Dawkins'in yazısında birkaç kez değindiği William Blake'in
ünlü Kaplan şiiri:
/2013/09/tyger-and-lamb.html)
***
Memeli türüne mensup en hızlı beş koşucu, çita, çatal boynuzlu antilop, gnu, aslan ve Doğu Afrika
ünlü Kaplan şiiri:
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?
Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?
Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da
Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?
Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/tyger-and-lamb.html)
***
Memeli türüne mensup en hızlı beş koşucu, çita, çatal boynuzlu antilop, gnu, aslan ve Doğu Afrika
ceylanıdır. Dikkatinizi çekerim, bu birinci sınıf koşucular
listesi av ve avcıların karışımından oluşuyor ve benim vurgulamak istediğim
nokta da bunun bir tesadüf olmadığı.
Çıtaların saatte 100 kilometre
hıza üç saniyede çıkabildiği söylenir ki bu Ferrari, Porsche veya Tesla
standartlarında bir performanstır. Aslanlarda ürkütücü bir hızlanmaya
sahiptirler, hatta dayanıklılıkları daha fazla olan ve aniden yön değiştirme
kabiliyetine sahip ceylanlardan bile daha iyi hızlanırlar. Kediler genellikle
kısa mesafe koşularına ve hazırlıksız yakalanan avların üzerine atlamaya uygun
yapıdadırlar; Afrika yaban köpeği veya kurt gibi köpekler ise dayanıklılık ve
avlarının gücünü tüketme özellikleriyle öne çıkarlar. Ceylanlar ve diğer antiloplar
her iki avcı tipiyle de baş etmek zorundadırlar ve dolayısıyla fedakârlık
yapmaları olasıdır. Onların hızlanmaları büyük kedilerinki kadar iyi değildir
ama dayanıklılıkları daha iyidir. Bir ceylan aniden yön değiştirerek kimi zaman
çitanın adımlamasını bozabilir, böylelikle çita maksimum ivmelenme safhasını
aşıp yorulma safhasına geçene, zaten az olan dayanıklılığı iyice azalmaya
başlayana kadar durumu erteleyebilir. Çita şaşırtma ve hızlanma özelliklerine
güvendiği için, başarılı çita avları genellikle başladıktan kısa bir süre sonra
sona erer. Başarısız çita avları da, çitanın ilk koşusu başarısız olduktan
sonra enerjisini saklamak için pes etmesiyle erkenden sona erer. Diğer bir
değişle, tüm çita avları kısa sürer!
Yüksek hız ve ivmelerin, dayanıklılık ve yön değiştirmenin,
şaşırtma ve uzun takibin detaylarını boş verin. Bariz gerçek şudur ki en hızlı
hayvanlar listesi hem avı hem de avları içerir. Doğal Seçilim, avcı türleri
avlarını yakalamakta sürekli daha iyi hale gelmeye iterken, eş zamanlı olarak
av türlerini de avlardan kaçmakta sürekli daha iyi hale gelmeye iter. Avcı ve
avlar, evrimsel süreç boyunca cereyan eden evrimsel bir silahlanma yarışının
içindedirler. Sonuç ise her iki taraftaki hayvanların silahlanma yarışına
(vücut ekonomilerindeki başka bölümlerden çalmak pahasına) ayırdıkları ekonomik
kaynakların miktarının düzenli olarak artması olmuştur. Avcı ve avlar sürekli
olarak diğer taraftan daha iyi koşma (diğer tarafı şaşırtma, onlardan daha
kurnaz olma vs.) becerileriyle donanırlar. Ama daha iyi koşmak için gelişen
donanım illa karşı taraftan daha hızlı koşulacağı anlamına gelmez. Bunun nedeni
basitçe, silahlanma yarışının diğer tarafının da kendi donanımını geliştiriyor
olmasıdır: bu bir silahlanma yarışının ayırt edici özelliğidir. Kızıl
Kraliçenin Alice'ye söylediği gibi, aynı yerde kalmak için koşabildikleri kadar
hızlı koşmaları gerekir diyebilirsiniz.
Darwin (bu tabiri kullanmasa da)
evrimsel silahlanma yarışlarının pekâlâ farkındaydı. Meslektaşım John Krebs ve
ben konuyla ilgili 1979’da, “silahlanma yarışı” tabirini Ingiliz biyolog Hugh
Cotta atfettiğimiz bir makale yayınladık. Belki de anlamlı bir şekilde, Cott kendi
kitabını {Hayvanlarda Uyarıcı Renklilik) 1940'ta, ikinci Dünya Savaşı tüm
hızıyla sürerken yayınlamıştır:
Bir çekirgenin ya da kelebeğin aldatıcı görünüşünün gereksiz derecede detaylandırılmış olduğunu ileri sürmeden önce, böceklerin doğal düşmanlarının algılama ve ayırt etme güçlerinin neler olduğundan emin olmalıyız. Bunu yapmamak, bir kruvazörün zırhının gereğinden fazla ağır olduğunu veya silahlarının menzilinin gereğinden fazla uzun olduğunu, düşmanının silahlarının doğasını ve etkisini araştırmadan iddia etmeye benzer. Gerçek şu ki ormandaki ilkel mücadelelerde (keza gelişmiş medeni savaşlarda), sonuçları kendisini; (avunmada, süratlilik, uyanıklık, zırhlılık, dikenlilik, kazma davranışı, geceye özgü davranışlar, zehirli salgılar ve tiksindirici tatlar üretme, kamuflajlı, aposematik, taklitçi renklere bürünme gibi özelliklerde; saldırıda ise, süratlilik, şaşırtmaca, tuzağa düşürme, cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler, kamuflajlı olmayan ve cezbedici renklere bürünme gibi karşı nitelikteki özelliklerle belli eden büyük bir evrimsel silahlanma yarışının devam etmekte olduğunu görüyoruz. Tıpkı takip edilen hayvanın yüksek hızının takipçisinin artan hızıyla orantılı olarak; veya koruyucu zırhın saldırı silahlarıyla orantılı olarak gelişmesi gibi, saklanma tertibatındaki mükemmellik de artan algılama gücüne cevaben evrimleşmiştir.
Bir çekirgenin ya da kelebeğin aldatıcı görünüşünün gereksiz derecede detaylandırılmış olduğunu ileri sürmeden önce, böceklerin doğal düşmanlarının algılama ve ayırt etme güçlerinin neler olduğundan emin olmalıyız. Bunu yapmamak, bir kruvazörün zırhının gereğinden fazla ağır olduğunu veya silahlarının menzilinin gereğinden fazla uzun olduğunu, düşmanının silahlarının doğasını ve etkisini araştırmadan iddia etmeye benzer. Gerçek şu ki ormandaki ilkel mücadelelerde (keza gelişmiş medeni savaşlarda), sonuçları kendisini; (avunmada, süratlilik, uyanıklık, zırhlılık, dikenlilik, kazma davranışı, geceye özgü davranışlar, zehirli salgılar ve tiksindirici tatlar üretme, kamuflajlı, aposematik, taklitçi renklere bürünme gibi özelliklerde; saldırıda ise, süratlilik, şaşırtmaca, tuzağa düşürme, cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler, kamuflajlı olmayan ve cezbedici renklere bürünme gibi karşı nitelikteki özelliklerle belli eden büyük bir evrimsel silahlanma yarışının devam etmekte olduğunu görüyoruz. Tıpkı takip edilen hayvanın yüksek hızının takipçisinin artan hızıyla orantılı olarak; veya koruyucu zırhın saldırı silahlarıyla orantılı olarak gelişmesi gibi, saklanma tertibatındaki mükemmellik de artan algılama gücüne cevaben evrimleşmiştir.
Silahlanma yarışının evrimsel
zaman içinde cereyan ettiğine dikkat edin. Bir çita ve bir ceylan bireyi
arasında gerçek zamanda cereyan eden yarışla karıştırılmamalıdır. Evrimsel
zamandaki yarış, gerçek zamandaki yarışlarda kullanılacak donanımları
geliştirmek üzere yapılan bir yarıştır. Bunun geldiği asıl mana ise, karşı
taraftan daha zeki ya da daha hızlı olmayı sağlayan donanımları üreten genlerin
her iki tarafın da gen havuzlarında biriktiğidir. İkinci olarak (ve bu Darwin’in
kendisinin de çok iyi bildiği bir noktadır), hızlı koşmak için gerekli donanım,
aynı avcıdan kaçan, kendi türünüze mensup rakipleri geçmek için de kullanılır.
Oldukça bilinen, koşu ayakkabıları ve ayıyla ilgili fıkra bunu güzel dile
getirir. Çita bir ceylan sürüsünü kovaladığı zaman, bir ceylan bireyi için
sürünün en yavaş bireyinden daha hızlı koşmak, çitadan daha hızlı koşmaktan
daha önemli olabilir.
Silahlanma yarışı terminolojisini
artık sizlere tanıttığıma göre, ormandaki ağaçların da bir silahlanma yarışının
içinde olduklarını görebilirsiniz. Her bir ağaç, ormanda hemen bitişiğindeki
komşularıyla güneşe doğru bir rekabet içerisindedir. Bu rekabet, özellikle
yaşlı bir ağaç ölüp saçakta boş bir yer açtığında daha da sert bir hal alır.
Yaşlı bir ağacın düşüşünün yankılanması tam da böylesi bir şansı bekleyen körpe
ağaçlar için (gerçek zamanda cereyan eden) yarışı başlatan tabancadır (gerçi
bu biz hayvanların alışık olduğundan daha yavaş ilerleyen bir zamandır).
Kazanan muhtemelen, evrimsel zamanda cereyan etmiş atasal silahlanma
yarışlarında başarılı olmuş olan daha hızlı ve daha yükseğe büyüme genleriyle
donanmış bir ağaç olacaktır.
Ormandaki ağaç türleri arasındaki
silahlanma yarışı simetrik bir yarıştır. Her iki taraf da aynı şeyi elde etmeye
çalışır: saçakta bir yer. Av ve avcılar arasındaki silahlanma yarışı ise
asimetrik bir silahlanma yarışıdır: saldırı silahlarıyla savunma silahları
arasındaki bir silahlanma yarışı. Aynısı parazitler ve konaklarının arasındaki
silahlanma yarışı için de geçerlidir. Hatta şaşırtıcı görünebilir ama bir
türdeki dişi ve erkekler arasında ve ebeveynlerle yavruları arasında bile
silahlanma yarışları vardır.
Silahlanma yarışlarının akıllı tasarımın taraftarlarını endişelendirebilecek
bir yanı da onların aşın dozda gereksizliklerle dolu olmasıdır. Eğer Çitanın
bir tasarımcısı olduğunu varsayacaksak, görünen o ki tasarımcı, tasarım
konusundaki bilgisinin her zerresini, eşsiz bir katili mükemmelleştirmek için
kullanmıştır. Bu muazzam koşu makinesine atılacak tek bir bakışla bundan hiç
bir şüphemiz kalmaz. Eğer tasarımdan bahsedeceksek, çita ceylanları öldürmek
için muhteşem bir şekilde tasarlanmıştır. Ama görünen o ki aynı tasarımcı, tam
da bu çitalardan kaçmak için muhteşem bir donanıma sahip ceylanı tasarlamak
için de tüm gücüyle çabalamıştır. Tanrı aşkına, bu tasarımcı kimden yana?
Çitanın gergin kaslarına ve esnek omurgasına baktığınızda, tasarımcının
rekabeti çitanın kazanmasını istediği sonucuna varırsınız. Ama ceylanın
koşuşuna, sıçramasına, attığı çalımlara baktığınızda ise tam tersi bir sonuca
ulaşırsınız. Acaba tasarımcının sol eli, sağ elinin ne yaptığından bihaber mi?
Yoksa tasarımcı, gösteri sporlarından hoşlanan ve kovalamacanın heyecanını
yükseltmek için her iki tarafın elindekileri sürekli arttıran bir sadist mi? Kuzuyu yapan mı yaptı seni?*
Parsla oğlağın birlikte yatması,
aslanın sığır gibi saman yemesi ( incil'de)
gerçekten de ilahi planın bir parçası mı? Durum buysa, aslan ve parsın korkunç
köpek dişleri, ölüm saçan pençeleri neden? Antilobun ve zebranın nefes kesen
hız ve çevik kurtulma sanatı neden? Olup bitene evrimsel bir açıklama
getirildiğinde böylesi sorunların ortaya çıkmayacağını söylemeye gerek yok.
İki taraf da diğerinden üstün gelmeye çalışmaktadır çünkü her iki tarafta da başarılı
olan bireyler, bu başarılarına katkıda bulunan genlerini otomatik olarak
sonraki nesillere aktaracaklardır. “İşe yaramazlık” ve “israf etmek” gibi
fikirler bizlerin aklında belirir çünkü bizler insanız ve tüm ekosistemin
refahını düşünebiliriz. Doğal seçilimse sadece genlerin hayatta kalımını ve
üremesini önemser.
Tıpkı ormandaki ağaçlarda olduğu gibi. Tıpkı her bir ağacın,
gövdeye ayrılacak kaynakları meyveler veya yapraklar için kullanamayacağı ekonomisi olduğu gibi, çita ve ceylanların da
kendi içsel ekonomisi vardır. Hızlı koşmak masraflıdır, sadece nihayetinde
güneşten gelen enerji açısından değil, hızlanma ve ivmelenmenin altyapıyı oluşturan
kas, kemik ve tendonları yapmak için gereken kaynaklar açısından da masraflıdır.
Bir ceylanın tükettiği bitkisel yiyecek sınırlıdır. Koşmak için uzun bacaklar
ve kaslara harcanan şeyler, örneğin bebek yapmak gibi hayvanın normalde
kaynaklarını harcamayı “tercih edeceği”, yaşamın farklı bir bölümünden
kısılmak pahasına kullanılmalıdır. Uzlaşıların son derece karmaşık bir
mikro-yönetimi söz konusudur. Tüm detayları bilemeyebiliriz ama yaşamın tek bir
bölümüne çok fazla harcama yapmak suretiyle diğer bazı bölümleri kaynaklardan
mahrum bırakmanın mümkün olduğunu biliriz (bu ekonominin kaçınılmaz bir
kuralıdır). Koşuya, ideal olan miktardan daha fazla kaynak ayıran bir birey
avcıdan paçayı kurtarabilir. Ancak Darwinci menfaatler ışığında bu birey, aynı
türe ait ve hızlı koşmaktan bir nebze feragat etmiş ve dolayısıyla yenme riski
daha fazla olan ama dengeyi doğru tutturmuş ve dengeyi doğru tutturmasına
yarayan genlerini aktarmak için daha fazla torun sahibi olmuş rakip bir bireyle
yaptığı yarışı kaybedecektir.
Doğru bir şekilde dengelenmesi
gereken sadece enerji ve değerli materyaller değildir. Aynı zamanda risk de
dengelenmelidir ve risk de ekonomistlerin hesaplarında aşina oldukları bir
kavramdır. Uzun ve ince bacaklar hızlı koşmaya uygundurlar. İster istemez,
kırılmaya da uygundurlar. Sıklıkla bir yarış atı yarışın hararetiyle bacağını
kırar ve genelde derhal uyutulur. Bu kadar incinebilir olmalarının nedeni,
(diğer her şeyden feragat etmek pahasına) hızlı olmak için aşırı derecede ıslah
edilmiş olmalarıdır. Ceylanlar ve çitalar da hız için seçici ıslaha
uğramışlardır (yapay değil doğal olarak seçilmişlerdir) ve eğer doğa onları hız
için aşırı derecede ıslah etmiş olsaydı onlar da kırıklara karşı yarış atları
kadar korumasız olurlardı. Fakat doğa hiçbir özelliği aşırı ıslah etmez. Doğa
dengeyi doğru tutturur. Dünya, dengeyi doğru yakalama genleriyle doludur: orada
olmalarının sebebi budur! Pratikte bunun anlamı şudur: koşmada kuşkusuz
üstünlük sağlayacak olan fevkalade uzun ve çırpı gibi bacaklar geliştirmeye
genetik olarak eğilimli bireylerin, kırılmaları daha az olası olan daha kalın
bacaklara sahip biraz daha yavaş koşan bireylere göre genlerini bir sonraki
nesle aktarmaları ortalama olarak daha az olasıdır. Bu, hayvanların ve bitkilerin
dengelediği yüzlerce ödünleşim ve uzlaşım örneğinden sadece biri. Hayvan ve
bitkiler, riskleri ve ekonomik ödünleşimleri dengelerler. Elbette dengelemeyi
yapan hayvan ve bitki bireylerinin kendileri değildir. Dengelenen, gen
havuzlarındaki alternatif genlerin göreli sayılarıdır ve bu dengeleme doğal
seçilim tarafından yapılır.
Bekleneceği üzere, bir ödünleşimdeki
ideal uzlaşım sabit değildir, ceylanlarda, koşu hızı ile vücut ekonomisindeki
diğer talepler arasındaki odünleşimin ideal noktası, ortamdaki etçillerin
yaygınlığına bağlı olarak değişecektir. Eğer etrafta az sayıda avcı varsa
ceylanların ideal bacak boyu kısalacaktır. En başarılı bireyler, genleri onlan
bir kısım enerji ve materyali bacaklardan kısıp örneğin bebek yapmaya ya da kış
için yağ depolamaya programlayan bireyler olacaktır. Bunlar aynı zamanda
bacaklarını kırmaları daha az olası olan bireylerdir. Aksine, avcıların sayısı
artacak olursa, ideal denge uzun bacaklara, daha fazla kırık riskine ve vücut
ekonomisinin hızlı koşmakla ilgisi olmayan bölümlerine daha az enerji ve
materyal ayırmaya doğru kayacaktır.
Tam da bunun benzeri hesaplamalar,
avcılardaki ideal uzlaşıları da dengeleyecektir. Bacağını kıran bir çita şüphesiz
açlıktan ölecektir, yavruları da öyle. Ancak yemek bulmanın ne kadar zor
olduğuna bağlı olarak, çok yavaş koşarsa yeteri kadar yiyecek bulmakta başarısız
olma riski, çok hızlı koşmak için gerekli donanıma sahip olduğu için bacağını
kırma riskinden daha büyük olabilir.
Av ve avcılar, her bir tarafın
diğerini, (yaşamanın ekonomi ve risk uzlaşılarında) kendisinin ideal noktasını
sürekli aynı doğrultuda daha ileriye doğru değiştirmeye farkında olmadan
zorladığı bir silahlanma yarışı içindedirler. Bu doğrultu, örneğin koşu
hızındaki artışa doğru olması gibi ya gerçek anlamda aynı yönlüdür, ya da
yaşamın farklı bir bölümündense (örneğin süt üretimi), av/avcı silahlanma
yarışına doğru olması gibi daha geniş anlamda aynı yönlüdür. Her iki tarafın da
örneğin çok hızlı koşmanın riskleriyle (bacakların kırılması veya vücut
ekonomisinin diğer alanlarından kısmak) çok yavaş koşmanın risklerini (avcı
iseniz av yakalayamamak, av iseniz avcıdan kaçamamak) dengelemesi gerektiği
düşünülürse, iki taraf da diğerini, acımasız bir foli e deux içinde, aynı yöne doğru iter.
Pekâlâ, belki folie (delilik)
durumun ciddiyetini yeterince ifade etmiyor, zira her iki tarafta da
başarısızlığın cezası ölümdür; av iseniz cinayet, avcı iseniz açlık yüzünden
ölüm. Ancak â deux [iki kişi arasında], av ve avcının bir araya gelip makul bir
anlaşmaya varmasının herkes için daha iyi olacağı hissini iyi yakalıyor. Tıpkı
Dostluk Ormanı’ndaki ağaçlarda olduğu gibi, böyle bir anlaşmanın sağlanması
mümkün olsaydı bu durumun her iki tarafın da yararına olacağını görmek kolay.
Ormanda karşımıza çıkanla aynı anlamsızlık hissi, av/avcı silahlanma yarışında
da hâkimdir. Evrimsel zaman boyunca avcılar avlarını yakalamakta iyileşirler,
bu da avların yakalanmaktan kurtulmakta daha iyi olmalarına neden olur. Her
iki taraf da birbirlerine paralel olarak hayatta kalma donanımlarını
geliştirirler, ama bu hiçbir tarafın daha iyi hayatta kalacağı anlamına gelmez
çünkü karşı taraf da kendi donanımını geliştirmektedir.
Öte yandan, topluluğun tamamının
refahını gözeten merkezi bir planlayıcının, Dostluk Ormanı’ndakine benzer
şekilde şöyle bir anlaşmaya hakemlik edebileceğini görmek zor değil. Her iki
taraf da cephaneliğini küçültmekte “hemfikir olsun”, kaynaklarını yaşamın
diğer bölümlerinde kullansın. Bu durumda herkes kazançlı çıkacaktır. Elbette
bunun aynısı insanların silahlanma yarışında da gerçekleşebilir. Sizin
bombacılarınız olmasaydı, biz savaşçılara ihtiyaç duymazdık. Bizim füzelerimiz
olmasaydı, siz de sizinkilere ihtiyaç duymazdınız. Her ikimiz de cephanelik
harcamalarımızı yarıya indirip milyarlarca pound kar eder, parayı saban
demirine yatırabilirdik. Şimdi silah bütçemizi yarıya indirip kararlı bir
dengeye ulaştığımıza göre, hadi tekrar yarıya indirelim. Buradaki püf nokta
bunu diğer tarafla eşzamanlı olarak yapmaktır, böylece her iki taraf da
diğerinin düzenli olarak azalan silah bütçesinin karşısında durmak için tam
olarak onunki kadar iyi bir donanıma sahip olmuş olacaktır. Böylesi bir planlı
azalıştaki kilit sözcük 'planlı’dır ve tekrar etmek gerekirse, planlı olmak
tam da evrimin olmadığı şeydir. Tıpkı ormandaki ağaçlarda olduğu gibi artış,
tipik bir bireyin daha fazla artıştan artık kazanç sağlamadığı ana kadar kaçınılmazdır.
Bir tasarımcının aksine, evrim, bencilce bir avantaj (tam da artış karşılıklı
olduğu için etkisini yitiren bir avantaj) elde etmek için gerçekleşen iki
taraflı artıştan ziyade, olaya dâhil olan herkes için daha iyi bir yol
(mutualistik bir yol) olup olmadığını değerlendirmek için durup düşünmez.
Bir tasarımcı gibi düşünmenin
cazibesi, “pop ekologlar” arasında uzun süre hüküm sürmüştür, hatta akademik
ekologlar bile bazen bu cazibeye kapılmaya tehlikeli bir şekilde yaklaşırlar,
örneğin kışkırtıcı “sağduyulu avcılar” kavramını, mankafa bir çevreci
bozuntusu değil, Amerikalı seçkin bir ekolog ortaya atmıştır.
Sağduyulu avcılar fikri şudur.
İnsanlığın tamamı göz önüne alarak bakıldığında, aşırı avlanmak suretiyle
örneğin morina balığı gibi önemli yiyecek türlerinin soylarını tüketmekten
kaçınmamızın herkesin işine geleceğini biliriz. Hükümetler ve sivil toplum
örgütleri bu nedenle özel toplantılarda, kotalar ve sınırlamalar belirlemek için
bir araya gelirler. Balık ağlarındaki ağ gözlerinin tam boyutu bu nedenle
hükümet kararnamelerinde titizlikle belirlenir ve kaçak avlanan balıkçıları
yakalamak için hücumbotlar bu nedenle denizlerde devriye gezerler. Biz
insanlar, aklımız başımızdayken ve layıkıyla kontrol edildiğimizde “sağduyulu
avcılar'ızdır. Dolayısıyla (yada bazı ekologlara göre dolayısıyla) kurtlar ya
da aslanlar gibi vahşi avcılardan sağduyulu avcılar olmalarını beklememeli
miyiz? Cevap hayır. Hayır Hayır Hayır. Ve bunun nedenini anlamak için biraz
çaba harcamaya değer, zira bu ilginç bir nokta ve ormandaki ağaçlar ve bu
bölümün tamamı bizi bu noktayı anlamaya hazırlamış olmalı.
Bir planlayıcı (vahşi hayvan
topluluklarının tamamının refahını gösteren bir ekosistem tasarımcısı)
gerçekten de örneğin aslanların ideal olarak benimsemesi gereken optimum (en
uygun) bir avlanma politikası tasarlayabilirdi. Herhangi bir antilop türünün
üyelerinin belli bir miktardan fazlasını yeme, hamile dişilerin canını bağışla
ve üreme potansiyeline sahip genç bireyleri avlama. Soyu tükenme tehlikesinde
olabilecek ve eğer şartlar değişirse gelecekte faydası dokunabilecek nadir
türlerin üyelerini yemekten kaçın. Ülkedeki tüm aslanlar, “sürdürülebilir”
olmak üzere dikkatlice hesaplanmış ve ortak kabul gören kural ve kotalara sadık
kalsalar güzel olmaz mıydı? Ve bir o kadar da mantıklı? Keşke!
Evet mantıklı olurdu ve tüm
ekosistemin refahını gözeten bir tasarımcının tayin edeceği kurallarda böyle
olurdu. Ama doğal seçilimin tayin ettiği şey bu olamaz (bunun temel sebebi
öngörüden yoksun olan doğal seçilimin herhangi bir şeyi tayin etmesinin mümkün
olmamasıdır) ve gerçekte olan da bu değildir! Bunun nedeni de, yine ormandaki
ağaçlarla aynı hikâye. Belli bir bölgedeki aslanların büyük çoğunluğunun
beklenmedik bir şekilde, avlanmalarını sürdürülebilir seviyelere çekmekte
hemfikir olmayı başardıklarını hayal edin. Ama şimdi, bu ölçülü ve dayanışma
içerisinde olan yeni toplumun bir üyesinde, anlaşmayı yok sayıp, av türünün yok
olması tehlikesi pahasına onları sonuna kadar sömürmeye neden olacak mutant bir
genin ortaya çıktığını varsayın. Doğal seçilim bu isyankâr bencil geni
cezalandıracak mıdır? Ne yazık ki cezalandırmayacaktır. Asi aslanın yavruları
(isyan geninin taşıyıcıları), aslan popülasyonundaki rakiplerine rekabet ve
üremede üstünlük sağlayacaklardır. Birkaç nesil içinde, isyan geni tüm
popülasyona yayılacak ve orijinal barışçıl anlaşmadan eser kalmayacaktır. Aslan
payını alan [erkek], aslan payını alma genlerini sonraki nesillere
aktaracaktır.
Bu noktada planlama taraftarları,
tüm aslanlar bencilce davranıp soylarını tüketme pahasına av türlerini
ölçüsüzce avladıklarında herkesin, avlanmakta en başarılı olan aslanların bile
zarar edeceğini söyleyip itiraz edecektir. Avın soyu tükenirse, aslan
popülasyonunun tamamının da soyu nihayetinde tükenecektir. Elbette, diye ısrar
edecektir planlamacı, doğal seçilim buna engel olmak için duruma el atacaktır.
Bir kez daha ne yazık ki ve bir kez daha hayır. Sorun şu ki doğal seçilim
duruma “el atmaz” doğal seçilim geleceğe bakmaz ve doğal seçilim tercihini
rakip gruplar arasında yapmaz. Eğer yapsaydı sağduyulu avcılığın desteklenmesi
mümkün olabilirdi. Darwin'in, ondan sonra gelenlerin pek çoğundan daha net bir
şekilde fark ettiği üzere doğal seçilim, bir popülasyonun içindeki rakip
bireyler arasında tercih yapar. Popülasyonun tamamı, bireysel rekabet yüzünden
yok oluşa doğru sürükleniyor olsa bile, doğal seçilim yine de en rekabetçi
bireyleri destekleyecektir; en son birey de ölene dek. Doğal seçilim bir
yandan, kaderlerinde soyları tükenen son genler olmak olan o rekabetçi genleri
sürekli olarak desteklemeye devam ederken, popülasyonu yok oluşa
sürükleyebilir. Benim hayalini kurduğum varsayımsal tasarımcı, popülasyon veya
ekosistemin tamamı için optimum bir strateji geliştiren belli türde bir
ekonomist, yani bir refah ekonomistiydi. Eğer ekonomi benzeşimleri yapacaksak,
gözümüzde daha ziyade Adam Smith’in “görünmez eli”ni canlandırmalıyız.
SİLAHLANMA YARIŞI ve "EVRİMSEL TEODİSE
Korkunç ama gerçek,
vahşi hayvanların çektikleri acılar o kadar dehşet vericidir ki, hassas
kimselerin onlar üzerine düşünmemeleri en iyisidir. Darwin, arkadaşı Hooker’a
yazdığı bir mektupta şunları söylerken neden bahsettiğini iyi biliyordu, “Doğanın sakar, müsrif, düşüncesiz, aşağılık,
fena halde zalim işleri hakkında şeytanın papazı nasıl da bir kitap yazardı.”
Unutulmaz “şeytanın papazı” ifadesi
önceki kitaplarımdan birine ismini vermişti ve bir diğer kitabımda da şöyle
ifade etmiştim:
Doğa ne merhametlidir,
ne de acımasız. Ne acı çekmenin karşısındadır ne de yanında. Doğa, DNA'nın
hayatta kalımını etkilemediği sürece acı çekilmesi veya çekilmemesiyle
ilgilenmez. Öldürücü bir ısırığa maruz kalmak üzere olan ceylanları
uyuşturacak bir gen hayal etmek kolaydır. Böylesi bir gen doğal seçilim
tarafından desteklenir mi? Ceylanı uyuşturma eylemi, genin gelecek nesillere
aktarılma şansını arttırmıyorsa desteklenmez. Bunun nasıl mümkün olabileceğini
görmek zor, dolayısıyla öldürülmek üzere kovalanırlarken (ki nihayetinde çoğu
kovalanır) ceylanların korkunç bir acı ve korku duyduğunu tahmin edebiliriz.
Doğada yıl başına düşen toplam acı miktarı akıl almaz boyutlardadır. Bu cümleyi
kurmak için harcadığım bir dakika içinde binlerce hayvan canlı canlı yenmekte,
diğerleri yaşamlarını kurtarmak için korkuyla inleyerek kaçmakta, diğerleri
hışırdayan parazitler tarafından içerden yavaşça sindirilmekte, her türden
binlercesi ise açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan ölmektedir. Böyle olmak
zorunda. Bolluk oluşur oluşmaz popülasyonda otomatik bir artış olacaktır, tâ ki
doğal durum olan açlık ve sefalet yeniden tedarik edilene kadar.
***************
Parazitler muhtemelen avcılardan
bile daha çok acıya sebep olmaktadırlar ve onların evrimsel açıklamasını anlamak,
haklarında düşünürken deneyimlediğimiz anlamsızlık hissini azaltmaz, tam
tersine arttırır. Ne zaman grip olsam onlara ateş püskürürüm (tesadüfen şu an
gribim). Belki grip sadece ufak bir külfet, ama o kadar anlamsız ki! Bir
anakonda tarafından yenilirseniz en azından yaşamın efendilerinden birinin
refahına katkı sağladığınızı hissedebilirsiniz. Bir kaplan tarafından
yenilirken aklınızdan geçen son şey, “Hangi ölümsüz el veya göz çizmiş olabilir
dehşetli simetrini? (Hangi uzak diyarlarda tutuşmuş gözlerinin alevi?)”
olabilir. Ama bir virüs! Anlamsız gereksizlik bir virüsün DNA'sına
kazınmıştır (aslında grip virüsü söz konusu olduğunda RNA’sına, ama prensip
aynıdır). Bir virüsün yegâne varoluş amacı daha fazla virüs yapmaktır. Tamam,
nihayetinde aynısı kaplanlar ve yılanlar için de geçerlidir ama onlar söz
konusu olunca durum o kadar anlamsız gözükmüyor. Kaplan veya yılan da birer DNA
kopyalama makinesi olabilir ama onlar güzel, zarif, karmaşık, pahalı
makinelerdir. Kaplanları korumak için bağış yapmışlığım var ama kim bir grip
virüsünün korunması için bağış yapmayı düşünür ki? Kaçıncı kez burnumu silip
nefes almakla cebelleşirken sinirlerime dokunan, olayın anlamsızlığı.
Anlamsızlık mı? Ne kadar saçma.
Duygusal, insani saçmalık. Doğal seçilim tamamen anlamsızdır, tamamen kendi
kendini kopyalama için kendi kendini kopyalama talimatlarının hayatta
kalmasından ibarettir. Eğer DNA’nın bir çeşidi beni bütün halinde yutan bir anakonda
vasıtasıyla veya RNA’nın bir çeşidi benim hapşırmamı sağlayarak hayatta
kalıyorsa, ihtiyacımız olan tek açıklama budur. Hem virüs hem de kaplanlar,
nihai mesajı (tıpkı bir bilgisayar virüsü gibi) “kopyala beni” olan kodlanmış
talimatlarla inşa edilmişlerdir. Grip virüsü özelinde talimat nispeten doğrudan
yerine getirilir. Kaplanın DNAsı da bir “kopyala beni” programıdır ama o,
verdiği temel mesajın verimli bir biçimde yerine getirilmesinde inanılmaz
uzunlukta bir konudan sapma içerir. Bu bahsettiğim konudan sapma, sivri
dişleri, pençeleri, koşu kasları, sessizce yaklaşma ve atılma güdüleriyle
kaplanın ta kendisidir. Kaplanın DNA’sı, “Beni, önce bir kaplan meydana
getirmek suretiyle dolaylı bir yolla kopyala” der. Aynı zamanda antilop DNA'sı
da “Beni, önce uzun bacak ve hızlı kasları, ürkek güdüleri ve kaplanlardan
gelebilecek tehlikeler için hassasiyetle ayarlanmış duyu organlarıyla donanmış
bir antilop meydana getirerek kopyala” der. Acı çekme, doğal seçilimle evrimin
bir yan ürünüdür, halden anlayan anlarımızda bizleri endişelendirebilen ama bir
kaplanı (bir kaplan bir şeyler hakkında endişelenebiliyor olsa bile) ve tabii
ki kaplanın genlerini endişelendirmesini bekleyemeyeceğimiz kaçınılmaz bir
sonuçtur.
İlahiyatçılar, acı çekme ve
kötülük problemleri hakkında kafa yorarlar. Hatta bunları, Tanrı'nın
varsayılan ihsanı ile bağdaştırma çabasına bir isim bile vermişlerdir:
“teodise” (tam anlamı, “Tanrı’nın adaleti”dir). Evrimsel biyologlar ise ortada
herhangi bir sorun görmezler çünkü kötülük ve acı çekme, genin hayatta
kalımının hesaplanmasında olumlu veya olumsuz herhangi bir etkiye sahip
değildir, Yine de acı problemini ele almamız gerekir. Evrimsel bakış açısına
göre acı nereden gelmiştir?
Yaşamla ilgili diğer her şey gibi
acının da, acı çekenin hayatta kalımına arttırıcı işleve sahip Darwinci bir
tertibat olduğunu düşünüyoruz. Beyinler “eğer acı hissini deneyimliyorsan, her
ne yapıyorsan onu yapmayı bırak ve bir daha yapma’ türünden temel bir kuralla
inşa edilmiştir. Acının neden bu kadar acı dolu olması gerektiği ise ilginç
bir tartışma konusu. Teorik olarak, hayvanın kendisine her zarar verişinde
(örneğin kor halindeki kömürü tuttuğunda), tehlike sinyaline eşdeğer bir şeyin
beynin bir yerlerinde acısız bir şekilde faaliyete geçebileceğini
düşünebilirsiniz. "Bunu bir daha yapma!” şeklinde zorunlu bir tembih veya
beynin bağlantı şemasında, hayvanın bir daha bunu yapmamasını sağlayacak acısız
bir değişiklik, görünüşte yeterli gibi durabilir. Günlerce sürebilecek ve
hafızadan silinmeyebilecek bu yakıcı acı neden? Belki de bu soruyla uğraşmak
evrim teorisinin kendi teodise versiyonudur. Neden bu kadar acı verici? Tehlike
sinyalinin nesi var?
Buna kesin bir yanıtım yok. Merak
uyandırıcı bir olasılık şudur: ya eğer beyin, birbirine zıt arzu ve dürtülere
maruzsa ve bu ikisi arasında içsel bir mücadele varsa? öznel olarak bu hissi
çok iyi biliriz, örneğin açlık ve zayıflama arzusu arasında kalabiliriz. Ya da
kızgınlık ve korku arasında kalabiliriz. Ya da cinsel arzu ile reddedilmekten
çekinme veya sadakatte ısrar eden vicdanımız arasında. Çatışan arzularımız
birbirleriyle savaştıkça içimizde gerçek manada bir çekişme hissedebiliriz.
Şimdi acıya ve onun “tehlike sinyali”ne olan olası üstünlüğüne geri dönelim.
Tıpkı zayıflama arzusunun açlığa baskın gelebildiği gibi, acıdan kurtulma
isteğine baskın gelmek de açıkça mümkündür. İşkenceye maruz kalanlar sonunda
pes edebilirler ama örneğin yoldaşlarına veya ülkelerine ya da ideolojilerine
ihanet etmeden önce kayda değer acılara katlandıkları bir aşamadan geçerler.
Doğal seçilim bireylerin kendilerini ülkeleri aşkına ya da ideolojileri,
partileri, grupları veya türleri uğruna feda etmelerini istemez (doğal
seçilimin herhangi bir şeyi “isteyebileceği” ölçüde). Doğal seçilim, acının
uyarıcı hissini etkisizleştiren bireylerin “karşısındadır.” Doğal seçilim
bizden hayatta kalmamızı veya daha spesifik olarak ürememizi "ister” ve
ülke, ideoloji veya bunların insan dışı muadillerini “umursamaz.” Doğal
seçilim söz konusu olduğunda tehlike sinyalleri, ancak göz ardı edilmeleri
imkânsızsa destekleneceklerdir.
Şimdi tüm felsefi zorluklarına rağmen,
eğer beynimizde gerçek katışıksız dayanılmaz acıdan ziyade bir “tehlike
sinyali” olsaydı Darwinci olmayan sebeplerden
ötürü (ülkeye, ideolojiye sadakat vb.) acının göz ardı edildiği örneklerin daha
sık yaşanacağını düşünüyorum. Acının dayanılmaz ızdırabını hissedemeyen,
bedenlerinde meydana edecek hasarların önüne geçmek için bir “tehlike sinyali”
sistemi kullanan mutantların ortaya çıktığını varsayın. Onlar için işkenceye
dayanmak kolay olurdu ve derhal casus olarak işe alınırlardı. Ama o zaman da
işkenceye katlanmaya gönüllü ajanlar yetiştirmek o kadar kolay olurdu ki
işkence bir zorlama yöntemi olarak kullanılmaktan çıkardı. Ancak yaban
koşullarda böylesi bir acısız tehlike sinyali kullanan mutantlar, beyinleri
gerçek acıyı hisseden rakip bireylerden daha iyi hayatta kalabilirler mi?
Acının alternatifi olan tehlike sinyali genlerini aktarmak için hayatta
kalabilirler mi? İşkence ve ideolojilere sadakat gibi özel durumları bir kenara
koyacak olursak bile, sanırım cevabın hayır olabileceğini görebiliriz. Ayrıca
bunların insan dışı muadillerini de hayal edebiliriz.
Belki ilginizi çekebilir, acıyı
hissedemeyen anormal bireyler vardır ve genellikle sonları pek iyi olmaz. “Anhidroz,
doğuştan ağrıya duyarsızlık sendromu” (CIPA), hastanın deri hücrelerinde acı
reseptörlerine sahip olmadığı (ve terlemediği, “anhidroz”un anlamı budur)
nadir bir genetik anormalliktir. Kabul etmek gerekir ki CIPA hastalarının,
çalışmayan acı sistemlerini telafi edecek dâhili bir “tehlike sinyali” sistemleri
yoktur ama onlara, bedenlerinde meydana gelecek hasarlardan kaçınma ihtiyacının
bilişsel olarak farkında olmalarının öğretilebileceğini düşünebilirsiniz;
öğrenilmiş bir tehlike sinyali sisteminin. Ama CIPA hastaları acıya olan
duyarsızlıklarının, yanıklar, kırıklar, yaralar, enfeksiyonlar, tedavi
edilmeyen apandisitler, göz küresinde iltihaplar gibi hoş olmayan çeşitli
sonuçlarına maruz kalırlar. Daha beklenmedik olarak, eklemleri de ciddi
hasarlara maruz kalır çünkü bizlerin aksine onlar uzun süre aynı pozisyonda
oturduklarında ya da yattıklarında pozisyonlarını değiştirmezler. Bazı
hastalar, gün içinde kendilerine pozisyonlarını sık sık değiştirmesini
hatırlatması için alarmlar kurarlar.
Bir “tehlike sinyali” sisteminin
beyinde faal hala getirilmesi mümkünse bile, doğal seçilimin onu acı siteminin
karşısında, sırf tehlike sinyali daha az nahoş diye desteklemesi için bir neden
yok gibi duruyor. Bizim varsayımsal olarak iyiliksever olan tasarımcımızdan
farklı olarak doğal seçilim, hayatta kalım ve üremeyi etkilemediği surece ,
acının yoğunluğuna karşı kayıtsızdır. Ve eğer doğanın altında yatan mekanizma
tasarımdan ziyade uygun olanın hayatta kalmasıysa bekleyeceğimiz üzere, doğa
çekilen toplam acıyı azaltma yönünde hiçbir adım atmıyormuş gibi gözüküyor. Stephen Jay Gould,
“Ahlaktan nasibini almamış doğa" adlı güzel makalesinde bu konulara
değinmişti. Ben de, bir önceki bölümün sonunda alıntıladığım, Darwin'in
lchneumon eşekarılarına karşı duyduğu tiksintinin Victoria dönemi düşünürleri
arasında oldukça yaygın olduğunu bu yazıdan öğrenmiştim.
lchneumon arılarının, içlerine
onları kemirecek larvalar vaat eden yumurtalarını bırakmadan önce kurbanlarını
öldürmeyip felce uğratmak şeklindeki davranışları ile doğanın genel olarak
acımasızlığı, Victoria dönemi teodisesinin önemli ilgi alanlarındandı. Neden
böyle olduğunu görmek kolay. Dişi arılar yumurtalarını, tırtıl gibi canlı böcek
avlarının içine bırakırlar, ama bunu, avlarını felce uğratacak ancak
öldürmeyecek şekilde iğneleri ile her sinir gangliyonunu arayıp bulmadan
yapmazlar. Tırtıllar, içlerinde büyüyen arı larvalarına taze ot sağlamak için
canlı tutulmalıdırlar. Larva da kendi üzerine düşeni, iç organları akıllıca bir
sırayla yemeye dikkat ederek yapar, önce yağ hücrelerini ve sindirim
organlarını yiyerek başlar ve hayati kalp ve sinir sistemini yani tırtılı son
ana kadar hayatta tutmaya yarayacak olanları, sona bırakır. Darwin’in acı acı
merak ettiği gibi, nasıl bir iyiliksever tasarımcı bunu akıl etmiş olabilir?
Tırtılların acı çekip çekmediklerini bilmiyorum. Samimi şekilde umuyorum ki
çekmiyorlardır. Ama bildiğim bir şey varsa o da doğal seçilimin, eğer iş
onların hareketlerini basitçe felce uğratarak daha ekonomik şekilde tamamlanabilecekse,
acılarını dindirmek için herhangi bir adım atmayacağıdır.
Gould, on dokuzuncu yüzyılın önde
gelen yerbilimcilerinden olan ve etçillerin neden olduğu acılara atfetmeyi
başardığı iyimserlikten teselli bulan Peder William Buckland'ı alıntılar:
Dolayısıyla hayvanların
varlıklarının olağan sonu olan etçillerin sebep olduğu ölümler, ana sonuçlarına
bakıldığında hayırseverliğin dağıtımıymış gibi görünüyor, zira bu; evrensel
ölümün acısını büyük oranda azaltır; canlılar âleminden, hastalıkların,
tesadüfi kazaların ve yavaşça çürümenin ızdırabını azaltır hatta neredeyse
oltadan kaldırır; ve aşırı nüfus artışının önüne faydalı bir kısıt koyarak
yiyecek kaynaklarının daima talebe uygun kalmasını sağlar. Sonuç ise karaların
yüzeyleri ve denizlerin derinliklerinin, yaşamdan aldıkları haz yaşam
süreleriyle uyuşan ve var olmaları için kendilerine bahşedilmiş kısacık zaman
dilimlerinde, yerine getirmek üzere yaratıldıkları işlevleri neşeyle yerine
getiren canlılarla dolup taşmasıdır.
Ne şanslılar,
değil mi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder