Her geçen gün yaşam daha iyi oldu. Artık Maori dilini oldukça iyi anlıyorum ve zorluk çekmeden
konuşabilmeme az kaldı. Komşularım -çok yakındaki üç tanesi ve birbirinden değişik
mesafelerde yaşayan pek çok başkası- beni kendilerinden biri sayıyorlar.
Devamlı çakılların üzerinde yürümekten ayaklarım sertleşti ve zemine alıştı. Neredeyse her zaman çıplak olan bedenim artık güneşten rahatsız olmuyor. Medeniyet yavaş yavaş üzerimden dökülüyor.
Yalın bir şekilde düşünmeye ve komşum için pek az nefret duymaya -daha doğrusu onu sevmeye- başlıyorum. Özgür bir yaşamın tüm keyifleri -hayvani ya da insani- artık benim. Yapay olan, geleneksel, alışılmış olan her şeyden kaçtım. Gerçeğe, doğaya giriyorum. Bugün gibi günlerin, aynı derecede özgür ve güzel günlerin devamının gelecek olması, beni huzura boğuyor. Normal bir şekilde gelişiyorum ve artık kendimi faydasız kibirlerle meşgul etmiyorum.
Onlar benim için neyse, ben de onlar için oydum; gözlenecek bir nesne, hayret edilecek bir sebep -her şeyin onun için yeni olduğu, her şeyden bihaber biri. Çünkü ne dillerini biliyordum, ne de geleneklerini. En basit, en gerekli şeyleri yapmayı bile bilmiyordum. Nasıl her biri benim için birer vahşiyse, ben de onların her biri için bir vahşiydim.
İkinci gün erzağımı bitirmiştim. Ne yapmalı? Hayatta ihtiyaç duyacağım her şeyi para karşılığında satın alabileceğimi düşünmüştüm. Yanılmışım. Kentin eşiğinden bir kere aşınca, yaşamak için Doğa'ya dönmemiz gerekir. O zengin ve cömerttir. Ağaçlarda, dağlarda, denizde sakladığı bitmek tükenmek bilmez hazinelerinden payını isteyen kimseyi geri çevirmez. Ama o bol ganimetlerden edinebilmek için insan yüksek ağaçlara tırmanmayı, dağlara çıkmayı bilmeli. Balık yakalamayı, dalmayı ve denizin dibindeki kayalara sıkı sıkı tutunan kabukluları sökmeyi bilmeli -nasıl yapacağını bilmeli, birşeyler yapmayı becerebilmeli.
Onlar benim için neyse, ben de onlar için oydum; gözlenecek bir nesne, hayret edilecek bir sebep -her şeyin onun için yeni olduğu, her şeyden bihaber biri. Çünkü ne dillerini biliyordum, ne de geleneklerini. En basit, en gerekli şeyleri yapmayı bile bilmiyordum. Nasıl her biri benim için birer vahşiyse, ben de onların her biri için bir vahşiydim.
Peki, aramızda hangimiz yanılıyordu?
Çalışmaya çalıştım, her türlü notu aldım, her türlü taslağı çizdim. Ama parlak, saf renkleriyle bu manzara gözlerimi kamaştırıyor ve kör ediyordu. Her zaman kararsızdım; arıyor, arıyordum
Bu arada, şeyleri gördüğüm gibi resmetmek çok kolaydı; özellikle hesaplamadan mavinin yanına bir kırmızı koymak. Çaylardaki ve kumsaldaki altın rengi şekiller beni büyülüyordu. Neden güneşin bunca ihtişamını tuvale aktarmakta tereddüt ediyordum ki?
Ben, vahşiler ile karşılaştırıldığında bu konularda açıkça beceriksiz bir medeni insan, buradaydım işte. Onları kıskanıyordum. Onların çevremdeki mutlu, huzurlu yaşamlarına bakıyordum. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak için gerekenden daha fazla çaba harcamıyor, paraya en ufak bir değer vermiyorlardı. Doğa'nın armağanları herkesin uzanabileceği bir yerdeyken, kime ne satacaklardı ki?
Boş bir mide ile kulübemin eşiğinde oturuyor, içine düştüğüm durumu, Doğa'nın kendini korumak için yarattığı, medeni dünyadan gelmiş ben ile arasına koyduğu öngörülememiş, belki de aşılamaz engelleri üzgün üzgün düşünüyordum ki, bir yerlinin el hareketleri yaptığını ve bana seslendiğini gördüm. Hareketleri, sözlerini tercüme etti ve komşumun beni yemeğe davet ettiğini anladım. Başımı sallayarak reddettim. Sonra utanç içinde kulübeme girdim. Sanırım utancım hem bana teklif edilen sadakadan, hem de bunu reddetmemden kaynaklanıyordu.
Birkaç dakika sonra küçük bir kız geldi ve hiç konuşmadan kapımın önüne biraz pişmiş sebze ile yeşil, yeni koparılmış yaprakların arasına güzelce sarılmış meyveler bıraktı. Açtım ve aynı şekilde, tek bir söz söylemeden armağanı kabul ettim.
Komşularım, dostlarım oldu. Onlar gibi giyiniyor, onların yediklerini paylaşıyorum. Çalışmadığım zamanlarda, arada bir içinden ani ciddiyet anları geçen, tembellik ve neşe dolu yaşamlarını
paylaşıyorum. Akşamları hindistancevizi ağaçlarının darmadağın başlarının üstünde yükselen çalı kümelerinin dibinde toplanıyorlar ya da erkekler ile kadınlar, yaşlı adamlar ve çocuklar birbirlerine katılıyor.
Bazıları Tahitili, bazıları Tonga Adaları'ndan, digerleri Markiz Adaları'ndan. Bedenlerinin donuk renkleri, çevrelerindeki yeşillikler ile harika bir ahenk oluşturuyor. Bakır rengi göğüslerinden
titrek ezgiler yükseliyor ve bu ezgiler hindistancevizi ağaçlarının kırışık gövdelerinden geriye hafifçe ayrılıyor. Bunlar Tahiti şarkıları, imene'ler. Bir kadın başlıyor. Sesi bir kuşun uçuşu gibi yükseliyor ve ilk nota ile birlikte en yüksek ölçüye ulaşıyor; sonra güçlü modülasyonlarla yine alçalıyor, sonra yine yükseliyor ve sonunda kanatlanıp açıyor. Bu sırada yanındaki diğer kadınların sesleri, tabiri caizse, sıraları gelince havalanıyor ve sadakatle ilk kadının sesini takip ediyor, ona eşlik ediyorlar. Sonunda, tüm erkekler tek bir gırtlaktan gelen, barbarca haykırışla, şarkıyı baş notada bitiriyorlar.
Bazen, şarkı söylemek veya konuşmak için bir tür komünal kulübede toplanıyorlar. Her zaman bir dua ile başlıyorlar. Önce yaşlı bir adam duayı içtenlikle söylüyor, mevcut herkes koro halinde tekrarlıyor. Sonra şarkı söylüyor ya da komik hikayeler anlatıyorlar. Bu anlatıların teması çok belirsiz, neredeyse kavranamaz. Onları eğlendiren detaylar, içine işlenen ve kendi naiflikleriyle
müphemleşen detaylar. Nadiren ciddi konularda konuşuyor ve bilgece öneriler getiriyorlar.
Sessizlik! Tahiti gecesinin sessizliğini tanımayı öğreniyorum. Bu sessizlikte, yüreğimin atışından başka hiçbir şey duymuyorum. Fakat kulübemin önünde, birbirlerinden eşit uzaklıklarda duran bambu sazlarının arasında oynayan ayın ışığı, yatağıma kadar uzanıyor. Ve bu düzenli ışık araları aklıma bir müzik aleti getiriyor. Yerlilerin saz flütü, Maori'lerin tanıdığı ve vivo adını verdikleri flüt. Ay ile sazlar ona abartılı bir şekil vermişler -gün boyunca sessiz kalan, ama geceleyin, ayın lütfu ile, rüya görenin düşlerine çok sevilen melodileri getiren bir alet. Bu müziğin altında uykuya dalıyorum.
Gök ile aramda, pandanus yapraklarından, içine kertenkelelerin yuva yaptığı kırılgan bir çatıdan başka hiçbir şey yok.
Avrupa evlerinin oluşturduğu zindanlardan çok, çok uzaktayım. Bir Maori kulübesi insanı yaşamdan, uzamdan, sonsuzdan ayırmaz ...
Bir düzine gül ağacı geniş dallarını uzatıyordu. Bunların en güzeline baltayla saldırdık. Projeme uygun bir dal elde edebilmek için tüm bir ağacı kurban etmemiz gerekiyordu. Neşeyle indirdim darbeyi. Kim bilir nasıl bir ilahi merhametsizliğe boğulmuş içimdeki hararetli doyumun neşesi ile, ellerim vahşi öfkemin kanıyla lekelendi. Vurduğum ağaç değildi, üstesinden gelmeye çalıştığım o değildi. Ama yine de, bu ağaç yerde yatarken baltamın diğerlerinin üstünde çıkardığı sesi memnuniyetle dinledim. Ve darbelerin ahenkli sesi içinde baltamın bana söylediği şunlardı:
İndir darbeni tüm ormanın köküne!
Yok et tüm kötülük ormanını,
O orman ki tohumlan bir zamanlar
ölümün nefesince ekilmişti içine!
Yok et içindeki benlik aşkını!
Tüm kötülüğü yok et ve at,
Güzün lotus çiçeğini kestiğimiz gibi elle.
Evet, şu andan itibaren içimdeki eski medeniyet tamamen yok edildi, bitirildi, öldü. Yeniden doğdum; ya da daha doğrusu içimde, daha saf ve daha güçlü, yeni bir adam doğdu. Bu zalim saldırı medeniyete, kötülüğe yüce bir veda idi. Çökmüş ruhların en dibinde uyuyan, baştan çıkmış güdülere ilişkin son delil, büyük bir karşıtlık yaratarak, anlatılamaz bir mutluluk duygusu ile çoktan başlamış olduğum yaşamın sağlıklı basitliğini yüceltti. Ruhumdaki mücadelede üstünlük kazanılmıştı. Işığın
fevkalade saflığını hevesle soludum. Gerçekten de yeni bir adamdım; şu andan itibaren gerçek bir vahşi, gerçek bir Maori idim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder