Tahiti Günlüğü

Bir yanda deniz vardı; diğer yanda dağ, derin çatlaklara sahip bir dağ; kayalarına dayanan devasa bir mango ile sona eren devasa bir yarık.

Dağ ile deniz arasında, bourao ağacının tahtasından yapılmış kulübe duruyordu. İçinde yaşadığım kulübeye yakın bir başka kulübe daha vardı, fare amu (yemek yeme kulübesi).

Sabah oldu.

A man with axe, 1891

Denizin üzerinde, sahile yakın bir kano görüyorum ve kanoda yarı çıplak bir kadın var. Kıyıda, yine çıplak bir adam duruyor. Adamın yanında, yaprakları buruşmuş, hastalıklı bir hindistancevizi
ağacı var. Altın kuyruğu aşağı sarkan ve pençelerinde dev bir hindistancevizi demeti tutan, devasa bir papağana benziyor.

Adam ahenkli bir hareketle, iki eliyle ağır bir baltayı kaldırıyor. Yukarıda, gümüşi göğün üzerinde mavi bir iz bırakıyor ve aşağıda, ölü ağacın üzerinde pembe bir yarık. Günbegün, yüzyıllar boyunca birikmiş olan şevk burada, kışkırtıcı bir anda tekrar hayata dönecek.

Erguvani toprağın üzerindeki yılansı, metalik sarı yapraklar bana, eski Doğu'nun gizemli, kutsal bir yazmasını düşündürüyor. Fark edilir bir şekilde, Okyanusya kökenli kutsal bir sözcüğü
oluşturuyorlar, ATUA (Tanrı), tüm Hint adalarında hüküm sürmüş Taata ya da Takata ya da Tathagata. Ve aklıma, güzelim yalnızlığım ve güzelim yoksulluğum ile ahenk içinde, gizemli bir öğüt, bir bilgenin sözleri geliyor:

Tathagata'nın gözünde, kralların ve onların elçilerinin ihtişamı ile görkemi, tükürük ve tozdan başka bir şey değildi; Onun gözünde, saflık ve kirlilik altı naga'nın dansı gibidir; Onun gözünde Buda'nın görüntüsünü aramak, çiçeklerin görüntüsünü aramak gibidir.

Kanoda kadın bazı ağları düzene koyuyordu. Denizin mavi çizgisi, sık sık mercanların oluşturduğu dalgakıranın üzerinden aşan dalgaların yeşilliği ile bozuluyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder