Paul Gauguin (Paris, 1848 - Markiz Adaları, 1903)

"Birisi bana 'Zorunlusun,' dediği zaman isyan ederim. 
Doğa (benim doğam) aynı şeyi söylediği zaman, 
yenildiğimi bilerek boyun eğerim."  
J.J.Rosseau


Büyük, gürültülü kentlerin ortaya çıkması ve standartlaştırılmış, mekanize yaşam tarzlarının gelişmesi ile, Batılı insan atalarının kovulduğu Cennet'e ilişkin eski masalları yine hatırladı. Bu, dünya üzerindeki Cennet sonsuza dek kaybedilmiş miydi, yoksa, belki de, yeryüzünde insanların kaçabileceği bozulmamış bir yer hala var mıydı?

Geçtiğimiz yüzyılın Fransız sanatçıları bu Aden Bahçesi'ni çok aradılar. Barbizon ekolüne bağlı ressamlar, bu mutlu yeri Fontainbleau ormanının kıyısındaki, tecrit edilmiş bir köyde bulduklarına inandılar. Pissarro, Pontoise'nın sükunetine çekildi ve burada, Cezanne ve Gauguin'in de aralarında olduğu daha genç ressamlara, çevredeki bahçelerin ve tepelerin resmini çizmeyi öğretti. Monet ile Renoir, Isle de France'ın kırsal huzuru ile yetindiler. Gauguin'in Güney Denizleri'ne doğru yola çıkmaya hazırlandığını işiten Renoir omuzlarını silkti: "insan Batignolles'da o kadar güzel resim yapabiliyor ki!"

Orası gibi yerler huzursuz Paul Gauguin'i tatmin etmiyordu. Eski borsacı, kendi güvenliği ile birlikte karısının ve çocuklarının güvenliğini, kendi sanatsal özlemlerini tatmin etmek için tehlikeye attı. Kırk üç yaşında bir aile babasının -ki o dönemde yaşam kırkında sona eriyordu- Tahiti kadar uzak bir yere nasıl olup da kaçabileceğini hala merak edenler, gezginlik ateşinin onun "kanında" olduğunu unutuyorlar. Paul Gauguin daha sekiz yaşına gelmeden okyanusu iki kere geçmişti: ailesi ile birlikte Peru'ya giderken ve sonra Fransa'ya geri dönerken. Genç bir adamken, Gauguin altı yılını denizci olarak geçirdi. Elbette, karısının züppe, tutucu ailesi ile birlikte Kopenhag'da kalırken huzur ve tatmin dışında her şeyi buldu. Bir seferinde itiraf ettiği gibi, "çılgınca şeyler yapmasına" yol açan "bilinmeyene yönelik korkunç bir arzusu" vardı. Batı Hint Adaları'nda ışık, renk ve ilkellik buldu, ama sıtma ve dizanteri ziyaretini kısa kesmesine sebep oldu. Güney Fransa'da geçirdiği zamanlarda bazı görkemli resimler yarattı, ama Van Gogh ile yaşadığı sorunlar onu kaçmaya zorladı. Sade köylüleri ve balıkçıları ile Brittany, Fransa'nın Gauguin'e sunabileceği en ideal yer gibi görünüyordu. Kendi stilini ilk olarak orada yarattı. Empresyonizm'den koparak, sadeleştirilmiş formlar, düz renkler ve soyut tasarımları ile ayırt edilen, ilk gerçek anlamda özgün ve anıtsal tuvallerini burada yarattı. Ama üçüncü (ve son) ziyaretinde, dehşet içinde, Brittany'nin bile istila edildiğini ve onun için artık harap olmuş sayılacağını gördü.

Şubat 1890'da Gauguin, Danimarka'daki karısı Mette'ye şöyle yazdı: "Ümit ederim bir Güney Denizi adasının ormanlarına kaçacağım ve orada ... Avrupa'da para için verdiğimiz mücadeleden uzakta, esriklik ve huzur içinde, sanat için yaşayacağım gün gelir -belki de kısa süre sonra. Orada, Tahiti'de, güzel tropik gecenin sessizliğinde, çevremdeki varlıklarla ahenk içinde, şehvetle çarpan yüreğimin tatlı tatlı mırıldanan müziğini dinleyebilirim. Sonunda özgür kalıp, para sorunlarından uzakta, yaşayabilir, şarkı söyleyebilir ve ölebilirim."

Ama kuşkularını giderip planını yürürlüğe koyması bir yılını aldı. Yolculuğunu finanse etmek amacıyla, Gauguin'in resimlerinin özel bir satışına ilgi çekmek için, eleştirmen Octave Mirbeau
sanatçının niyetini halka hayranlıkla açıklayan bir yazı yazdı:

 "... medeniyetten kaçan ve kendisini daha iyi hissetmek için, tutkularımızın ve tartışmalarımızın gürültü patırtısı içinde boğulan iç sesleri daha iyi işitebilmek için, gönüllü olarak unutuluşu arayan bir adamın durumu bana sıra dışı ve dokunaklı geliyor ... Onu Martinique'e götüren aynı sessizlik ve yoğunlaşma, aynı yalnızlık ihtiyacı, şimdi onu daha öteye, doğası düşlerine daha çok uyan, Pasifik Okyanusu'nun onu nazik ellerle okşayacağı, yitirilip bulunmuş bir atanın eski ve güvenli sevgisini bahşedeceği Tahiti'ye götürüyor."

Aralarından ayrılan arkadaşları onuruna sanatçı ve yazarlar bir ziyafet de verdiler. Şerefe kadeh kaldırdıkları bir seferinde, şair Mallarme, Gauguin'in "yeteneğinin zirvesinde, uzak bir ülkede,
kendi doğası içinde yeni bir güç aramak üzere onu sürgüne götüren fevkalade vicdanına" hayranlık duyduğunu itiraf etti.


4 Nisan 189l'de Gauguin'e, bu "kokuşmuş" Paris'te zamanlarını "harcamak" yerine onunla gitmek isteyen arkadaşları tarafından trene kadar eşlik edildi. 3 Agustos 1893'de, cebinde dört frankla, Marseilles'e geri dönmüştü. Tahiti'ye yaptığı aylar süren yolculuk ile ilgili bildiklerimiz, en sadık arkadaşı, ressam Georges Daniel de Monfreid'e yazdığı, kötü yolculuk koşullarından
şikayet eden mektubu ile Mette Gauguin'e yazdığı, Melbourne, Sydney ve Yeni Kaledonya'nın başkenti Noumea'da verdikleri molaları canlı bir dille tasvir ettiği, neşeli mektubuna dayanmaktadır.
Kalabalık bir asker gemisi ile yaptığı uzun dönüş yolculuğu korkunçtu; hem karısına, hem arkadaşına, Marseilles'e vardıktan kısa süre sonra yazdığı mektuplarda, Kızıldeniz'den geçişteki aşırı sıcaktan bahseder ("Sıcaktan boğulan üç yolcunun cesedini denize atmak zorunda kaldık").

Buna karşın, Gauguin'in Güney Denizleri'nde ilk kalışı hakkında epey bilgi sahibiyiz. "Sevgili Mette"ye ve "Sevgili Daniel"e yazdığı pek çok ve genellikle pek detaylı mektuplar, hem adada,
hem de Fransa'ya dönüşü ile "bu pis Avrupa'dan" ikinci ve son kaçışı arasında geçen iki yıl içinde yazdığı not yığınları -burada tercümesi yapılan, Noa Noa'nın ilk versiyonu için kullandığı notlar ve elbette, Paris'e getirdiği muhteşem resimler sayesinde. 

Gauguin ne tam olarak eğitimli bir adamdı, ne de incelikli bir stilist. Ama bir yazar olarak, en az ressam kimliği ile olduğu kadar engelsiz ve kısıtsız ifade etti kendisini; keskin bir gözlem yeteneği ve karşılaştığı tüm şeylerin doğası hakkında bitmek tükenmek bilmez bir merakı vardı ve zaman zaman zor, hatta bazen son derece nahoş bir adam olsa da, mizacı tüm yaratıcı gayretlerinde çıkış bulan sıcakkanlı bir insandı. Dolayısıyla, Gauguin'in edebi tanıklığı, Delacroix'nın Günlük'ü ya da Van Gogh'un mektupları kadar kıymet buluyor. Noa Noa -Tahiti dilinde koku için kullanılan bir sözcük- Gauguin'in yazıları içinde en çok bilinenidir. Son altmış yıl boyunca, onu Düşler Ülkesi'nden çağdaş bir rapor niyetine okuyan binlerce kişiyi, heyecan verici bir otobiyografi, Okyanusya kültürüne ilişkin anlayışımıza bir katkı ya da Gauguin'in sanatını takdir etmemiz için bir yardımcı olarak büyüledi.

Metin üzerinde doğan nahoş bir çekişme henüz bir sonuca ulaşmadı -muhtemelen asla ulaşmayacak. Çünkü ilk kez genç ve gelenekdışı La Revue Blanche'ın iki sayısında çıkan (l Ekim ve 1 Kasım 1897) ve ikinci kez 1901'de, kitap formunda, daha genişletilmiş olarak basılan Noa Noa, Gauguin ile arkadaşı, bilgili şair ve biyograf Charles Morice'in garip bir tür "işbirliğinin" meyvesidir. Morice kitap fikrinin, Tahiti resimlerinden bazılarını gördükten sonra kendisinden çıktığını ve ressamı bu ortak projeye başlaması konusunda ikna ettiğini iddia etti. Fakat Paris'ten Danimarka'ya gönderdiği mektuplarda Gauguin karısına, Morice ile işbirliğinden hiç bahsetmeden, Tahiti üzerine resimlerinin
anlaşılmasını "kolaylaştıracak" bir kitap hazırlamakta olduğunu yazdı.

1901 'e kadar çoktan Tahiti'ye dönmüş olan Gauguin, kitabın (La Revue Blanche'daki bölümler gibi, kitap da Gauguin ile Morice'i yazar olarak gösteriyordu) kopyalarını almak bile istemedi ve sanatçının oğulları Emil ve Paul (Pola), Morice'in babalarının müsveddesi konusunda aşırı özgür davranmış olduğunu ima ettiler. Gauguin biyografisinde (1919) Morice kendini savundu.
Biyografide, giriş bölümleri ve kendisine ait bazı şiirler dışında (mevcut basımda hiçbiri yer almamaktadır), yalnızca Gauguin'in müsveddesinin editörlüğünü yaptığını, bu versiyonu ressama
okuduğunda, Gauguin'in onayını aldığını belirtmektedir. Bugün, Gauguin tarafından başta Morice'e verilen müsveddenin ve Gauguin'in Tahiti'de kaldığı ikinci seferde genişletilmiş haliyle yeniden yazdığı ve enfes bir şekilde resimlendirdiği metnin tıpkıbasımlarına sahip olduğumuzdan, adil bir yargıya varabilecek durumdayız. Sonuç olarak, 1901 metninde, Gauguin'in aceleyle yazılmış müsveddesine, profesyonel bir yazar olan Morice açısından mümkün olduğu ölçüde sadık kalınmış olduğu anlaşılmaktadır. Her durumda, Morice ne tür bir üslup değişikliği yapmış olursa olsun, ilk Noa Noa, her sayfasında, en az ikincisi kadar, diğer yazılarında ve kuşkusuz resimleri, heykelleri ve
grafik çalışmaları aracılığı ile açığa vurduğu gerçek Gauguin ruhu ile ışımaktadır.

Kitabın okunması, Gauguin'in metropolitan Fransa'dan binlerce kilometre uzağa kaçmasına neden olan zorlayıcı sebepleri hemen anlamamızı sağlamaktadır. Bununla beraber, pek çok Fransız onu bir maceracı, hayattan kaçan, kendi kendini reklam eden bir insan ve değişmez bir şekilde, karısını ve çocuklarını terk eden kalpsiz bir canavar olarak nitelemiştir (aslında karısının yanına gelmesini, çocukları da beraber getirmesini istemişti!).

Bu suçlamaların ne ölçüde haklı olduğunu burada tartışmaya gerek yoktur -onun durumu, kırk kadar kitapta ve sayısız makalede enine boyuna tartışılmıştır. Ama aradığı özgürlük, öncelikli olarak her dönemde ve her ülkede, ani ve pervasız bir isyanla, görünmez prangalarını atmaya çalışmış orta yaş erkeğinin nevrotik düşü değildir. Onun istediği canlanmadır, özellikle de, nihai manifestosu
Empresyonizm (ki başta oldukça devrimci görünmüştü) olan Doğalcılık angaryası içinde tamamen bayatlamasından korktuğu sanatı için istediği bir canlanma. Gauguin, yalnızca, bir Rönesans
öncesi atmosferi özlemi içinde olduğundan bir "gerici" olarak adlandırılabilir. O Rönesans öncesi atmosfer ki, hayatın her yönünün ayinleştirilmesine ve kurumlaştırılmasına rağmen, Gerçeklik'in bir kölesi olmayan sanatçı, fantezi ve imgelem ile serbestçe oynayabiliyordu. Ama Gauguin aynı zamanda, geleceğe uzanmaya çalışan büyük bir yenilikçiydi. Tahiti yolculuğundan çok önce, estetik felsefesini dile getirmişti: "Çizgilerin ve renklerin düzenlenmesi yoluyla, insan yaşamından ya da doğadan bazı konuları kullanarak, senfoniler ve sözcüğün bayağı anlamıyla, gerçekle hiçbir ilgisi olmayan ahenkler elde ediyorum; doğrudan hiçbir fikri temsil etmiyorlar, ama müziğin yaptığı gibi,
sizi düşünmeye sevk etmeliler, fikirlerin ve imgelerin yardımı olmadan, yalnızca, beyinlerimiz ve bu tür renk ve çizgi düzenlemeleri arasında var olan gizemli ilişkiler aracılığı ile."

Eski ortaçağ duvar halıları, freskler ve elyazmaları üzerindeki "soyut" manzaralar, onun idealine oldukça yakındı. Ama, Batılı Rönesans sonrası geleneğin daimi ayartmasından uzakta, bu tür karşı-doğalcı sanatın yaratılması için gereken atmosfer içinde yaşamak için, Gauguin ilkellerin dünyasına kaçması gerektiğini hissetti. Onların sanatı kısa süre sonra birkaç öncü eleştirmen tarafından keşfedilecek ve değerlendirilecek, fakat gelecek on yıllar boyunca doğal tarih müzelerinde hapis kalacaktı. Sir Kenneth Clark'ın belirttiği gibi: "O (Gauguin), zamanda bir yolculuk yapmayı başarmak için, uzamda büyük bir yolculuk yapmak zorunda kaldı."

Gauguin Tahiti'de ruhunun aradığı şeyi bulabildi mi? Rüyalarının tam anlamıyla gerçekleşmesi için fazla geç kalmıştı. Gauguin'in Papeete'ye gelişinden on bir yıl önce, Kral 5. Pomare tahttan feragat etmek zorunda kalmış, birkaç yıldır adayı gayrıresmi bir şekilde yönetmekte olan Fransızlar, adanın
Fransa'nın kolonisi olduğunu ilan etmişlerdi. Noa Noa'dan ve Gauguin'in mektuplarından öğrendiğimize göre, ressam tam da eski hükümdarın cenazesine tanık olacağı zamanda gelmişti. 1891'e kadar, en azından başkent o kadar Avrupalılaşmıştı ki, Gauguin tüm bu pahalı ve tehlikeli yolculuğun büyük bir hata olduğundan korkmaya başlamıştı: "Bunun sebebi Avrupa'ydı -silkinip üzerimden atmak istediğim Avrupa. Sömürge züppeliğinin abartıcı koşulları altında, medeniyetimizin gelenekleri, modaları, ahlaksızlıktan ve saçmalıklarının taklidi, hatta karikatürleşme derecesinde gülünçlüğü idi uzaklaşmak istediğim.

"Bu uzun yolculuğu, tam da kaçmaya çalıştığım şeyi bulmak için mi yapmıştım?"

Ama bu noktanın ötesine giden okuyucu -bu kısa ve güçlü deyişin cazibesine ve baştan çıkarmasına kim karşı koyabilir ki?- Papeete'den kilometrelerce uzaktaki küçük köylerde özgün güzelliğin ve gücün bir kısmının hala var olduğunu kısa süre sonra öğrenecektir. Gauguin orada, ölümsüz resimlerinin pek çoğuna modellik eden ve Gauguin'in iddiasına göre on dokuzuncu yüzyılın kasvetli, mekanikleşmiş ve ticarileşmiş toplumuna rağmen hayatta kalmayı başarmış Okyanusya teolojisinden parçaları, Maori mit ve efsanelerini dudaklarından dinlediği, bozulmamış, genç bir yerli kız ile yaşarken mutluluk ve tatmin bulmuştur. (Aslında bu bilgilerin çoğunu Papeete'deki bir Fransız subayından ödünç aldığı bir kitaptan edinmişti; başka ilkel topluluklarda olduğu gibi Okyanusya'da da, soysal inançlara ilişkin sırlar yalnızca erkeklere aktarılırdı).

Goethe otobiyografisini bilgece, Dichtung und Wahrheit olarak adlandırmıştı. Tahiti'de sürdüğü tensel, keyifli hayata ilişkin Gauguin'in tasviri de şiir ile gerçeğin akıllıca bir karışımı olabilir. Kopenhag'a ya da Paris'e gönderdiği, genellikle kaygı dolu mektuplarına güvenebilirsek gerçek, Noa Noa'nın bizi inandıracağından çok daha az hoştur. Kuşkusuz pek çok derin ve engelsiz haz
saati yaşanmış olmalıydı. Yeni teşebbüsünün başlarında, Noa Noa'nın ilk sayfalarında yer alan neşe patlamaları, l 946'da yayınlanan, Mette'ye yazdığı mektupların ilk bölümlerinde de tekrarlanmaktadır.

Noa Noa'da şunu okuruz:

"Sessizlik! Tahiti gecesinin sessizliğini tanımayı öğreniyorum. Bu sessizlikte, yüreğimin atışından başka hiçbir şey duymuyorum."

Karısına yazdığı bir mektupta da:

"Tahiti'de gecenin sessizliği her şeyden daha garip. Hissedilebiliyor; bir kuşun ötüşü bile bozmuyor bu sessizliği."

Noa Noa'da:

 "Onları kıskanıyordum. Onların çevremdeki mutlu, huzurlu yaşamlarına bakıyordum .. . "

Mette'ye yazdığı bir mektupta:

"Bir de bu insanlara vahşi diyorlar!... Şarkı söylüyorlar; asla hırsızlık yapmıyorlar; kapımı hiç kapatmıyorum; öldürmüyorlar . . . "

Sanatı Gauguin için her şeyden daha fazlasını ifade ediyor olsa da, Noa Noa'da resim yapmaktan neredeyse hiç bahsedilmiyor. Ama Louvre, Metropolitan Müzesi, Chicago Sanat Enstitüsü ve New York Çağdaş Sanat Müzesi'ne giden herhangi birinin de bilebileceği gibi, o iki yıl çok verimli geçen bir süreydi. Karısına şöyle yazmıştı:

  "Son çalışmalarımdan oldukça memnunum, üzerime bir Okyanusya karakteri doğduğunu hissediyorum ve burada yapmakta olduğum şeyin başka kimse tarafından yapılmadığını, Fransa'da benzerinin bilinmediğini iddia edebilirim. Ümit ederim ki, bu yenilik, ibreleri benim lehime çevirir."

Avrupa'ya dönüşünden hemen önce De Monfreid'e:

"Bazı ayları boşa giden iki yıllık ziyaretim sırasında, muhtelif kalitelerde altmış altı resim ve bazı ultrabarbar heykeller yaptım. Tek başına bir adam için yeterli."

Ama aynı zamanda, doğa ve insanın birlik içinde olduğu, ebedi barış egemenliği altında birleşmiş olduğu Noa Noa'nın parlak renklere bezeli sayfalarını karartmasına izin verilmeyen parasal güçlüklere, açlığa, hastalığa, mutlak ümitsizliğe de atıflarda bulunulmaktadır.

Bu kitapta, orada daha genç, daha barbar ve çok daha bilge olduğunu hissetse de, Gauguin bu mutlu adaya tekrar dönme beklentisi içinde olduğunu belirtmez. Ama Aden bahçesine dönmüştür ve 1895'te Tehura'yı evlenmiş bulsa da, onun yerini alacak başka bir genç kız, Pahura vardır. Önünde daha, büyük resimlerle dolu sekiz yıl vardır, ama aynı zamanda çoğu insanın dayanamayacağı kadar büyük acılarla da doludur bu sekiz yıl. De Monfreid'e son haykırışı, "Bütün bu kaygılar beni öldürüyor,"
8 Mayıs 1903'teki yapayalnız ölümünden birkaç hafta önce kaleme alınmıştır. O sırada, bu asla huzur bulmayan, maceracı adam, yirmi ay önce Tahiti'den ayrılıp yerleştiği Markiz Adaları'ndaki Hiva-Oa (bominica)'dadır. Özellikle ümitsiz bir ruh hali içinde, Gauguin De Monfreid'e Hiva-Oa'dan Fransa'ya dönmesinin iyi olup olmayacağını sormuştur. Ama sadık dostu buna karşı çıkmıştır: "Geri gelmemekle en iyisini yaparsın ... Artık onurlu ölülerin dokunulmazlığını yaşıyorsun ... ismin sanat tarihine geçti." Edebiyat tarihine, diye de ekleyebilirdi. Elbette, Tahiti üzerine kitap kıtlığı çekmiyoruz. Bazıları çok uzun, pek çoğu da melodramatik detaylarla dolu ve yalnızca birkaçı gerçekten edebi. 

Temelsiz olarak, son yıllarında Gauguin'in cüzamın bir kurbanı olduğu iddia edilmiştir. Aslında. Ocak l895'te, Tahiti'ye bir daha dönmemek üzere' son kez gidişinden birkaç hafta önce, bir sokak fahişesinden kaptığı frengiden muzdaripti. Henüz tedavisi bulunamamış olan hastalık, yavaş yavaş bedeninin her yerini etkilemiş, vücudunun yaralarla kaplanmasına, görme duyusunun zayıflamasına ve "korkunç acılara" sebep olmuştu. Neyse ki, beyni sonuna dek işlemeye devam etmişti. Fazla çalışmanın ve endişelerin zayıflattığı Gauguin, bir kalp krizi sonucunda öldü. İlkel kulübesini son ziyaret eden dostu Protestan papazı Vernil' idi. Son sohbet konusu ölümünden birkaç saat önce. Flauocrı"in Salammbö'sü idi. Ama Noa Noa, alçakgönüllü ve kısa olsa da, bir şairin ruhunu, Güney Denizi adalarına sanatçıdan önce giden Herman Melville, Pierre Loti ve Robert Louis Stevenson'ınki kadar gerçek bir sevecenliği açığa çıkarıyor. Nasıl Gauguin Maori cazibesinin büyüsüne kapılmadan duramamışsa, okuyucu da, ressamın bu parlak çeviri ile sunulan' sözlerinin ince ayartıcılığına karşı koymakta güçlük çekecektir.

O tuhaf, yine de horgörülemez adamın duygularını paylaşan okuyucu, özel bir anda bu Mutsuzluk Dağı'nın şöyle yazabildiğini görmekten memnunluk duyacaktır:

"Medeniyet yavaş yavaş üzerimden dökülüyor. Yalın bir şekilde düşünmeye ve komşum için pek az nefret hissetmeye başlıyorum -daha doğrusu onu sevmeye başlıyorum. Özgür bir yaşamın tüm keyifleri -hayvani ya da insani- artık benim. Yapay olan, geleneksel, alışılmış olan her şeyden kaçtım. Gerçeğe, doğaya giriyorum."

*
Alfred Werner

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder