Ahlaktan nasibini almamış doğa" adlı güzel makalesinde bu konulara değinmişti. Ben de, bir önceki bölümün sonunda alıntıladığım, Darwin'in lchneumon eşekarılarına karşı duyduğu tiksintinin Victoria dönemi düşünürleri arasında oldukça yaygın olduğunu bu yazıdan öğrenmiştim.

lchneumon arılarının, içlerine onları kemirecek larvalar vaat eden yumurtalarını bırakmadan önce kurbanlarını öldürmeyip felce uğratmak şeklindeki davranışları ile doğanın genel olarak acımasızlığı, Victoria dönemi teodisesinin önemli ilgi alanlarındandı. Neden böyle olduğunu görmek kolay. Dişi arılar yumurtalarını, tırtıl gibi canlı bö­cek avlarının içine bırakırlar, ama bunu, avlarını felce uğratacak an­cak öldürmeyecek şekilde iğneleri ile her sinir gangliyonunu arayıp bulmadan yapmazlar. Tırtıllar, içlerinde büyüyen arı larvalarına taze ot sağlamak için canlı tutulmalıdırlar. Larva da kendi üzerine düşeni, iç organları akıllıca bir sırayla yemeye dikkat ederek yapar, önce yağ hücrelerini ve sindirim organlarını yiyerek başlar ve hayati kalp ve sinir sistemini yani tırtılı son ana kadar hayatta tutmaya yarayacak olanları, sona bırakır. Darwin’in acı acı merak ettiği gibi, nasıl bir iyiliksever tasarımcı bunu akıl etmiş olabilir? Tırtılların acı çekip çekmediklerini bilmiyorum. Samimi şekilde umuyorum ki çekmiyorlardır. Ama bil­diğim bir şey varsa o da doğal seçilimin, eğer iş onların hareketlerini basitçe felce uğratarak daha ekonomik şekilde tamamlanabilecekse, acılarını dindirmek için herhangi bir adım atmayacağıdır.

Gould, on dokuzuncu yüzyılın önde gelen yerbilimcilerinden olan ve etçillerin neden olduğu acılara atfetmeyi başardığı iyimserlikten te­selli bulan Peder William Buckland'ı alıntılar:

Dolayısıyla hayvanların varlıklarının olağan sonu olan etçillerin sebep olduğu ölümler, ana sonuçlarına bakıldığında hayırseverli­ğin dağıtımıymış gibi görünüyor, zira bu; evrensel ölümün acısını büyük oranda azaltır; canlılar âleminden, hastalıkların, tesadüfi kazaların ve yavaşça çürümenin ızdırabını azaltır hatta neredeyse oltadan kaldırır; ve aşırı nüfus artışının önüne faydalı bir kı­sıt koyarak yiyecek kaynaklarının daima talebe uygun kalmasını sağlar. Sonuç ise karaların yüzeyleri ve denizlerin derinliklerinin, yaşamdan aldıkları haz yaşam süreleriyle uyuşan ve var olmaları için kendilerine bahşedilmiş kısacık zaman dilimlerinde, yerine getirmek üzere yaratıldıkları işlevleri neşeyle yerine getiren canlı­larla dolup taşmasıdır.

Ne şanslılar, değil mi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder