İnsan bedenini oluşturan elementlerin formülü budur. Kimyasal
açıdan belirli atomların bir karışımıyız. Bedenin çoğunluğu hidrojenden
oluşur: örneğin her kobalt atomuna karşın neredeyse 400 milyon hidrojen atomu
bulunur. Ağırlık olarak o kadar çok oksijen ve karbon içeriyoruz ki tüm evrende bir
benzerimiz olmadığını ileri sürebiliriz.
Bedenimizde bulunmayan bir
element bize önemli bir öykü anlatıyor. Tüm evrende en sık rastlanan atom olan
helyum, elektronların diğerleriyle alışveriş yapmasını neredeyse olanaksız
kılan bir içyapıya sahip. Bu alışveriş olmadan da yaşamı belirleyen
metabolizma, üreme ve büyümeyle ilgili kimyasal tepkimelerde bulunamıyor. Öte
yandan evrende oksijen ve karbon helyuma oranla yirmi kez daha ender
bulunuyor. Oysa bu atomlar değişik elementlerle etkileşime girerek canlı
varlıklar için vazgeçilmez olan çeşitli kimyasal bağlantılar oluşturabiliyor.
Grup halinde bulunan atomlar arasında tepkime olağandır; tek başına olanlar
için ise bu geçerli değildir.
***
Neil Shubin'in
İçimizdeki Evren kitabından
Atomların oranları beden
yapımızın yalnızca bir bölümünü oluşturur. Beden, Rus matruşkaları gibidir:
minik parçacıklar atomları oluşturur, atom grupları molekülleri ve moleküller
bir araya gelerek çeşitli tepkimelerle hücrelerimizi, dokularımızı ve
organlarımızı oluştururlar. Tüm bu kademeler, parçaların tamamından daha üstün
özellikler sağlar: karaciğerinizdeki her bir atomla ilgili tüm bilgilere sahip
olabilirsiniz ama bu size karaciğerinizin nasıl işlediğini öğretmez. Küçük
parçaların yeni özelliklere sahip birimlere dönüşmesi olan hiyerarşik
yapılanma, Dünya'mızın oluşumunun temelidir ve sonunda evrenle, güneş sistemi
ile ve gezegenimizle derin bağlantılarımızı ortaya koyar.
Bugün biyoloji ile ilgili
bilimsel bir dergiye bakarsanız ilişkiler silsilesini görebilirsiniz.
İnsandan, safkan bir ata, şampiyon bir Hereford'a kadar her yaratığın bir soy
ağacı; bir şeceresi vardır. Bu soy ağaçları canlıların birbiriyle akrabalık
derecelerini gösterir: birinci kuşak kuzenler ikinci kuşaklardan daha fazla
birbirlerine yakındır. Şecereyi bilmek, değişik varlıkların birbirine olan
bağlantısını, türlerin nasıl oluştuğunu ve bazılarının diğerlerine oranla
hastalanmaya neden daha yatkın olduğunu anlamamızı sağlar. Doktorlar bu yüzden
muayene sırasında ailenin geçmişini araştırırlar.
Çağdaş biyoloji sayesinde aile geçmişimizin
diğer bütün canlıları kapsadığını biliyoruz. Bu ilişkilerin aydınlanması için
değişik türleri ayrıntılı biçimde kıyaslamamız gerek. Canlıların özellikleri
yaşamdaki düzeni ortaya koyar: yakın akraba olanlar daha uzaktakilere oranla
daha fazla özellik paylaşırlar. Bir ineğin bir sineğe oranla insanlarla
paylaştığı daha fazla organ ve gen var: Saç, sıcakkanlılık ve süt bezleri
memelilerde vardır ama böceklerde yoktur. Biri memeli ve tüylü bir sinek
buluncaya kadar, sineklerin inekler ve insanlarla uzak akraba olduğuna inanacağız.
Bu kıyaslamaya balıkları da eklerseniz onların sineklere oranla inekler ve
insanlarla daha yakın akrabalığı bulunduğunu görürsünüz. Bunun nedeni
paylaşılan özelliklerdir: balıkların da insanlar gibi omurgaları, kafatasları
ve uzantıları vardır. Aynı mantığı her türe uygulayacak olursak insanların,
balıkların ve sineklerin soy ağaçlarının gezegendeki milyonlarca diğer türle
olan ilişkisi ortaya çıkar.
Peki, neden kendimizi yalnızca
canlı varlıklarla kısıtlayalım?
Güneş hidrojen yakar. Diğer
yıldızlar oksijen ve karbon yakar. Ellerimizi, ayaklarımızı ve beynimizi
oluşturan temel atomlar yıldızların yakıtım oluşturur. Üstelik evrenin derinliklerine
kadar uzananlar yalnızca bedenimizdeki atomlar değildir: bedenimizi oluşturan
moleküller de evrende mevcuttur. Yapıtaşlarımız olan proteinler ve daha büyük
moleküller -aminoasitler ve nitratlar- göktaşları ile Dünya'mıza yağmakta ve
Mars'ın kayalık yüzeyinde ya da Jüpiter'in uyduları üzerinde bulunmaktadır.
Oysa eğer kimyasal kuzenlerimiz yıldızlarda, göktaşlarında ve diğer göksel
cisimlerde bulunuyorsa, evrenle olan en derin bağlantılarımızın ipuçları da
tepemizdeki gökyüzünde demektir.
Gökyüzünde şekiller belirlemek
-gökadaların biçimlerini, gezegenlerin özelliklerini belirlemek ya da ikiz
yıldızları birbirinden ayırmak- hiç de kolay değil. Gözlerin karanlığa alışması
zaman alır, görmeye başlaması da öyle. Gözlerinizi karanlıktaki biçimleri
görmeye alıştırmanız gerekir. Bir teleskop ya da dürbün aracılığı ile
yıldızların puslu görüntülerini seçmeye gelince, hayal gücü ve beklentiler,
boşlukta birtakım seraplar oluşturabilir. Bunlardan arınmak ve uzaydaki donuk
nesneleri görebilmek için çevresel bir görüş gerekir; gözlerimizin ışığa en
duyarlı bölümü ile ölgün ışığı seçebilmeli ve puslu görüntüleri birbirinden
ayırabilmeliyiz. Gökyüzüne bakmayı öğrendiğimiz zaman renkler, derinlik ve
şekiller tepemizdeki âlemde biçimlenmeye başlar, tıpkı tozlu bir çölde
ayaklarımızın altında ortaya çıkıveren bir fosil kemiği gibi.
Göksel nesneleri ayırt etmek,
gökyüzünü görmeyi öğrenmek için atılan ilk adımdır. Kuşaklar boyu bir evde
asılı duran bir tablo gibi, bugün karşılaştığımız göksel manzara,
anne-babamızın, büyük anne-babalarımızın hatta maymunsu atalarımızın
gördüklerinin hemen hemen aynısıdır. İnsanlık kuşaklar boyu sadece gökyüzünü
görmekle kalmamış, onunla bağlantımızı anlamanın çeşitli yollarını bulmuştur.
Yıldızlarla olan ilişkilerimiz, 20. yüzyılın başlarında
Harvard Bilgisayarlarının bulgularıyla büyük bir değişikliğe uğradı. O zaman
Harvard'daki gözlemevinin müdürü olan Edward Charles Pickering ciddi
hesaplamalar ve tahliller gerektiren bir sorunla uğraşıyordu. Gözlemevinde
takımyıldızlarla, yıldızlarla ve nebulalarla ilgili o kadar çok resim
çekilmişti ki bunları düzene koymak çok zordu. O dönemde bugünkü dijital
bilgisayarlar yoktu, bu yüzden hesaplamalar elle yapılmak zorundaydı.
Pickering son derece hasisti ve bir keresinde mevcut personeline aynı işi
evindeki hizmetçisine yarı fiyata yaptırabileceğini dahi söylemişti. Bu yeni
fikir çok hoşuna gitti ve hizmetçisi Williamına Fleming'i gözlemevinde
görevlendirdi.
Williamina Fleming yirmi bir
yaşında ve bir erkek çocuk annesi iken kocası onu beş parasız bırakarak terk
etmişti. Pickering önce onu temizlikçi olarak işe aldı, sonra da iddiasına
uygun olarak göksel görüntüleri düzenlemesi için gözlemevine getirdi. Büyük
bir bağış alınca da gruba birkaç kadın daha ekledi. Pickering'in asla
beklemediği ise, bu ekipten o dönemin, hatta her dönemin en ünlü
astronomlarının çıkması idi.
Bir rahibin kızı olan Henrietta
Leavitt 1895'te gözlemevinde önce gönüllü olarak, daha sonra da saatte otuz
sentlik bir ücretle çalışmaya başladı. Okulda iken astronomiye büyük ilgi
duymuştu ve bu tutkusu uzun yıllar yıldızlar ve nebulalarla ilgili resimleri
kataloglamak gibi beyni sulandıran bir görevde ona çok yardımcı oldu.
Leavitt gökyüzündeki yıldızların
ışıklarının farklı renk ve parlaklıkta olduğunu biliyordu. Bazı yıldızlar soluk
ya da küçük; diğerleri ise parlak ve büyüktü. Doğal olarak, yıldızın gerçek
parlaklığının ne olduğunu kestirmek olanaksızdı, soluk bir ışık veren bir
yıldız aslında uzaklarda kocaman ve parlak bir yıldız ya da daha yakınlardaki
donuk ışık veren bir yıldız olabilirdi.
Leavitt günler ya da aylar boyu
ışığı sürekli olarak bir parlayıp bir sönen bir yıldızdan çok etkilendi. Bin
yedi yüz yıldızın haritasını çıkarırken onların ölçümleyebildiği tüm özelliklerini
kayda aldı; ne kadar parlak olduklarını, gökyüzünde nerede bulunduklarını,
çeşitli yıldızların ne kadar çabuk parlayıp söndüklerini. Tüm bu bulgularda
Leavitt olağanüstü bir düzen gözlemledi: yıldızların parlayıp sönme hızları ile
gerçek parlaklıkları arasında düzenli bir bağlantı vardı.
Leavitt'in bu görüşü çok gizemli
gelebilir ama son derece önemlidir. Işığın belli bir hızla yol aldığı
ilkesinden hareketle ve bir yıldızın ne zaman parlak ne zaman sönük göründüğünü
bilerek yıldızın Dünya'ya olan uzaklığı hesaplanabilirdi. Bu görüşü ile
Henrietta Leavitt bize uzayın derinliklerindeki mesafeleri hesaplayacağımız bir
cetvel sağladı.
Leavitt'in bu keşfinin ne denli
büyük bir değişim yaratma gücüne sahip olduğunu anlayabilmek için o dönemdeki
astronominin durumunu anımsamak gerekir. Galileo'dan Pickering'e gelinceye
kadar insanlar gökyüzüne baktılar ve gezegenleri, nebulaları ve puslu ışıkları
giderek daha belirgin bir şekilde gördüler. Ama asıl sorun şuydu? Evren ne
kadar büyüktü? Yalnızca bizim galaksimizden ve Samanyolu'ndan mı ibaretti?
Leavitt'in 1912'de fikrini
açıklamasından hemen sonra diğer astronomlar da hesap yapmaya ve bunu gökyüzüne
uygulamaya başladılar. Hollandalı bir bilgin yıldızlar arasındaki mesafeyi
ölçmek için Leavitt'in cetvelinden yararlandı. Bununla muazzam bir sayıya
ulaştı: galaksi hayal edilemeyecek kadar genişti. Daha sonra Leavitt'in
buluşundan yararlanan Edwin Hubble zamanın en büyük teleskopunu kullanarak
evrenle ilgili görüşümüzü bir anda değiştirecekti.
1918'de, hukuk öğrencisi iken astronomiye
merak saran Oxford Üniversitesi öğretim görevlisi Hubble, muazzam boyuttaki
yeni Mount Wilson teleskopunu kullanarak Leavitt'in ünlendirdiği yıldızlardan
birini bulmaya çalıştı. Bu yıldız çok özeldi: gökyüzünde tek başına değil, o
zamanlar Andromeda Nebulası olarak bilinen bir gaz bulutu içindeydi. Hubble
ölçüm için Leavitt'in cetvelini kullanınca şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştı:
yıldız ve aslında içinde bulunduğu nebulanın tümü bizden o güne kadar
ölçülememiş bir uzaklıktaydı. Bu nesnenin galaksimizdeki bütün yıldızlardan
daha uzak olduğunun fark edilişi ile oyunun kuralları değişti. Bu nebula bir
gaz bulutu değildi, bizden sayısız ışık yılı uzakta olan, tümüyle ayrı bir
galaksi idi. Bunun üzerine Andromeda Nebulası, Andromeda Galaksisine dönüştü ve
tepemizdeki âlem olağanüstü bir genişliğe ve neredeyse tanımlanamayacak bir
geçmişe büründü.
Hubble o güne kadarki o büyük
teleskopu kullanarak Leavitt'in değişken yıldızlarının haritasını çıkardı.
Andromeda ve Samanyolu Galaksileri yalnızca buzdağının görünen bölümüydü; uzay
milyarlarca yıldızdan oluşan başka galaksilerle doluydu. Yüz yıldır puslu gaz
bulutları gibi görülmüş olan nesnelerin çoğunluğu kendi galaksimizin çok
ötelerinde bulunan yıldız topluluklarıydı. İnsanların Dünya'nın yaşını saptamaya
çalıştığı ve bunun on ila yüz milyon yıl olduğunu varsaydığı bilimsel bir çağda
evrenin yaşı ve boyutları, gezegenimizin sayısız galaksiler içinde minicik bir
nokta olduğunu ortaya çıkardı. Ve bunların hepsi, insanların gökyüzüne yeni
bir gözle bakmayı öğrenmesi sonucunda gerçekleşti.
Hubble gökyüzündeki nesneleri
ölçmek için başka bir yöntem uyguladı. Bu yöntemin esası, ışığın bir özelliğine
dayanıyordu. Bize doğru gelen bir kaynaktan yansıyan ışık daha mavi, bizden
uzaklaşan bir nesnenin ışığı ise daha kırmızı olur. Bu renk değişimi, ışığın
dalgalarının birtakım özelliklerine sahip olmasındandır; size doğru ilerleyen
bir kaynaktan çıkan tek bir dalga sizden uzaklaşana oranla daha yoğun görünür.
Renk dünyasında da birbirine yakın dalgalar spektrumun mavi ucundadır,
birbirinden ayrı olanlar ise kırmızı ucunda. Leavitt'in yöntemi uzayın
derinliklerindeki mesafeleri ölçmek için kullanılan bir cetvel ise, ışıktaki
renk değişimlerini araştırmak da hızı ölçmekte kullanılan bir radar tabancası
idi.
Hubble bu aygıtı kullanırken
şaşırtıcı bir düzene tanık oldu: yıldızlar kırmızıya dönük ışık saçıyordu.
Bunun bir tek anlamı olabilirdi: yıldızlar bizden uzaklaşmakta ve evren
genişlemekteydi. Bu genişleme gelişigüzel değildi; gökyüzü ortak bir merkezden
dışa doğru dağılmaktaydı. Zamanı geriye alırsak, gökyüzündeki tüm varlıklar çok
uzun bir süre önce merkezi bir noktada bulunmaktaydı.
Bu görüş herkes tarafından
beğenilmedi; aslında bazı uzmanlar bundan nefret ettiler. Evrenin kökeniyle
ilgili bir sürü karşıt varsayım ortaya çıktı. Bunlardan biri Hubble'ın tezini
alaya alarak ona "Büyük
Patlama" adım verdi. Hubble'ın ya da bir başkasının varsayımında eksik
olan, namlusu tüten bir tabancaya benzer, geçerli bir kanıttı.
Asıl kırılma noktası, insanların
birbiriyle iletişim kurma gereksiniminden kaynaklanan bir rastlantı oldu.
1950lerin sonlarında telsiz teknolojisindeki ilerlemeler ve gelişen uluslararası
ticaret ve işbirliği sonucu okyanus ötesi radyo, TV ve diğer sinyallerin
ulaştırılması gereği duyuldu. NASA bu amaçla Eko 1 kod adıyla özel bir uydu
tasarladı. Büyük, parlak bir metal balonu andıran bu uydu Dünya'nın bir
yanından öbür yanına gönderilen sinyalleri yansıtacaktı. Bu sistemdeki sorun,
Dünya'ya geri dönen sinyallerin çoğu kez yorumlanamayacak kadar zayıf
olmasıydı.
O dönemde yaratıcı
bilginlerce cennet sayılan AT&T Bell Laboratuvarları'nda görevli olan Amo
Penzias ve Robert Wison, NASA'nın Eko 1 uydusundan yansıyan son derece zayıf
mikrodalga sinyallerini yakalayabilecek bir radar çanağı üzerinde
çalışmaktaydılar. Büyük miktarda zaman, para ve çaba harcayarak sonunda bu iş
için özel bir radar çanağı yaptılar. Derken 1962'de NASA sinyalleri yansıtmayan
ama kendi gücüyle aktaran Telstar uydusunu fırlattı. Ne yazık ki Penzias ve
Wilson'un çanağı artık NASA'nın işine yaramıyordu.
Olayın bir de iyi yanı vardı:
artık hiçbir öncelik baskısı altında olmayan Penzias ve Wilson çanaklarını
gerçek hedefleri doğrultusunda geliştirdiler: uzaydan Dünya'ya gelen radyo
dalgalarını izlemek. Oysa yeni aygıtları bu iş için uygun değildi. NASA için
son derece hassas olması gereken çanağı çalıştırmak bir karabasandan farksızdı.
Bir TV'deki parazitler gibi en ufak bir sinyali ve gürültüyü alıyordu.
Bu gürültüyü engellemek için
gösterdikleri çaba, tüylü bir halıda bir iğne aramayı andırıyordu. Önce
radyoların verdiği sinyalleri temizlemeye çalıştılar. Hiç yararı olmadı;
parazitler devam etti. Sonra detektörü moleküllerin neredeyse hiç hareket
edemediği -270 santigrat dereceye kadar soğutmayı denediler. Parazitler sürdü.
Detektörün içine tırmandılar ve kuşların pislikleri ile içerisini kirletmiş
olduğunu gördüler. Bunları temizlemek biraz işe yaradı ama parazitlerin önü
alınamadı. Arka plandaki bu gürültüler gece gündüz sürüyordu ve beklediklerinden
neredeyse yüz kat daha fazlaydı.
Penzias ve Wilson bilmiyorlardı
ama Princeton'da bir grup bilgin bilgisayar modellerinden yararlanarak bir
varsayım geliştirmişlerdi: eğer büyük bir patlama olduysa bir miktar
"enerji" uzayda kalmış olmalıydı, tıpkı bir patlamadan sonra oluşan
duman gibi. Bu olaydan sonra 13,7 milyar yıl süren soğuma ve genişleme sonucu
bu radyasyon her yerde bulunmalı ve belli bir dalga boyunda olmalıydı. Bu, son
derece belirgin bir nicel varsayımdı ve saçmalığa yer vermiyordu. Penzias ve
Wilson'un bir dostu onlara bu raporları gösterir göstermez statik
engellemelerin gerçek anlamını kavradılar. Arka planda duydukları şey gürültü
değil bir sinyaldi. Ve bu, söz konusu varsayıma son derece uygundu. Penzias ve
Wilson Büyük Patlama'nın kalıntılarını keşfetmişlerdi ve bu keşif onların 1978'de
Nobel Ödülü'nü almalarını sağladı.
***
Bir fosil avcısı olarak birtakım kalıntılar bulmak için
toprağı kazarım. Oysa her astronom bir tür taşılbilimcidir. Carl Sagan'ın
dediği gibi, gözlemlediğimiz yıldızların ışığı uzun süre önce gerçekleşmiş
kimyasal tepkimelerle oluşmuştur. Uzayın genişliği düşünüldüğünde gözümüze
vuran ışık bir yanılsama değil gerçektir; türümüzün doğumundan, hatta bazen
Dünya'mızın oluşumundan önceki dönemden gelen bir ziyaretçi. Bu zaman yolcuları
her gece bizi ziyaret ederler ve geçmişimizi yeniden yapılandırmak için
yıldızların ışığını ve ışınımını yeni yöntemlerle görmeyi öğrenmemiz gerekir.
İnsanoğlu binlerce yıldır
kendisini evrenin merkezinde oturan bir gezegenin üzerindeki yaşamın en uç
noktası olarak gördü. Bilim bu görüşü değiştirdi.
Leavitt, Hubble ve diğerleri
bizim kocaman bir galaksinin bir kenarında, bir galaksiler evreninde
yaşadığımızı ve gezegenimizin birçok dünyadan biri olduğunu görmemize yardımcı
oldu. Darwin ve diğer dirimbilimciler de görüşlerini açıkladılar: türümüzün
tamamı Dünya'daki tüm yaşamla dolu olan kocaman bir soyağacının minicik bir
sürgününden ibaret, öte yandan bizi yaradılışın merkezinden belirsiz bir köşeye
doğru iteleyen her keşif, bizimle, diğer türlerle ve tüm evrenle ilişkilerimize
yeni bir bakış açısı oluşturuyor. Evrendeki tüm galaksiler, gezegendeki her
yaratık gibi, yeryüzündeki her atom, molekül ve beden gibi birbirine sımsıkı
bağlı. Ve bu bağlantı 13,7 milyar yıl önceki tek bir noktada başlıyor.
YILDIZLAR DOĞUYOR
Tarihçesi okyanuslara, ırmaklara, savan düzlüklerine dayanan
bir tür olarak biz insanların duyguları kara ve denizdeki kimyasal ve fiziksel
dünyaya odaklanmıştır; görebildiğimiz ya da işitebildiğimiz düşmanlara, avlara
ve dostlara. Geçmişimizde başka boyutlara geçme, milyarlarca yılı ölçme ya da
ışık yıllarının sonsuzluğunu fark etme yeteneğine sahip olmadık. Bu
algılamalara ulaşmak için yeryüzündeki varlığımızda işimize yarayan aygıtları
yeniden düzenlemekteyiz. İnsan mantığı, yaratıcılığı ve keşifleri duygularımızı
ve düşüncelerimizi zamanın ve uzamın derinliklerine yönlendirmekte.
13,7 milyar yıl önceki fiziksel
durum gerek düş gücümüzü gerekse elimizdeki aygıtları aşıyor. Yerçekimi ve
elektromanyetizma; çevremizde hareket halindeki tüm güçler bağımsız bir varlığa
sahip değillerdi. Bugün bildiğimiz anlamdaki madde de o zaman yoktu. Evreni
oluşturacak her şey sımsıkı bir şekilde belirli noktada toplanmıştı ve ortada
muazzam bir enerji vardı. Böyle bir evrende küçük parçacıkların fiziği, kuantum
mekaniği, daha büyük cisimlerin fiziği ve genel görelilik her şeyi kapsayan ve
halen meçhul olan tek bir teorinin parçasıydı. Bunun ne olduğunun açıklanması
için bir sonraki Einstein'ı beklemek gerekiyor. Hayatının yaklaşık ilk 0,000000000(X)00000000(X)000(XXX)0000
0000000001 saniyesi boyunca evrenin ısısı aşağı yukarı 1.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000
santigrat dereceydi ve olması beklenenler yavaş yavaş daha belirginleşiyordu.
Bu dönemde evrende çok hızlı bir genişleme baş gösteriyor. Büyük Patlama
nesnelerin birbirinden ayrılması ile oluşan bir patlama değil; uzayın kendisi
genişliyor. Bu genişleme ile zaman içinde soğuma başlıyor. Evren soğuyup genişledikçe
bugünkü Dünya'mızı oluşturan güçler ve parçacıklar ortaya çıkıyor.
Einstein'm E=mc2
bağıntısı evrenin başlangıcındaki olayların anahtarını oluşturuyor. Bu denklem
enerji (E) ile kütle (m) arasındaki ilişkiyi ortaya koymakta. Işık hızı (c) çok
büyük bir rakam olduğundan 30 gramlık bir kütleyi oluşturmak için muazzam
enerji gerekiyor. Bunun tersi de geçerli: son derece küçük bir kütle
olağanüstü miktarda enerjiye dönüştürülebilir.
Büyük Patlama'dan sonraki
saniyenin trilyonda biri kadar sürede evren bir beysbol topu boyutundaydı. Bu
ilk dakikalarda evrende bulunan enerji olağanüstü boyutta bir kütle oluşturmaya
yeterliydi. Uzay genişledikçe, Einstein'ın denklemine uygun olarak enerji de
kütleye, bu durumda kısa ömürlü parçacıklara dönüştü. Böylesine sıcak ve küçük
bir evrende her şey kararsız durumdaydı: parçacıklar oluştu, birbiriyle
çarpıştı, parçalandı ve bu süreç milyarlarca ve milyarlarca kez tekrarlandı.
Tarihin bu dönemindeki
parçacıklar iki karşı türdendi: madde ve karşımadde. Madde ve karşımadde
birbirinin tersidir ve temas ettiklerinde birbirini yok eder. Enerji kütleye
dönüşürken, madde ve karşımadde unsurlar oluşup çarpıştılar. Bu çarpışmaların
çoğunda parçacıkların çoğu yok oldu. Eğer bu durum sürseydi insanlar, Dünya ve
hatta Samanyolu oluşamazdı. Parçacıklar neredeyse oluştukları anda yok
oldular. Maddenin karşımaddeye olan ufacık bir üstünlüğü (bununla yüzde birin
milyarda birini kastediyoruz) maddenin evrene egemen olması için yeterliydi. Bu
ufacık dengesizlik sayesin de, fizikçi Lawrence Krauss'un dediği gibi, hem
atalarımızın soyundan hem de karşımaddeden yüzde birin milyarda biri kadar
fazla olan maddenin soyundan gelmekteyiz.
Bir saniye içinde evrenimiz kısa
süreli de olsa tanıyabileceğimiz varlıklar meydana getirmeye başladı. Bunlar
bugün en büyük atom parçalayıcılarının bazılarında bir an ortaya çıkıp kaybolan
lepton, boson ve kuark gibi atomdan küçük parçacıklardır..
Evrenin doğuşundan üç dakika
kadar sonra Dünyadaki başlıca örnekler oluşmaya başladı; bu, genç bilim öğrencilerinde
şaşkınlık ya da kaygı uyandıran bir şemadır: periyodik cetvel. Çekirdek
ağırlıklarına göre tanınan tüm elementlerin çizelgesi. Bu dönemle ilgili
hazırlanan şema öğrencilerimizi rahatlatacak: burada sadece üç kutu var:
hidrojen, helyum ve birazcık da lityum.
Hidrojen ve helyum evrende en sık
rastlanan elementlerdir. Hidrojen evrendeki tüm maddenin yaklaşık yüzde 90'ını
oluşturur, helyum ise yaklaşık yüzde 5'ini. İnsanları ve yıldızları oluşturan
ve bunların yaşamlarında rol oynayan tüm diğer elementler sadece bir toplama
işlemi hatasıdır.
Evrendeki her oluşum bu yapı
taşlarından meydana gelir. 300.000 yıl sonra evren yeterince soğumuş ve
genişlemiş olduğundan gerçek atomlar oluşabildi. Çekirdekler elektronları
yörüngelerine çekebildiler. Bu yeni birleşim, atom çekirdeğinin çevresindeki
elektronlar, bugünkü yaşamımızın her anında yaşadığımız tepkimelerin
kaynağıdır.
Bugün her gün elektronların pazar
yerinde yaşıyoruz, alışverişler saniyenin milyonda biri içinde yapılıyor. Ben
bu kitabı yazarken ve siz okurken bu değişimlerin oluşturduğu enerjiyi
kullanmaktayız. Bedenlerimizdeki moleküller günlük alışverişlerinde bu enerji
yüklü minik parçacıkları değiştokuş ediyorlar. Bazı elektron hareketleri
enerjiyi açığa çıkarıyor;
bunun sonucunda oksijen içeren tepkimeler oluşuyor. Diğer
tepkimeler atomları moleküllere ya da molekülleri birbirine bağlıyor. Bu günlük
alışverişler, gezegendeki atmosferde, iklimde ve yeryüzündeki her yaratığın
metabolizmasında oluşan tepkimeleri belirliyor. Bir elma yediğinizde ondaki
elektronlar metabolizmanızdan geçerek hücrelerinizi güçlendirir. Elmanın
içindeki elektronlar ise yerdeki ve gökten yağan sulardaki minerallerden
gelir. Her ikisindeki elektronlar da yıllardan beri Dünya'mızın etrafında
turlamıştır. Ve tüm bunlar gezegenin, güneş sisteminin ve hatta yıldızların oluşumundan
önce gerçekleşti.
Genişleme ve soğuma sahneyi hazır
etti: parçacıklar bir araya gelip çekirdeği oluşturdu, çekirdekler
elektronlarla birleşip atomları oluşturdu ve farklı atomlar şimdi daha büyük
varlıklar oluşturmak için gerekli olan alışverişi yapabilirdi. Bir önemli
olayın daha gerçekleşmesi gerekiyordu: yerçekimi.
Büyük Patlama'dan yaklaşık bir
milyon yıl sonra evren yerçekiminin oluşmasına yetecek ölçüde soğumuş ve
genişlemişti. Uzayda düzen, güçler dengesi ile sağlanmaya başladı: yerçekimi
nesneleri kendine çekerken ısı ve karanlık enerji gibi daha gizemli güçler
onları itmekteydi. Tüm bu ilişkiler, evrende gaz bulutlarının biçimlenmesinden
yıldızlara, galaksilere ve gezegenlere kadar gördüğümüz her şeyi oluşturdu.
Daha da önemlisi, bu güçler, bir tarafta yalnızca iki, öbür yanda ise yüzlerce
element bulunan periyodik cetvelin kimyasını da açıklamakta.
Gezegenimizi ve bedenimizi
oluşturan atomlar, yaklaşık 13,69 milyar yıl önce var olan üç atomdan nasıl
meydana geldi?
Periyodik cetvelde, hidrojen ve
helyum gibi hafif elementlerden oksijen ve karbon gibi daha ağır elementlere
kadar hepsi, daha da büyük bir çekirdek oluşmasıyla ortaya çıkıyor. Doğru
koşullarda iki ufak çekirdek bir araya gelip daha büyük bir çekirdek
oluşturuyor. Bu birleşimin hesaplanma çekirdeklerin yapısına bağlı. Çoğunlukla
1+1=2 diyemiyoruz- çekirdekler bu basit hesaplamaya bağlı olarak bir araya
gelip yeni bir çekirdek oluşturmuyor. Çoğu kez yeni çekirdek bunların
toplamından daha hafif ve arada bir kayıp yaşanıyor. Oysa Einstein'ın E=mc2
denklemine dayanarak maddenin gerçekte yok olmadığını, enerjiye dönüştüğünü
biliyoruz. Bu füzyon tepkimeleri olağanüstü boyutta enerji üretiyor.
İnsanoğlu füzyon enerjisini yönlendirmeye
çalıştı ama normal koşullarda atom çekirdekleri kendiliğinden kaynaşmıyor.
Bunun başlaması için çok miktarda enerji gerek. Hidrojen bombasının babası olan
Edward Teller, bu ilkeden hareketle, bir atom bombasını çekirdeklerin
birleşmesini sağlayan bir başka makineye bağlayarak ilk füzyon aygıtını yaptı.
Atom bombaları füzyon yani çekirdek parçalanması ile çevreye enerji salarlar;
füzyonun gerçekleşmesi başlangıçta fazla enerji gerektirmez. Teller, meslektaşı
Stanislaw Ulam ile birlikte Pasifikteki Enewetak adasında küçük bir fabrika çapında,
kod adı Ivy Mike olan bir sistem oluşturdu. 1952'deki denemede atom bombasının
enerjisi reaktördeki hidrojen atomlarının kaynaşmasını sağladı ve olağanüstü
bir patlama gerçekleşti. Teller bu patlamayı Berkeley'deki Kaliforniya
Üniversitesi jeoloji bölümü binasının bodrumunda bulunan bir sismograftan
izledi. Enewetak Adası'nın ortasında kocaman bir delik açıldı, adadaki gümrah
mercan kayalıklarının parçaları 20 km uzağa saçıldı. Kalıntıları inceleyen
bilginler patlamanın çevresinde, gezegende daha önce hiç görmedikleri yeni
elementler oluşturan bir sürü kocaman çekirdek keşfettiler. Bilginler atomun
içindeki enerjiden kaynaklanan bu elementlere einsteinyum ve fermiyum adım
verdiler.
Füzyon tepkimeleri, yıldızların
ısısını sağlayan atom enerjisidir. Öte yandan Teller-Ulam aygıtı ile
gökyüzündeki nesneler arasında önemli bir fark var. Teller füzyon tepkimeleri için
bir atom bombası kullandı, oysa yıldızlardaki tepkimeler yer çekimine bağlıdır.
Bugün bu tür tepkimelerin belirtilerini
görebiliyoruz. Çevresel bir açıdan Orion takımyıldızına yeterince uzun bakar,
kemerindeki hançeri oluşturan üç yıldıza yoğunlaşırsanız, hava koşulları uygun
ise Orion Nebulası diye bilinen puslu bölgeyi seçebilirsiniz. Bir teleskopla
bakıldığında nebula daha somutlaşır ve bir sürü küçük yıldız içeren geniş bir
buluta dönüşür. Nebulanın kendisi kocaman bir gaz alanıdır ve evrenin ilk
oluşumuna benzer bir biçimde yaklaşık yedi yüz yıldız doğmaktadır. Nebula ile
aramızdaki mesafeyi düşündüğümüzde binlerce yıl önce oluşmuş bebek yıldızları
görmekteyiz.
Yıldızların oluşumu sürecinde gaz
alanları o kadar büyür ki ne kadar çok parçacığı kendilerine çekerlerse bulut
içindeki yerçekimi o kadar büyür. Gaz bulutu kitlesi kritik bir değişim noktasını
aşar ve yerçekimi tüm gazın merkezde bir noktaya akmasına yol açar. Yerçekimi
elementlerin tüm çekirdeklerini kendine çeker ve bir araya getirir. Bu,
çekirdeği yeni bir birleşim oluşturmaya zorlar; bir proton yerine, iki protona
sahip daha ağır bir çekirdek oluşur. Öte yandan bu yeni çekirdek onu oluşturan
parçaların toplam ağırlığından daha hafiftir. E=mc2 denklemi uyarınca, kayıp
kitle, yıldızın merkezine doğru çekimi gerçekleştiren muazzam bir enerjiye
dönüşür; yerçekimi elementleri kendine çekerken füzyon tepkimelerinin ısısı
bunları ayırır.
Yıldızlar önce bir tür yakıt
kullanan ve bu tükenmeye yüz tutunca başka bir yakıta geçen bir motor gibidir.
En sıradan yıldız, en küçük atom olan hidrojeni kullanarak helyum oluşturur.
Güneş bu sıradan yıldızlardan biridir. Zamanla, hidrojen tüketilirken,
koşullar uygunsa, yıldız ürettiği helyumu kaynaştırmaya başlar. Bir süre helyum
tüketerek daha ağır elementler meydana getirir. Helyum azalınca, füzyon tepkimeleri
bu daha ağır elementleri tüketmeye başlar. Ve bu böylece sürer gider. Bu süreç oksijen, karbon ve daha ağır
atomların oluşmasına yol açar. Yıldızların içindeki bu füzyon tepkimeleri ile
periyodik cetvel yalnızca iki elementten daha fazlasına yönelmektedir.
Yıldızlar, fizik ve kimya
yasalarının belirlediği durma noktasına ulaşıncaya kadar daha da ağır atom
yakıtları tüketebilirler. O noktada demir elementinin periyodik cetvelde özel
bir yeri vardır. Demirden daha küçük elementler kaynaşıp muazzam bir enerji
meydana getirirler. Demirden büyük elementler de kaynaşabilirler ama atom
çekirdeklerinin yapısı nedeniyle daha az enerji oluştururlar. Bu daha büyük
çekirdekler için füzyon tepkimesinin ortaya çıkardığından daha fazla enerji
gerekir. Örneğin, bir santralin nükleer reaktöründe demir kullanılıyorsa, o
reaktöre sağlanan enerjiden daha azı elde edilir.
Bu denklem bir yıldız için bir
kayıp, ama bizim için muazzam bir kazançtır. Bir yıldız tüm daha hafif elementleri
tüketip yakıt tüketimi açısından periyodik cetvelin üst düzeyine tırmanırken,
demir merkezde birikir. Demir birikimi arttıkça, füzyon için gereken yakıt tüketildikçe,
nükleer füzyon tepkimeleri sona erer ve yıldız daha az ısı vermeye başlar. Doğru
koşullarda demir çekirdeği enerjiyi içine çeker, bu neredeyse bir nükleer
patlamanın tersi gibidir. Oluşturulan bunca enerjinin içeri çekilmesi ile
oluşan koşullar, kocaman ve felaket bir patlamaya yol açacak zincirleme bir
tepkime oluşturabilir. Birkaç saniye içinde bu patlamalar Güneş gibi
yıldızların tüm yaşamları boyunca yaydıklarından daha fazla enerji
salabilirler.
Bu patlama, süpemovanın bir
türüdür (yıldızların çarpışımasıyla tetiklenen bir başka tür süpernova daha
var). Süpernova Teller ve Ulam'ın ilkel aygıtına benzer: bir patlamadaki enerji
yeni füzyon tepkimelerini başlatır. Süpernova o kadar çok enerji oluşturur ki
büyük tepkimeler meydana gelir. Demirden ağır olan tüm elementler, örneğin
bedenimizdeki kobalt ve sezyum, süpernovalardan kaynaklanır. Burada, en azından
bizim için önemli olan bir bölüm başlıyor. Süpemova ölü yıldızın atomlarını
galaksiye dağıtır. Süpernovalar atomların bir yıldız sisteminden öbürüne
geçmesini sağlayan tek aygıttır.
Bedenimizin en küçük parçalarının
bile evreninki kadar büyük bir geçmişi var. Maddeye dönüşen olağanüstü miktardaki
enerjiden başlayarak, Büyük Patlama'dan sonra hidrojen atomları ortaya çıktı ve
daha sonra bir araya gelerek yıldızlarda ve süpernovalarda daha büyük atomlar
oluşturdu.
Gökyüzü, sürekli gelişen bir
orman gibi, maddeyi geri dönüştürür. Gökyüzünde elementler oluşturan, arada bir
patlayarak bunları salıveren, daha sonra bunları tekrar toparlayıp yeni
yıldızlar oluşturan o kadar çok yıldız var ki gezegenimize ulaşan atomlar
sayısız başka güneşlerin ürünleri. Her galaksi, her yıldız ya da her kişi,
geniş zaman ve mekânlarda pek çok kez doğmuş ve ölmüş parçacıkları geçici
olarak sahipleniyor. Bizi oluşturan parçacıklar evrende milyarlarca yıl yol
aldılar; bizler ve gezegenimiz yok olduktan çok sonra da diğer dünyaların bir
parçası olacaklar.
Geridönüşüyoruz. İçimizdeki hidrojen Büyük Patlama'dan
kaynaklanıyor; diğer elementler yıldızlardan ve büyük yıldız patlamalarından
geliyor. Bizi oluşturan elementler gelecekteki bir yıldız patlaması sırasında
evrene dağılacak.
***
Tıpkı altmış yaşlarındaki bir insan gibi Dünya da ömrünün üçte ikisini geride bırakmış durumda. Dünya yaklaşık 4,57 milyar yaşında ve yıldızlar fiziğine göre bir milyar yıl sonra Güneş bir kızıl deve dönüşecek ve gezegenimizi kavurarak yaşam olanağını ortadan kaldıracak. Geriye bakıldığında gezegenimizde yaşam Dünya'nın oluşumundan hemen sonra başladı; birkaç yüz milyon yıl sonra. Bedenler yaklaşık 2,5 milyon yılda oluştu. Sonra birbiri ardına başlar, eller ve bilinç daha da hızla gelişti. Silikon çiplerin gücünün her iki yılda ikiye katlandığını kanıtlayan ünlü Moore yasasında belirtildiği gibi, biyolojik ortamda da hızla büyüyen bir gelişim yaşandı: taştan yapılmış aletleri kullanan beyinlerin gelişmesi, Dünya'mızın hesaplanan yaşam sürecinin büyük bir kısmım aldı; sonra internetin ortaya çıkması, genlerin klonlanması ve gezegen atmosferinin denetim altına alınması binlerce yıl içinde gerçekleşti. İyi ya da kötü, gezegende ve biyolojik alanda yaşanan oluşumlar bir değişim anına ulaştı; bu dönemde fikirler ve buluşlar bedenlerimizi ve gezegenimizi biçimlendirdi, aralarında bir bağlantı kurulmasını sağladı. Türümüz sahneye çıkmadan önce trilyonlarca suyosununun gezegeni dönüştürmesi birkaç milyar yıl aldı; şimdi ise değişim, ışık hızıyla yol alan fikirlerle oluşuyor.
Bedenlerimizin, beyinlerimizin ve ondan kaynaklanan fikirlerin köklerinin Dünya'nın yerkabuğunda, okyanusların altında ve yıldızların atomlarında bulunduğunu düşünmek insanı neredeyse büyülüyor. Biz, biyolojik mirasını 13,7 lilyar yıl öncesine kadar taşıyabilen, uzayın derinliklerini örebilen, ve gezegenlerle, gökcisimleriyle ve diğer canlılarla derin bağlantılarımızı araştıran bir türüz. Gökyüzündeki yıldızlar ve yeryüzündeki fosiller bitip tükenmez işaret fişekleri gibi İnsanlığın değişim hızı sürekli artıyorsa da bizler gökyüzü kadar eskiye dayanan bir ilişkiler ağının en son bağlantısından ibaretiz.
Neil Shubin'in
İçimizdeki Evren kitabından
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder