Yeryüzündeki En Büyük Gösteri

BİLİMSEL MISRALARI (itiraf etmeliyim ki şaşırtıcı bir şekilde) Wordsworth ve Coleridge tarafından takdir edilen evrimci dede­si Erasmus'un aksine, Charles Darwin bir şair olarak bilinmezdi ama Türlerin Kökeni Üzerine'nin son paragrafında lirik bir kreşendo ortaya koymuştur.

Böylece, tasavvur edebileceğimiz en yüce nesne yani yüksek hayvanların üretimi, doğanın savaşının, kıtlık ve ölümün doğrudan bir sonu­cudur. İlk olarak bir veya birkaç formun içine üflenmiş olan pek çok gücüyle birlikte bu yaşam görüşünde ihtişam var; ve bu gezegen sabit yerçekimi yasası uyarınca dönmeye devam ederken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel ve en şahane sayısız form evrimleşti ve evrimleşmekte.


“DOĞANIN SAVAŞININ, KITLIK VE ÖLÜMÜN”

Her zamanki açık zihinliliğiyle Darwin, büyük teorisinin kalbinde yatan ahlaki paradoksu fark etmişti. Sözünü esirgememişti ama doğa­nın kötü niyetleri olmadığı tesellisini öne sürmüştü. Aynı paragrafta­ki önceki cümlelerinden birini alıntılamak gerekirse, olgular, basitçe, “çevremizde etkiyen yasalar”dan doğuyordu. Benzer bir şeyi Köken'in yedinci bölümünün sonunda da söylemişti:

ı- Darwin bize, doğal seçilim için ilk ilhamını Thomas Malthus'tan aldığını söylemişti ve belki de Darwin’in bu ifadesi, dikkatimi dostum Matt Rıdley’in çektiği aşağıdaki kıyamet habercisi paragraftan kaynaklanmış olabilir: "Kıtlık doğanın son ve en korkunç çaresiymiş gibi gözüküyor, Popülasyonun gücü, insanoğlunun geçinmesi için dünyanın sağladığı güçten o kadar üstündür ki, erken ölümler bir şekilde insan ırkını ziyaret edecektir. İnsanoğlunun zaafları, nüfus azaltımının aktif ve etkili vekilleridir. Büyük yıkım ordusunun habercileridir ve sıklıkla bu korkunç işi kendileri tamamlarlar. Ama bu imha savaşında başarısız olurlarsa, hastalıklı mevsimler, salgınlar ve veba inanılmaz boyutlarda artar ve binlerce, on binlerce kişiyi yok eder. Başarı yine gelmez­se, devasa boyutlardaki kaçınılmaz kıtlıklar sinsice gelir ve tek bir büyük hamlede popülasyonu dünyadaki yiyeceklerle dengeler.”

Bu mantıksal bir çıkarım olmayabilir ama, genç guguk kuşunun süt­kardeşlerini yuvadan itme, karıncaların köleleştirme ve Ichneumon arısı larvalarının tırtılların canlı vücutlarıyla beslenme içgüdülerini, özel olarak bahşedilmiş veya yaratılmış içgüdüler olarak değil de tüm organik varlıkların gelişimine sebep olan genel bir yasanın yani çoğal­manın, çeşitlenmenin, güçlü olanların hayatta kalıp zayıfların ölme­sinin küçük sonuçları olarak görmek benim hayal gücüme göre çok daha tatmin edicidir.

Darwin’in, dişi Ichneumon arısının avını sokup öldürmeden felç ederek, larvaları canlı avı içerden yerken sineğin etini taze tutması karşısındaki (çağdaşları tarafından yaygınca paylaşılan) tiksintisin­den bahsetmiştim. Hatırlayacağınız üzere, Darwin kendisini iyilikse­ver bir yaratıcının böylesi bir alışkanlığı tasavvur edebileceğine ikna edememişti. Ama sürücü koltuğunda doğal seçilim varken her şey netleşir, anlaşılır ve mantıklı olur. Doğal seçilim kimsenin rahatını umursamaz. Neden umursasın ki? Doğada bir şeyin olabilmesi için gereken tek şart, aynı şeyin atasal zamanlarda, onun olmasını sağla­yan genlerin hayatta kalmasına yardım etmiş olmasıdır. Genlerin ha­yatta kalması, sineklerin gaddarlığı ve tüm doğanın hissiz kayıtsızlığı için yeterli açıklamadır. Yeterli ve (insan şefkati için değilse bile) zih­nimiz için tatmin edicidir.

Evet, bu yaşam görüşünde ihtişam var, hatta doğanın, kendisinin ana ilkesi olan, uygun olanın hayatta kalmasının acımasız bir sonucu olan acıya karşı dingin kayıtsızlığında da bir tür ihtişam var. Bu nok­tada ilahiyatçılar teodisedeki tanıdık bir taktiği, acının özgür iradeyle olan kaçınılmaz bağıntısını öne sürebilirler. Biyologlar ise acı çekme kapasitesinin biyolojik işlevi üzerine (belki bir önceki bölümde benim "tehlike sinyali” düşüncemdekine benzer şekilde) kafa yorduklarında, "acımasız” kelimesini kesinlikle çok güçlü bulmayacaklardır. Eğer hay­vanlar acı çekmiyorlarsa, birileri genlerin hayatta kalımı işinde yete­rince çaba harcamıyor demektir.

Bilim İnsanları da insandır ve herkes gibi onların da gaddarlığa sövme ve acıdan tiksinme hakları vardır. Ama Darwin gibi iyi bilim insanları, ne kadar nahoş olursa olsun gerçek dünyanın hakikatleriyle yüzleşmek gerektiğinin farkına varırlar. Dahası, eğer öznel düşünce­lere izin vereceksek, avlarının sinir düğümlerine saldıran eşekarıları, sütkardeşlerini yuvadan iten guguk kuşları, köleleştiren arılar ve tüm parazitler ile avcılar tarafından acıya karşı gösterilen tek amaçlı (veya «hiç" amaçlı) kayıtsızlık da dâhil olmak üzere, yaşamının tamamına nüfuz eden kasvetli mantıkta bir cazibe var. Darwin, hayatta kalma mücadelesi hakkındaki bölümünü şu sözlerle bitirirken teselli etmek için elinden geleni yapıyordu:

Yapabileceğimiz tek şey, her organik varlığın geometrik olarak artma­ya çalıştığını, her birinin, yaşamının bir bölümünde, yılın bazı mev­simlerinde, her nesilde veya aralıklarla, hayatta kalmak için mücadele etmek ve büyük yıkımlara uğramak zorunda kalacağını kati suretle akılda tutmaktır. Bu mücadeleyi düşündüğümüzde, kendimizi doğa­nın savaşının sürekli olmadığı, hiç acı çekilmediği, ölümün genelde ani olduğu ve güçlü, sağlıklı ve mutlu olanların hayatta kalıp çoğalma­ları ile teselli edebiliriz.

 Elçiye zeval yüklemek insanoğlunun aptalca zaaflarından biridir ve Giriş bölümünde bahsettiğim evrim karşıtlığının da önemli bir bö­lümünün altında yatar. “Çocuklara hayvan olduklarını öğretirseniz hayvan gibi davranırlar.” Evrimin, veya evrim öğretiminin, ahlaksızlığı teşvik ettiği doğru olsaydı bile bu, evrim teorisinin yanlış olduğu anlamına gelmezdi. Bu basit mantık kuralını bu kadar çok insanın kavraya­maması oldukça şaşırtıcı. Bu mantık hatası o kadar yaygın ki, kendine özgü bir adı bile var; argumentum ad consequentiam: sonuçlarını çok sevdiğim için (veya hiç sevmediğim için) X doğrudur (veya yanlıştır).

“TASAVVUR EDEBİLECEĞİMİZ EN YÜCE NESNE”

“Yüksek hayvanların üretimi” gerçekten de “tasavvur edebileceği­miz en yüce nesne" mi? En yüce mi? Gerçekten mi? Daha yüce nes­neler yok mu? Sanat? Maneviyat? Romeo ve Juliet? Genel Görelilik? Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi? Şistine Şapeli? Aşk?


Hatırlamak gerekir ki, tüm kişisel mütevaziliğine rağmen Darwin’in büyük hevesleri vardı. Onun dünya görüşünde insan zihniyle ilgili her şey, tüm duygu ve manevi hislerimiz, sanat ve matematiğin tamamı,felsefe ve müzik, zekânın ve maneviyatın tüm başarıları, yüksek hayvanları oluşturanla aynı sürecin ürünleriydi. Söz konusu olan sadece, evrilmiş beyinler olmaksızın maneviyat ve müziğin imkânsız olması değildir. Daha alakalı olarak, beyinler çıkarcı sebeplerden ötürü kapa­site ve güçleri artacak şekilde ta ki bu daha yüksek zeka ve maneviya­tın yetileri bir yan ürün olarak ortaya çıkıp kültürel çevrede gelişene kadar doğal olarak seçilmişlerdir. Darwinci dünya görüşü yüksek in­san yetilerini kötülemez, onları hürmetsizlik düzlemine "indirgemez." Hatta onları, örneğin yılan taklitçisi tırtılın Darwinci açıklamasının bilhassa tatminkar olacağı türden bir seviyede açıklamaya bile çalış­maz. Ancak Darwin öncesi dönemde yaşamı anlama çabalarının yaka­sını bırakmayan anlaşılması imkansız (anlamaya çalışmayı deneme­nin bile değmeyeceği) esrarı yok ettiğini iddia eder.

Ama Darwin’in benim savunmama ihtiyacı yok ve ben de yüksek hayvanların üretiminin tasavvur edebileceğimiz en yüce nesne mi yoksa sadece çok yüksek bir nesne mi olduğu sorusunu pas geçeceğim. Peki ya cümlenin yüklemi? Yüksek hayvanların üretimi gerçekten de doğanın savaşının, kıtlık ve ölümün “doğrudan bir sonucu” mudur? Evet öyledir. Darwin’in mantığını anlarsanız öyledir ama on dokuzun­cu yüzyıla kadar bunu kimse anlamamıştı. Pek çokları günümüzde de anlamıyor veya anlamak istemiyor. Nedenini görmek zor değil. Düşü­nünce, var oluşumuz (Darwin sonrası dönemdeki açıklanabilirliğiyle birlikte), tüm hayatımız boyunca hakkında düşünmemizin istendiği en şaşırtıcı gerçek için bir adaydır. Buna birazdan döneceğim.

“İLK OLARAK [BİR VEYA BİRKAÇ FORMUN İÇİNE] ÜFLENMİŞ OLAN"

Daha önceki bir kitabımın okurlarından aldığım, “üflenmiş”ten he­men önce “Yaratıcı tarafından” ifadesini (onların düşüncesine göre) kasıtlı olarak çıkardığım için beni azarlayan sinirli mektupların sayı­sını unuttum. Darwin’in isteklerini ahlaksızca çarptırmıyor muymuşum? Bu ateşli okurlar Darwin’in büyük kitabının altı baskıdan geç­tiğini unutuyorlar. İlk baskıda cümle benim burada yazdığım gibidir. Darwin, büyük ihtimalle din lobisinin baskılarına boyun eğdiği için ikinci baskı ve sonraki tüm baskılarda “Yaratıcı tarafından" ifadesini eklemiştir. Aksini yapmak için oldukça iyi bir sebep yoksa, Türlerin Kökeni Üzerine'den alıntı yaparken her zaman ilk baskısını kullanı­rım. Bu kısmen, 1250 adet basılmış ve bana da bağışçım ve dostum Charles Simoni tarafından verilmiş olan o tarihi baskının bendeki kopyasının sahip olduğum en kıymetli varlıklarımdan birisi olmasından dolayıdır. Ama aynı zamanda bunun sebebi, ilk baskının tarihi açıdan en önemli olan baskı olmasıdır. Victoria döneminin karın boş­luğuna yumruk atan ve yüzyılların tozunu silken, ilk baskıydı. Dahası, sonraki baskılar (özellikle altıncısı) halkın fikirlerine gereğinden fazla önem vermiştir. Darwin, ilk baskının bilgili ama art niyetli çeşitli eleş­tirmenlerine cevap verme çabasıyla geri adım atmış ve hatta aslında ilk seferinde doğru bildiği pek çok önemli noktadaki düşüncelerini geri almıştır. Dolayısıyla cümlenin doğrusu, Yaratıcının bahsi geçmeksizin,“ilk olarak [bir veya birkaç türe] üflenmiş olan”dır.

 Görünen o ki Darwin dini görüşlere verdiği bu tavizden pişman olmuş. Botanikçi arkadaşı Joseph Hooker’e yazdığı 1863 tarihli bir mektupta, “Ama halkın fikirlerine boyun eğip Tevratçı yaratılış teri­mini kullandığım için uzun zamandır pişmanım, ki aslında bunun­la kastettiğim, (kesinlikle bilinmeyen bir süreçle) ‘ortaya çıkmış’ idi.” Darwin’in burada atıfta bulunduğu “Tevratçı terim”, “yaratılış” kelime­sidir. Babasının mektuplarının 1887 baskısında Francis Darwin’in açık­ladığı üzere olayın bağlamı şöyleydi. Darwin Hooker’a, Carpenter’in bir kitabının eleştirisini kendisine ödünç verdiği için teşekkür etmek üzere yazıyordu. Eleştiride isimsiz eleştirmen, “Darwin'in sadece Tevratçı ifadelerle, “yaşamın ilk olarak içine üflendiği” ilkel biçim olarak bahsedebildiği... yaratıcı bir güç”ten bahsetmişti. Bizler bugünlerde “ilk olarak üflenmiş olan” ifadesinden bile vazgeçmeliyiz. Neyin içine üflendiği varsayılan bu şey de ne? Burada yapılmak istenen gönderme muhtemelen bir çeşit hayat nefesinedir, ama bu ne anlama gelebilir ki? Canlıyla cansızın sınırlarına ne kadar dikkatli bakarsak, araların­daki farkı anlamak o kadar zor oluyor. Yaşamın, canlılığın, titreşen ve zonklayan bir çeşit özelliğe, hayati bir öze sahip olması gerekiyordu. Fransızcaya çevrildiğinde kulağa daha da gizemli geliyordu: elan vital. Hayat, özel bir yaşam özünden, “protoplazma” adlı bir cadı iksirinden oluşuyormuş gibi görünüyordu. Sherlock Holmes’den daha gülünç bir kurgusal karakter olan Conan Doyle’nin Profesör Challenger’i, dün­yanın yaşadığını, kabuğu, yeryüzünün bizim gördüğümüz kabuğu olan bir çeşit denizkestanesi olduğunu ve içinin saf protoplazmadan oluştuğunu keşfetmişti. Yirminci yüzyılın ortasına kadar yaşamın niteliksel olarak fiziğin ve kimyanın ötesinde olduğu düşünülmüştü. Artık öyle düşünülmüyor. Canlıyla cansız arasındaki fark, bir öz farkı değil, bilgi (enformasyon) farkıdır. Canlılar inanılmaz miktarlarda bilgi içerirler. Bilginin çoğu dijital olarak DNA’nın içinde şifrelenmiştir ve birazdan göreceğimiz üzere, farklı yöntemlerle şifrelenmiş önemli miktarlar da vardır.

DNA’nın bilgi içeriğinin jeolojik zaman içinde nasıl biriktiğini oldukça iyi anlıyoruz. Darwin buna doğal seçilim adını vermişti ve biz daha net ifade edebiliriz: hayatta kalmanın embriyolojik tariflerini şifreleyen bilginin rastgele olmayan hayatta kalması. Açıkça görülüyor ki, kendilerinin hayatta kalmasını şifreleyen tarifler hayatta kalmaya yatkın olacaklardır. DNA'yı özel kılan şey, onun kendi cismi benliğiyle değil, sonsuz kopyalarıyla hayatta kalmasıdır. Kopyalamada kimi zaman hatalar olacağı için yeni çeşitlemeler atalarından daha da iyi hayatta kalabilirler. Böylece zaman geçtikçe hayatta kalmak için tarif şifreleyen bilgi veri tabanı iyileşir. Böylesi iyileşmeler kendilerini şifrelenmiş bilgiyi korumak ve yaymak için daha iyi vücutlar veya diğer düzenek ve aletler biçiminde belli edeceklerdir. DNA’nın korunması ve yayılması normalde, onu içeren vücudun hayatta kalıp üremesi anlamına gelecektir. Darwin’in kendisi de onların hayatta kalma ve üremelerini vücutlar seviyesinde incelemiştir. Şifrelenmiş bilgi onun dünya görüşünde dolaylı olarak anlaşılıyordu ve yirminci yüzyıla kadar da dolaysız hale gelmeyecekti.

Genetik veri tabanı, ataların hayatta kaldığı ve bunu yapmalarını sağlayan genleri gelecek nesillere aktardıkları geçmiş çevreler hak­kında bir bilgi deposu haline gelecektir. Şimdiki ve gelecekteki çev­reler, geçmiştekileri andırdıkları ölçüde (ki çoğunlukla andırırlar), bu “ölülerin genetik kitabı”, şu an ve gelecekte hayatta kalmak için faydalı bir kılavuz olacaktır. Bu bilginin muhafaza edildiği yer, herhangi bir anda, bireylerin vücutlarının içi olacaktır ama üremenin eşeyli olduğu ve DNA’nın vücuttan vücuda karıldığı uzun vadede ise hayatta kalma talimatları veri tabanı, bir türün gen havuzu olacaktır.

Herhangi bir nesilde her bir bireyin genomu, türün gen havuzunun bir numunesi olacaktır. Farklı atasal dünyalara sahip oldukları için farklı türlerin farklı veri tabanları olacaktır. Develerin gen havuzların­daki veri tabanı, çöller ve onlarda nasıl hayatta kalınacağı hakkındaki bilgileri şifreleyecektir. Köstebek gen havuzlarındaki DNA, karanlık ve nemli topraklarda hayatta kalmak için talimat ve ipuçlarını içerecektir. Avcı gen havuzlarındaki DNA, av hayvanları, onların kaçış tak­tikleri ve onlardan nasıl daha kurnaz olunacağı hakkında artarak daha fazla bilgi içerecektir. Av gen havuzlarındaki DNA ise avcılar ve onla­rın nasıl atlatılacağı, onlardan daha hızlı nasıl koşulacağı bilgilerini içerecektir. Her gen havuzundaki DNA, parazitler ve onların ölümcül istilalarına nasıl direnileceği hakkında bilgi içerir.

Gelecekte hayatta kalmak için bugün ne yapılması gerektiğinin bilgisi ister istemez geçmişten derlenir. DNA’nın atasal vücutlardaki rastgele olmayan hayatta kalması, geçmişten gelen bilginin gelecekte kullanılmak üzere kaydedilmesinin en aşikar yoludur ve DNA’nın ana veri tabanı da bu yolla oluşur. Ama geçmiş hakkındaki bilginin, gele­cekte hayatta kalma şansını arttıracak şekilde saklanmasının ilave üç yolu daha vardır. Bunlar bağışıklık sistemi, sinir sistemi ve kültürdür. Kanatlar, akciğerler ve hayatta kalmayı sağlayan diğer tüm aparatlarla birlikte bu ikincil bilgi toplama sistemleri de nihayetinde birincil ta­rafından tasarlanmıştır: DNA’nın doğal seçilimi. Biz bunların hepsine dört “hafıza” diyebiliriz.

İlk hafıza, türün gen havuzu olan dönen tomarın üzerine yazılmış, atasal hayatta kalma yöntemlerinin DNA kaynağıdır. Tıpkı kalıtımla kazanılan DNA veri tabanının atasal çevrelerin kendini tekrarlayan detaylarını ve bu çevrelerde nasıl hayatta kalınacağını kaydetmesi gibi “ikincil hafıza” olan bağışıklık sistemi de aynısını, bireyin yaşamı boyunca, hastalık ve vücudu tehdit eden diğer unsurlara karşı yapar. Geçmiş hastalıkların ve onların nasıl atlatılacağının bu veri tabanı her bir birey için farklıdır ve antikorlar adını verdiğimiz protein dağarcı­ğıyla yazılmıştır (her bir patojen (hastalığa sebep olan organizma) için, o patojeni karakterize eden proteinlerle olan geçmiş “deneyimlerde kesin olarak hazırlanmış bir antikor popülasyonu vardır). Benim nes­limdeki pek çok çocuk gibi ben de kızamık ve suçiçeği geçirdim. Vü­cudum bu “deneyim”i, antikor proteinlerinde içerilen hatıraları, daha önceden savuşturulmuş istilacılara ait kişisel veri tabanımın geri ka­lanıyla birlikte “hatırlıyor”. Neyse ki çocuk felci (polyo) geçirmedim ama tıp ilmi zekice, hiç geçirilmemiş hastalıkların yanlış anılarını vü­cuda yerleştirmek için aşılama tekniğini geliştirdi. Asla çocuk felci ge­çirmeyeceğim çünkü vücudum geçmişte geçirdiğimi “düşünüyor” ve virüsün zararsız bir sürümünün enjeksiyonuyla antikor üretmek için “kandırılmış” olan bağışıklık sistemi veri tabanını uygun antikorlarla donanmış durumda. Nobel ödüllü pek çok tıbbi bilim insanının çalışmalarının gösterdiği gibi, bağışıklık sisteminin veri tabanının kendisi de inanılmaz bir şekilde, rastgele çeşitlilik ve rastgele olmayan seçi­limle kısmen Darwinci bir süreçle oluşuyor. Ama bu durum özelinde rastgele olmayan seçilim, hayatta kalma kapasiteleri için vücutların seçilimi değil, işgalci proteinlerin etrafını sarma veya etkisizleştirme kapasiteleri için vücudun içindeki proteinlerin seçilimidir.

Üçüncü hafıza, bizim normalde bu kelimeyi kullanırken kastet­tiğimiz anlamdaki hafızadır: sinir sisteminin içinde bulunan hafıza. Tam olarak anlamadığımız mekanizmalarla beyinlerimiz, geçmiş has­talıkların antikor “hatırası" ve atasal ölüm ve başarıların DNA “hatı­rası" benzeri, geçmiş deneyimlerden oluşan bir bellek barındırır. En basit örneklerinde bu üçüncü hafıza, doğal seçilimin bir başka ben­zeşimi daha olarak görülebilecek bir deneme yanılma süreciyle çalı­şır. Yiyecek ararken bir hayvan çeşitli davranışları “deneyebilir". Her ne kadar tam olarak rastgele değilse bile, bu deneme süreci, genetik mutasyonun makul bir benzeşimidir. Doğal seçilim benzeşimi, ödül­ler (olumlu pekiştirme) ve cezalar (olumsuz pekiştirme) sistemi olan “pekiştirme"dir. Kuru yaprakları kaldırmak gibi bir davranış (deneme), altlarında saklanan kınkanatlı larvası ve tespih böceklerini elde et­mekle sonuçlanır (ödül). Sinir sisteminin “arkasından ödül gelen tüm deneme davranışları tekrarlanmalıdır, arkasından hiçbir şey gelmeyen (veya daha kötüsü, ceza gelen) hiçbir deneme davranışı tekrarlanmamalıdır" diyen bir kuralı vardır.

Ama beynin hafızası, hayvanın dağarcığında ödüllendirilen davra­nışların rastgele olmayan hayatta kalışı ve cezalandırılan davranışların rastgele olmayan elenişi şeklindeki bu kısmen Darwinci süreçten çok daha fazlasını yapar. Beynin hafızası (burada tırnak işaretini kullan­maya gerek yok çünkü kelimenin gerçek anlamı bu), en azından insan beyninde hem çok büyük hem de çok canlıdır. Tüm beş duyunun iç­sel imgelerinde temsil edilen detaylı sahneler içerir. Yüzlerin, yerle­rin, melodilerin, âdetlerin, kuralların ve kelimelerin listelerini içerir. Sizler bunu kendi içinizden zaten gayet iyi biliyorsunuz, dolayısıyla benim, yazmak için kullanımımda olan kelime hazinemin ve sizlerin okumak için kullanımınızda olan özdeş (veya büyük oranda kesişen) sözlüğünüzün tamamının, onları cümleler halinde dizmeye ve deşifre etmeye yarayan sözdizimsel (sentaktik) aparatla birlikte, aynı devasa nöronal veri tabanında bulunduğu inanılmaz gerçeğini belirtmek dı­şında bunu hatırlatmaya çalışmam yersiz.

Ayrıca, beyinde bulunan üçüncü hafıza, bir dördüncüsünü do­ğurmuştur. Beynimdeki veri tabanı, (her ne kadar beyinler ilk evrildiklerinde limiti bu idiyse de) kişisel yaşamımdaki olay ve hislerin kaydından daha fazlasını içerir. Beyniniz, geçmiş nesillerden genetik olmayan yollarla edinilmiş ve nesilden nesile konuşma, kitaplar veya günümüzde internet yoluyla aktarılmış toplu hatıraları içerir Sizlerin ve benim yaşadığımız dünya, bizden önce gelen ve etkilerini insanoğlunun veri tabanına kazıyanlar yüzünden daha zengin bir dünyadır: Newton ve Marconi, Shakespeare ve Steinbeck, Bach ve The Beatles, Stephenson ve Wright kardeşler, Jenner ve Saik, Curie ve Einstein, von Neumann ve Bemers-Lee. Ve tabii ki, Darwin.

Tüm bu dört hafıza, ilk ve esas olarak, Darwinci bir süreç olan, DNA’nın rastgele olmayan hayatta kalımıyla geliştirilen, hayatta kal­ma aparatının devasa üst yapısının bir parçası veya tezahürüdür.

“BİR VEYA BİRKAÇ FORMUN İÇİNE"

Darwin kesin konuşmamakta haklıydı ama bugün biz bu gezegen­deki tüm canlıların tek bir atadan türediklerinden oldukça eminiz. Bölüm ıo'da da gördüğümüz üzere bunun kanıtı, genetik kodun hayvan, bitki, mantar, bakteri, arke ve virüsler için ortak ve özdeş olması­dır. Üç harfli DNA kelimelerinin yirmi amino asit ve (“burada okumayı başla” veya “burada okumayı kes” anlamına gelen) bir noktalama işa­retine çevrildiği 64 kelimelik sözlük, canlılar aleminde nereye bakarsanız bakın aynıdır (genellememize gölge düşürmeyecek kadar küçük bir veya iki istisna dışında), örneğin DNA kullanmayan veya protein kullanmayan veya protein kullanan ama onları aşina olduğumuz yir­mi amino asitten farklı amino asitlerle üreten veya DNA kullanan ama üçlü kod kullanmayan veya üçlü kod kullanan ama 64 harfli aynı söz­lüğü kullanmayan harumskaryotlar adlı tuhaf bir mikrop keşfedilseydi, eğer bu şartlardan herhangi biri sağlansaydı, yaşamın iki kez ortaya çıktığını öne sürebilirdik: bir kez harumskaryotlar için bir kez de can­lıların geri kalanı için. Darwin’in bilgi birikimine göre (hatta DNA’nın keşfinden önce herkesin bilgi birikimine göre), yaşayan bazı canlılar benim harumskaryotlara atfettiğim özelliklere sahip olabilirlerdi, ki o zaman Darwin “birkaç formun içine” ifadesinde haklı olurdu. Yaşamın birbirinden bağımsız iki kökeninin 64 harflik aynı kodu keşfetmiş olması mümkün müdür? Çok zor. Bunun makul olabilmesi için halihazırdaki kodun alternatif kodlara kıyasla güçlü bir avantaj sahibi olması ve kademeli bir şekilde ona doğru ilerleyen, doğal seçili­min tırmanabileceği bir iyileştirme rampasının olması gerekirdi. Ama bu şartlar olası değildir. Frencis Crick bir zamanlar, genetik kodun, bir kez yerleştikten sonra değiştirmenin imkansız veya çok zor olduğu “donmuş bir kaza" olduğunu ileri sürmüştür. Neden böyle düşündüğü ilginçtir. (Genetik kodun şifrelediği genlerdeki mutasyonların aksine) genetik kodun kendisindeki herhangi bir mutasyonun, sadece bir yer­de değil organizmanın tamamında anında yıkıcı bir etkisi olacaktır. Eğer 64 kelimelik sözlükte bulunan herhangi bir kelimenin anlamı, farklı bir amino asidi ifade edecek şekilde değişseydi, vücuttaki he­men hemen her protein muhtemelen vücudun pek çok yerinde anın­da değişirdi, örneğin bacağı birazcık uzatan, kanadı kısaltan veya gözü koyulaştıran sıradan bir mutasyonun aksine, genetik koddaki bir değişiklik vücudun tamamında her şeyi bir anda değiştirecektir ve bu da felaket anlamına gelecektir. Pek çok kuramcı, genetik kodun nasıl evrilmiş olabileceğine, -onların makalelerinin birinden alıntı yapmak gerekirse- donmuş kazanın nasıl “eritilebileceğine" dair ze­kice önerilerde bulunmuştur. Bunlar oldukça ilginç olsa da, sanırım genetik kodları incelenmiş tüm canlıların tek bir ortak atadan türemiş oldukları kesindir. Çeşitli yaşam biçimlerinin altında yatan üst seviye programlar ne kadar ayrıntılı ve farklı olurlarsa olsunlar özünde hepsi aynı makine diliyle yazılmıştır.

Elbette şu an soyları tükenmiş olan başka canlılarda (benim harumskaryotlarımın muadili olan canlılarda) diğer makine dillerinin ortaya çıkmış olabileceği olasılığını reddedemeyiz ve fizikçi Paul Davies, aslına bakarsanız bizim, soyu tükenmiş olmayan, gezegenimizin derinliklerinde gizlenmiş harumskaryotlar (tabi o bu kelimeyi kullan­mıyor) olup olmadığını görmek için fazla çaba sarf etmediğimizi vur­guluyor ve bu gayet mantıklı. Kendisi de bunun pek olası olmadığını kabul ediyor ama başka gezegenlere gidip oralara bakmaktansa kendi gezegenimizi en ince ayrıntısına kadar aramanın çok daha kolay ve ucuz olacağını (biraz da, anahtarlarını, kaybettiği yerde değil de so­kak lambasının altında arayan bir adam edasıyla) savunuyor. Bu esnada ben de Profesör Davies’in hiçbir şey bulmayacağı, bu gezegendeki tüm yaşam biçimlerinin aynı makine dilini kullandıktan ve hepsinin tek bir atadan türedikleri şeklindeki kişisel beklentimin kayıtlara geç­mesinde bir sakınca görmüyorum.

“BU GEZEGEN SABİT YERÇEKİMİ YASASI UYARINCA DÖNMEYE DEVAM EDERKEN”

İnsanlar, yaşamlarını yöneten döngülerin farkına, onları anlama­dan çok önce varmışlardı. En bariz döngü gece/gündüz döngüsüdür. Uzayda hareket eden veya yerçekimi yasası etkisi altında diğer nesne­lerin etrafından dönen nesnelerin, doğal bir kendi eksenleri etrafında dönme eğilimleri vardır. Bunun istisnaları vardır ama bizim gezege­nimiz bunlardan biri değildir. Dünyamızın devir süresi şu an yirmi dört saattir (eskiden daha hızlı dönüyordu) ve biz bu dönmeyi, elbette geceyi takip eden gündüzler olarak deneyimliyoruz.

Göreli olarak böylesi devasa bir kütlede yaşadığımız için bizler yerçekimini esas olarak, her şeyi o kütlenin merkezine, bizim "aşağı" olarak deneyimlediğimiz yöne doğru çeken bir kuvvet olarak düşü­nüyoruz. Ama ilk olarak Newton’un anladığı gibi, yerçekiminin ev­rendeki kütleleri diğer kütlelerin etrafında yarı-sürekli yörüngelerde tutan evrensel bir etkisi vardır. Bunu, gezegenimiz güneşin etrafında döndükçe, mevsimlerin yıllık döngüsü olarak deneyimleriz. Gezegenimizin kendi etrafında döndüğü eksen, güneş etrafında döndüğü eksene göre eğik olduğu için yılın, yaşadığımız yarımkürenin güneşe baktığı yarısında daha uzun gün ve daha kısa geceler yaşarız (bu süreç yazın zirve yapar). Yılın diğer yarısında, zirve noktasına kış dediğimiz süreçte daha kısa gün ve daha uzun geceler yaşarız. Yarımküremizin kışında, güneş ışınları bize (eğer erişebilirlerse) çok dar bir açıyla eri­şirler. Yansıma açısı, kışın gelen bir güneş ışınını, aynı ışının yazın tarayacağından daha geniş bir bölgeye dağıtır. Santimetrekare başına düşen foton miktarı azaldığı için de üşürüz. Yeşil yaprak başına daha az foton düşmesi, daha az fotosentez anlamına gelir. Daha kısa gün ve daha uzun geceler de aynı etkiye sahiptir. Yaz ve kış, gündüz ve gece, hayatlarımız döngüler tarafından yönetilir, tıpkı Darwin'in ve onun öncesinde Tekvin’in söylediği gibi: “Dünya döndükçe, ekin ve hasat, soğuk ve sıcak, yaz ve kış, gün ve gece dinmeyecek.”

Yerçekimi yaşam için önemli olan başka döngüleri de yönetir ama bunlar daha az barizdir. Genellikle göreli olarak küçük birçok uydusu olan başka gezegenlerin aksine dünya'nın, adına Ay dediğimiz bir tane büyük uydusu vardır. Tek başına önemli bir yerçekimsel etki uygulaya­cak kadar büyüktür. Bunu temel olarak gelgit döngüleriyle deneyimle­riz; sadece gelgitler gündelik olarak gelip gittikçe oluşan göreli olarak hızlı döngülerde değil, aynı zamanda güneşin ve ayda bir dünyanın etrafında dönen ayın yerçekimsel etkilerinin etkileşimiyle meydana gelen bahar gelgiti ve küçük gelgitin aylık döngülerinde de. Bu gelgit döngüleri deniz ve kıyı organizmaları için bilhassa önemlidir ve bazı insanlar (makul olmayan bir şekilde) denizsel geçmişimize ait bir çeşit tür hafızasının aylık üreme döngülerimizde yaşamaya devam edip etmediğini merak etmişlerdir. Bu belki biraz abartılı olabilir ama dün­yanın yörüngesinde dönen bir ayımız olmasaydı yaşamın ne derece farklı olacağı ilginç spekülasyonların konusudur. Hatta ay olmaksızın yaşamın mümkün olamayacağı da (kanımca yine makul olmayan bir şekilde) ileri sürülmüştür.

Ya gezegenimiz ekseni etrafında dönmeseydi? Ayın bir yüzünün sürekli bize bakması gibi, gezegenimizin de bir yüzü sürekli güneşe baksaydı, sürekli gündüz olan taraf cehennem sıcağıyla kavrulurken sürekli gece olan taraf dayanılmaz derecede soğuk olurdu. Yaşam tam aradaki alacakaranlık sığınağında veya yerin derinliklerinde hayatta kalabilir miydi? Böylesi elverişsiz şartlarda yaşamın ortaya çıkabile­ceğinden şüpheliyim ama dünya dönüşünü kademeli olarak yavaşlatıp sonunda tamamen dursaydı, uyum sağlamak için fazlasıyla vakit olurdu ve en azından bazı bakterilerin başarılı olacağını düşünmek mantıksız değil.

Peki ya dünya dönseydi, ama eğik olmayan bir eksende dönseydi? Bunun yaşamın önünde engel teşkil edeceğini sanmıyorum. Yaz/kış döngüleri olmazdı. Yaz ve kış koşulları zamana değil enlem ve rakıma bağlı olurdu. Kış, iki kutuptan birinin yakınlarında veya dağların te­pelerinde yaşayan canlılar için daimi mevsim olurdu. Bunun yaşamın önünde engel teşkil etmesi için bir neden göremiyorum ama mevsim­ler olmadan hayat daha az ilginç olurdu. Göç etme, yılın belli dönemlerinde çiftleşme, yaprak dökme, deri değiştirme veya kış uykusuna yatma güdüleri olmazdı.
Eğer gezegen herhangi bir güneşin yörüngesinde olmasaydı, yaşam tamamen imkansız olurdu. Bir yıldızın etrafında dönmenin tek alterna­tifi boşlukta sürüklenmektir; karanlık, mutlak sıfıra yakın sıcaklıklarda, yalnız ve yaşamın geçici ve yerel olarak termodinamik selde akıntının tersi yönünde yüzmesini sağlayan enerji kaynağından çok uzaklarda.

Darwin’in “sabit yerçekimi yasası uyarınca dönmeye devam etmek” de­yimi, zamanın acımasız ve tahayyül edilemeyecek kadar uzun akışını ifade etmek için kullanılmış şiirsel bir anlatımdan fazlasıdır.

Bir yıldızın yörüngesinde olmak bir kütlenin, bir enerji kaynağın­dan göreli olarak sabit bir mesafede kalabilmesinin tek yoludur. Her­hangi bir yıldızın (ve bizim yıldızımız tipik bir yıldızdır) yakınlarında, yaşamın evriminin mümkün olduğu ısı ve ışıkça zengin sınırlı bir alan vardır. Yıldızdan uzaklaşıp uzayın derinliklerine doğru ilerledikçe bu yaşanabilir alan, meşhur ters-kare yasası uyarınca hızla azalır. Diğer bir deyişle ışık ve ısı, yıldızdan olan uzaklıkla doğru orantılı olarak de­ğil, uzaklığın karesiyle orantılı olarak azalır. Bunun neden böyle olması gerektiğini görmek kolay. Aynı güneşi merkez kabul eden, yarıçap­tan giderek artan iç içe küreler hayal edin. Güneşten dışarıya doğru yayılan enerji her bir kürenin içine vurur ve kürenin iç yüzeyinin her santimetrekaresi tarafından eşit olarak “paylaşılır” Kürenin yüzey alanı yarıçapın karesiyle orantılıdır. Dolayısıyla eğer A küresi yıldızdan, B küresinin olduğundan iki kat uzaktaysa, aynı miktardaki foton dört kat daha büyük bir alan tarafından “paylaşılmalıdır”. Bu yüzden güneş sistemimizin en içinde yer alan Merkür ve Venüs kavurucu derecede sıcakken, Neptün ve Uranüs gibi dışarılarda olanlar soğuk ve karanlık­tır (yine de derin uzay kadar soğuk ve karanlık değildirler).

Termodinamiğin İkinci Yasasına göre, enerji her ne kadar ne ya­ratılabilir ne de yok edilebilirse de, faydalı bir iş çıkarmak için daha etkisiz hale gelebilir (kapalı bir sistemde; gelmelidir). “Entropi”nin yükselmesiyle kastedilen budur. "İş"e, suyu yokuş yukarı pompalamak veya (bunun kimyasal muadili olan) atmosferdeki karbon dioksitten karbonu ayrıştırıp bitki dokularında kullanmak gibi şeyler dâhildir. Bölüm 12'de detaylandırıldığı üzere bunların her ikisi de yalnızca sis­teme enerji verilmesiyle elde edilebilir, örneğin su pompasını çalıştır­mak için elektrik enerjisi veya bitkilerdeki şeker veya nişasta sentezini sağlamak için güneş enerjisi. Su bir kez tepenin zirvesine pompa­landığında, yokuş aşağı akma eğiliminde olacaktır ve bu yokuş aşağı akışından kaynaklanan enerjinin bir kısmı su çarkını döndürmekte kullanılabilir, ki bu da elektrik üretebilir, ki bu da suyun bir kısmını tekrar yokuş yukarı pompalayan bir elektrik motorunu çalıştırabilir. Ama enerjinin yalnızca bir kısmı kullanılabilir. Enerjinin bir kısmı her zaman kaybolur (ama asla yok olmaz). Devridaim makineleri (bunu yeterince dogmatik söylemek imkânsızdır) mümkün değildir.

Yaşamın kimyasında, bitkilerde meydana gelen ve güneş tarafından beslenen “yokuş yukarı” kimyasal tepkimelerce havadan ayrıştırılan karbon yakılarak enerjinin bir kısmı serbest bırakılabilir. Bu enerji­yi kömür örneğinde olduğu gibi gerçek anlamda yakabiliriz, ki bunu depolanmış güneş enerjisi olarak düşünebiliriz zira oraya çoktan Karbonifer veya diğer geçmiş dönemlerde ölmüş olan bitkilerin güneş panelleri tarafından yerleştirilmişlerdir. Ya da enerji, yanmadan çok daha kontrollü bir şekilde serbest bırakılabilir. İster bitkilerin, ister bitkileri yiyen hayvanların, isterse de bitki yiyen hayvanları yiyen hayvanların (vesaire) hücrelerinin içinde güneş tarafından oluşturulmuş karbon bileşenleri yavaşça yanmaktadır. Bu bileşenler, gerçek anlamda alev almaktansa enerjilerini daha faydalı şekilde, damlalar halinde verirler ve hücrede “yokuş yukarı” kimyasal tepkimeleri sürdürmek için kontrollü bir şekilde çalışırlar. Bu enerjinin bir kısmı kaçınılmaz şekilde ısı olarak harcanır. Harcanmasaydı bir devridaim makinemiz olurdu ki devrida­im makineleri (yeterince vurgulamak imkânsızdır) mümkün değildir.

Evrendeki enerjinin neredeyse tamamı düzenli olarak, iş yapması mümkün olan biçimlerden iş yapması mümkün olmayan biçimlere indirgenmektedir. Enerji dengelenmekte ve karışmaktadır, ta ki ev­renin (gerçek anlamda) olaysız ve tekdüze "ısı ölümü" gerçekleşene kadar. Ama her ne kadar evren bir bütün olarak kaçınılmaz ısı ölümü­ne doğru yokuş aşağı sürüklense de, az miktarlarda enerjinin küçük yerel sistemleri zıt yönde itmesi mümkündür. Denizlerdeki su bulut olarak havaya yükselir, daha sonra bulutlar suyu dağların zirvelerine bırakırlar, buradan su akarsu veya nehirlerle yokuş aşağı akar, bu da su çarklarını veya hidroelektrik santralleri çalıştırabilir. Suyu yüksel­ten (ve böylece santrallerin türbinlerini döndüren) enerji güneşten gelir. Bu İkinci Yasanın bir ihlali değildir çünkü enerji düzenli olarak güneş tarafından sağlanmaktadır. Güneş enerjisi yeşil bitkilerde de benzer bir şey yapmaktadır: kimyasal tepkimeleri yerel olarak “yokuş yukarı” iterek şeker, nişasta, selüloz ve bitki dokularının üretimini sağlamaktadır. Nihayetinde bitkiler ölürler veya daha önce hayvanlar tarafından yenilebilirler. Yakalanmış güneş enerjisinin pek çok aşama boyunca, bitkilerin veya besin zincirini uzatan hayvanların bakteriyel veya mantarsı çürümeleriyle sonuçlanan uzun ve karmaşık bir besin zinciri boyunca sızma şansı vardır. Veya bazıları, önce turba daha sonra da kömür olarak yer altında birikebilirler. Ama nihai ısı ölümüne doğru giden evrensel akım asla tersine çevrilemez. Besin zincirinin her halkasında, her hücrenin içinde aşağı doğru sızan tüm aşamalarda, enerjinin bir kısmı kullanılamaz hale gelir. Devridaim makineleri pekala, bu kadar tekrar yeter. Ama bundan önceki en az bir ki­tabımda yaptığım gibi Sör Arthur Eddington’un konu hakkındaki şu harikulade sözünü alıntıladığım için de özür dilemeyeceğim:

Eğer birisi size evren hakkındaki favori teorinizin Maxwell denklem­leriyle çeliştiğini gösterirse, bu Maxwell denklemlerinin problemidir. Eğer teorinizin gözlemlerle çeliştiği ortaya çıkarsa, eh, bu gözlemciler kimi zaman hata yapabilirler. Ama eğer teorinizin termodinamiğin ikinci yasasını ihlal ettiği ortaya çıkarsa size hiçbir umut vaat edemem; teorinizin derin bir utanç içinde çökmekten başka şansı yoktur.

Yaradılışçılar evrim teorisinin Termodinamiğin İkinci Yasasıyla çeliştiğini söylediklerinde (ki sıklıkla söylerler) aslında bize sadece İkinci Yasayı anlamadıklarını söylerler (evrimi anlamadıklarını zaten biliyorduk). Güneş yüzünden ortada çelişki falan yoktur!

İster yaşamdan, ister suyun bulutlara yükselip tekrar yere düşme­sinden bahsediyor olalım, nihayetinde sistemin tamamı güneşten gelen düzenli enerji akımına bağlıdır. Fizik ve kimya yasalarına (ve elbette İkinci Yasaya) uymaması asla söz konusu değilse bile güneş­ten gelen enerji, karmaşıklık, çeşitlilik, güzellik ve esrarengiz bir is­tatistiksel olasılıksızlık ve kasıtlı tasarım yanılsaması evrimleştirmek üzere fizik ve kimya yasalarını esnetmesi için yaşama güç verir. Bu ya­nılsama o kadar ikna edicidir ki, Charles Darwin sahneye çıkana kadar en büyük zihinlerimizi yüzyıllarca kandırmıştır. Doğal seçilim bir ola­sılıksızlık pompasıdır: istatistiksel olarak olası olmayanları üreten bir süreçtir. Rastgele değişikliklerin hayatta kalmak için gereken şeylere sahip olan ufak bir kısmını sistematik olarak alır, tahayyül edilmesi imkansız zaman dilimleri boyunca adım adım biriktirir ve nihayetin­de evrim, olasılıksızlık ve çeşitlilik dağlarını, yükseklik ve menzilleri adeta sınır tanımayan zirveleri, benim “Olasılıksızlık Dağı” adını ver­diğim mecazi dağı tırmanır. Doğal seçilimin olasılıksızlık pompasının yaşamın karmaşıklığını “Olasılıksızlık Dağına tırmandırtması, güneş enerjisinin suyu normal bir dağın zirvesine yükseltmesinin bir nevi istatistiksel muadilidir. Yaşamın karmaşıklığı evrimleştirebilmesinin tek sebebi, doğal seçilimin onu, yerel olarak, istatistiksel olarak olası olandan olmayana doğru sürmesidir. Bunun da mümkün olmasının tek sebebi güneşten gelen kesintisiz enerji arzıdır.

 “BÖYLESİNE BASİT BİR BAŞLANGIÇTAN”

Evrimin başladığından beri nasıl işlediği konusunda pek çok şey biliyoruz, Darwin’in bildiklerinden çok daha fazlasını. Ama evrimin ilk olarak nasıl başladığı konusundaki bilgilerimiz Darwin’inkilerden pek fazla değil. Bu kitap kanıtlar hakkında bir kitap ve evrimin bu ge­zegende başladığı o tarihi olaya ışık tutan hiçbir kanıtımız yok. Bu ola­ğanüstü nadirlikle bir olay olabilir. Yaşamın sadece bir kez ortaya çık­mış olması yeterlidir ve bildiğimiz kadarıyla gerçekten de bir kez çıktı. Hatta tüm evrende bile sadece bir kez ortaya çıkmış olması mümkün­dür ama bundan şüpheliyim. Bu olay hakkında (kanıtlardan ziyade saf mantığı esas alarak) diyebileceğimiz bir şey, Darwin'in “böylesi basit bir başlangıçtan” derken makul davranmış olduğudur. Basitin zıttı, istatistiksel olarak olasılıksızlıktır. İstatistiksel olarak olasılıksız olan şeyler bir anda var olmaya başlamazlar: istatistiksel olarak olasılıksız olmanın anlamı budur. Başlangıç basit olmak zorundadır ve doğal se­çilimle evrim hala, basit başlangıçların karmaşık sonuçlar üretebildi­ğim bildiğimiz tek süreçtir.

Darwin Türlerin Kökeni Üzerine’de evrimin nasıl başladığı konusu­nu tartışmamıştır. Bu problemin dönemin bilimini aştığını düşünü­yordu. Hooker'e yazdığı daha önce alıntıladığım mektubunda Darwin şöyle demiştir: “Şu an için yaşamın kökeni hakkında kafa yormak çok saçma; oldu olacak maddenin kökenini de düşünsünler.” Problemin günün birinde çözümlenme olasılığını reddetmemişti (gerçekten de maddenin kökeni problemi büyük oranda çözülmüştür) ama bu­nun uzak bir gelecekte olabileceğini söylemişti: “Balçık, protoplazma vs.nin yeni bir hayvan ürettiğini görmemize daha çok var.”

Francis Darwin, babasının mektuplarını derlediği baskısında bu konu hakkında bir dipnot koyarak şunları söylemiştir:

Babam aynı konu hakkında 1871’de şöyle yazmıştır: “Canlı bir organiz­manın ilk kez oluşması için gerekli olan tüm koşulların şu anda mev­cut olduğu sıklıkla dile getirilir. Ama eğer, her türden amonyak, fosfo­rik tuz, ışık, ısı, elektrik vs.nin mevcut olduğu küçük ve ılık bir gölette, kimyasal olarak daha da karmaşık değişikliklere uğramaya hazır bir protein bileşiği bulunsaydı, bu madde günümüzde derhal parçalanır veya yutulurdu ama canlılar ortaya çıkmadan önce durum bu olmazdı.”

Charles Darwin burada iki farklı şey yapıyordu. Bir yanda yaşamın nasıl başlamış olabileceğine dair tek spekülasyonunu (meşhur “küçük ve ılık gölet” pasajı) ortaya atarken diğer yanda bu olayın gözleri önünde tekrarlanabileceğini uman gününün biliminin gözlerini açıyordu. «Canlı bir organizmanın ilk kez oluşması için gerekli olan tüm koşullar” günümüzde mevcut olsa bile, böylesi bir yeni üretim “derhal parçala­nır veya yutulurdu” (muhtemelen bakteriler tarafından, günümüzde böyle düşünmek için iyi sebeplerimiz var), "ama canlılar ortaya çık­madan önce durum bu olmazdı.”

Darwin bunu, Louis Pasteur’un Sorbonne’deki bir konuşmasında şunları söylemesinden yedi yıl sonra yazmıştı: “Cansız bir varlıktan canlı bir varlık oluşabileceği öğretisi, bu basit deneyle yediği ölümcül yumruk­tan sonra asla kendine gelemeyecek.” Bahsedilen basit deney, Pasteur’un (zamanının popüler beklentilerinin aksine), mikroorganizmaların erişi­minin engellendiği et suyunun bozulmayacağını gösterdiği deneydi.

Pasteur’unkisi gibi deneyler kimi zaman yaradılışçılar tarafından kendi savları lehinde bir kanıt olarak sunulur. Hatalı kıyas şu şekilde işler: “Cansız bir varlıktan canlı bir varlık oluşması günümüzde hiç gözlemlenmiyor. Dolayısıyla yaşamın kökeni imkansızdır” Darwin’in 1871'de söylediği söz tam da böylesi bir mantıksızlığa cevap vermek amacıyla tasarlanmıştı. Açıkça görülüyor ki cansız bir varlıktan canlı bir varlık oluşması çok nadir bir olaydır ama bu olay en azından bir kez olmuş olmalı ve bu durum, bu ilk canlının ortaya çıkmasının doğal bir olay olduğunu düşünseniz de doğaüstü bir olay olduğunu düşünseniz de doğrudur. Yaşamın kökeninin tam olarak ne kadar nadir bir olay olduğu sorusu, benim de daha sonra döneceğim ilginç bir sorudur.

Yaşamın nasıl başlamış olabileceğini düşünmeye dair (Rusya’dan Oparin ve ondan bağımsız olarak İngiltere’den Haldane’ye ait olan) ilk ciddi teşebbüslerin her ikisi de işe yaşamın ilk kez oluşması için gere­ken şartların hala mevcut olduğunu reddederek başlamıştır. Oparin ve Haldane ilk atmosferin şu ankinden çok farklı olacağını, özellikle o atmosferde hiç serbest oksijen olmayacağını ve bu yüzden atmosferin (kimyacıların gizemli bir şekilde adlandırdıkları üzere) “indirgen” bir atmosfer olduğunu öne sürmüşlerdir. Bizler artık atmosferdeki ser­best oksijenin tamamının yaşamın, spesifik olarak da bitkilerin ürünü olduğunu ve dolayısıyla (elbette) yaşamın ortaya çıktığı evvel zaman koşullarının bir parçası olmadığını biliyoruz. Oksijen, atmosferi, kirle­tici bir madde, hatta bir zehir olarak doldurmuştur, ta ki doğal seçilim canlıları, oksijen sayesinde zenginleşecek hatta oksijenin yokluğunda boğulacak biçimde şekillendirene kadar. “İndirgen" atmosfer, yaşa­mın kökeni problemine en ünlü deneysel saldırıya, Stanley Miller'in, sadece bir hafta fokurdayıp kıvılcımlar saçtıktan sonra amino asit ve yaşamın diğer müjdecilerini oluşturduğu, basit malzemelerle dolu de­ney tüpüne ilham kaynağı olmuştur.

Günümüzde Darwin‘in “küçük ve ılık gölet’i ve bunun ilham verdi­ği, Miller tarafından hazırlanan cadı iksiri sıklıkla, daha çok beğenilen başka alternatiflere bir giriş olarak görülerek reddedilmektedirler. İşin aslı, bu konuda ezici bir fikir birliği yoktur. Umut verici pek çok fikir ileri sürülmüştür ama hataya yer bırakmayacak şekilde bunlardan biri­ne işaret eden belirleyici kanıtlar yoktur. Önceki kitaplarımda, Graham Carms-Smith'in inorganik kil kristalleri teorisinin ve son zamanlarda daha revaçta bir görüş olan, yaşamın ilk ortaya çıktığı koşulların, bazı­ları gerçek anlamda kaynayan sıcak su kaynaklarında gelişen ve üreyen günümüzün "termofilik" bakteri ve arkelerinin cehennemsi habitatlarına benzediği görüşünün de dâhil olduğu pek çok ilginç olasılığa yer vermiştim. Günümüzde biyologların çoğu, oldukça ikna edici bulduğum bir sebepten ötürü "RNA dünyası teorisi"ne doğru kaymaktadırlar.

Yaşamın meydana gelmesindeki ilk adımın ne olduğu hakkında herhangi bir kanıtımız yok ama bunun ne türden bir adım olması ge­rektiğini biliyoruz. Doğal seçilimin başlamasını sağlayan her ne idiyse öyle bir adım olmalıdır. O ilk adımdan önce, sadece doğal seçilimin elde edebileceği türden gelişmeler imkansız idi. Bunun da anlamı, kilit adımın (henüz bilinmeyen bir süreçle) kendi kendini kopyala­yan bir varlığın ortaya çıkması olduğudur. Kendi kendini kopyalama özelliği, kopyalanmak için birbirleriyle yarışan bir varlıklar popülasyonu doğurur. Hiçbir kopyalama mekanizması mükemmel olmadığı için de popülasyon kaçınılmaz olarak çeşitlemeler içerecektir ve eğer çeşitlemeler bir kopyalayıcılar popülasyonunda yaşıyorlarsa, başarılı olmak için gereken şeylere sahip olanlar üstün geleceklerdir. Bu doğal seçilimdir ve kendi kendini kopyalayan ilk varlık ortaya çıkmadan iş­lemeye başlayamazdı.

Darwin, “küçük ve ılık gölet” paragrafında, yaşamın kökenindeki kilit olayın kendiliğinden oluşan bir protein olabileceği spekülasyo­nunda bulunmuştu ama bunun Darwin’in pek çok fikrinden daha az umut verici okluğu ortaya çıkmıştır. Bu, proteinlerin yaşam için hayati öneme sahip olduklarını reddetmek anlamına gelmiyor. Bölüm 8’de, tam şekilleri, bileşenleri olan amino asitlerin bir boyutlu dizisiyle be­lirlenen proteinlerin, kendilerini katlayarak üç boyutlu nesneler meydana getirmek gibi özel bir özelliğe sahip olduklarını görmüştük. Aynı samanda bu şekillerin onlara kimyasal tepkimeleri muazzam bir belir­lilikle katalize edip tepkime hızlarını bir trilyon kat arttırma becerisi verdiğini görmüştük. Enzimlerin belirliliği biyolojik kimyayı mümkün kılar ve proteinler alabilecekleri şekillerin kapsamı açısından sınırsız esneklikteymiş gibi gözükürler. Yani proteinler bunu yapmakta başa­rılılar. Hatta çok çok başarılılar ve Darwin onlardan bahsetmekte ol­dukça haklıydı. Ama proteinlerin aşın derecede başarısız oldukları bir şey var ve Darwin bunu göz ardı etmişti. Proteinler kendi kendilerini kopyalamada ümitsizce başarısızdırlar. Kendilerinin kopyalarını yapa­mazlar. Bunun da anlamı, yaşamın kökenindeki kilit adımın bir prote­inin bir anda ortaya çıkması olamayacağıdır. Peki bu kilit adım neydi?

Kendi kendini en iyi kopyalayan molekül DNA’dır. Aşina olduğu­muz gelişmiş yaşam formlarında DNA ve proteinler birbirlerini zarif­çe tamamlarlar. Protein molekülleri şahane enzimlerdir ama kendi kendilerini kopyalayamazlar. DNA ise tam tersidir. Üç boyutlu şekil alacak şekilde katlanmaz ve dolayısıyla enzim olarak iş görmez. DNA katlanmak yerine açık ve doğrusal formunu korur ve onu hem ken­di kendisini kopyalamak hem de amino asit dizilerinin belirleyicisi olmak için ideal hale getiren de budur. Protein molekülleri (tam da "kapalı” şekiller alacak şekilde katlandıkları için), kendilerinin dizi bil­gilerini kopyalanacak veya “okunacak" şekilde "açığa vurmazlar". Dizi bilgisi, katlanmış proteinin derinliklerinde, erişimin mümkün olma­yacağı şekilde gömülmüştür. Ama DNA’nın uzun zincirinde dizi bilgi­si açıktadır ve bir şablon olarak iş görmeye hazırdır.

Hayatın kökenine dair açmaz şudur. DNA kendi kendini kopyala­yabilir ama süreci katalize etmesi için enzimlere ihtiyaç duyar. Prote­inler ise DNA oluşumunu katalize edebilirler ama doğru amino asit dizilerini belirlemesi için DNA’ya ihtiyaç duyarlar. Dünyanın ilk zamanlarında mevcut olan moleküller, bu açmazdan kurtulup doğal se­çilimin yolunu nasıl açabilirdi? RNA’yla tanışın.

RNA, DNA’yla aynı zincir moleküller ailesine, polinükleotidere mensuptur. DNA’dakiyle aynı dört “harfi" taşıma yeteneği vardır ve gerçekten de canlı hücrelerde öyle yapar, genetik bilgiyi DNA’dan alır, kullanılabileceği yerlere götürür. DNA, RNA kod dizilerinin oluştu­rulması için şablon vazifesi yapar ve daha sonra protein dizileri şablon olarak DNA değil RNA kullanılarak oluşturulur. Bazı virüslerin DNA’sı bile yoktur. Onların genetik molekülleri RNA’dır. Genetik bilgiyi bir nesilden diğerine aktarmak tamamen RNA'nın sorumluluğundadır.

Şimdi yaşamın kökenini konu alan “RNA dünyası teorisi'nin ki­lit noktasına gelelim. Dizi bilgisini iletmeye uygun bir şekilde uza­masının yanında RNA aynı zamanda, enzimatik faaliyetleri olan üç boyutlu şekiller alacak şekilde kendi kendine kurulma (Bölüm 8'de gördüğümüz manyetik kolye gibi) yeteneğine sahiptir. RNA enzimleri gerçekten mevcuttur. Protein enzimleri kadar verimli değillerdir ama iş görürler. RNA dünyası teorisine göre RNA, proteinler evrilip enzımlik rolünü devralana değin işi idare edecek kadar iyi bir enzimdi ve aynı zamanda, DNA evrilip kendi kendini kopyalama rolünü devrala­na kadar kendisini geçinip gidecek kadar iyi kopyalıyordu.

RNA dünyası teorisini akla yakın buluyorum ve kimyacıların önü­müzdeki birkaç on yılda, dört milyar yıl önce doğal seçilimi başlatan o tarihi olayların tamamının yeniden inşasını laboratuar ortamında simüle etmelerinin son derece olası olduğunu düşünüyorum. Doğru yönde büyüleyici adımlar hâlihazırda atılmış durumda.

Bu konuyu kapamadan önce daha önceki kitaplarımda yaptığım bir uyarıyı tekrarlamalıyım. Yaşamın kökeni hakkında akla yakın bir teoriye aslında ihtiyacımız yok ve akla fazla yakın bir teorinin ortaya çıkmasından birazcık rahatsız bile olabiliriz! Buradaki göz kamaştı­ran paradoks, fizikçi Enrico Fermi'nin ortaya attığı "Herkes nerede?" sorusundan kaynaklanıyor. Sorusu kulağa oldukça anlaşılmaz gel­se de Fermi’nin arkadaştan (Los Alamos’taki fizikçi meslektaştan) Fermi'nin ne demek istediğini anlayacak kadar onunla aynı telden çalıyorlardı. Evrenin başka yerlerinde yaşayan yaratıklar tarafından neden ziyaret edilmedik? Neden yüz yüze değilse bile radyo sinyalleri aracılığıyla ziyaret edilmedik (ki bu kat be kat daha olası)?

Günümüzde galaksimizde bir milyardan fazla gezegen olduğunu ve evrende yaklaşık bir milyar galaksi olduğunu hesaplayabilecek du­rumdayız. Bunun anlamı şudur: her ne kadar gezegenimizin galakside üzerinde yaşam olan tek gezegen olması mümkünse de, bunun doğru olması için yaşamın bir gezegende ortaya çıkma olasılığının milyarda birden çok daha fazla olmaması gerekir. Hal böyleyken bu gezegendeki yaşamın kökenine dair aradığımız teori kati suretle akla yakın bir teori olmamalıdır! öyle olsaydı, yaşamın galakside yaygın olması gerekirdi. Belki de yaygındır, bu durumda aradığımız şey akla yakın bir teoridir. Ama bu gezegenin dışında yaşamın var olduğuna dair herhangi bir ka­nıtımız yok ve en azından, akla yakın olmayan bir teoriyle tatmin olma hakkına sahibiz. Eğer Fermi'nin sorusunu ciddiye alıp ziyaret edilme­miş olmamızı, galakside yaşamın son derece nadir bulunduğunun kanıtı olarak yorumlarsak, yaşamın kökenine dair akla yakın bir teorinin kati suretle var olmadığını beklemeye meyilli olmalıyız. Bu argümanı daha detaylı olarak Kör Saatçi'de ilerlettim ve burada daha fazla bir şey söylemeyeceğim. Ne kadar önemi var (pek yok, zira çok fazla bilin­meyen var) bilemem ama benim tahminim yaşamın çok nadir olduğu ama gezegenlerin sayısı bu kadar fazlayken (her geçen gün yenileri keşfedilmekte) muhtemelen yalnız olmadığımız ve evrende milyonlarca yaşam adasının olabileceği yönünde. Ne var ki, milyonlarca ada bile, birbirlerine (radyo aracılığıyla bile) denk gelme şanslarının neredeyse hiç olmadığı kadar birbirlerinden uzak olabilir. Pratik engeller göz Önüne alındığında, maalesef yalnız olmasak bile yalnız oluruz.

“EN GÜZEL VE EN ŞAHANE SAYISIZ FORM EVRİMLEŞTİ VE EVRİMLEŞMEKTE”

Darwin’in “sayısız” ile ne kastettiğinden emin değilim. “En güzel" ve “en şahaneyi daha etkili kılmak için kullanılmış bir üstünlük de­recesi olabilir. Herhalde durum kısmen buydu. Ama ben Darwin’in "sayısız” derken daha net bir şey kastettiğini düşünmek istiyorum. Ya­şamın geçmişine baktığımızda, bitmek tükenmek bilmeyen, hep ken­dini tazeleyen yeniliklerle bezenmiş bir resim görüyoruz. Bireyler ölür, türlerin, ailelerin, takımların ve hatta sınıfların soyu tükenir. Ama çağlar birbirlerinin peşi sıra akarken evrimsel sürecin kendisi, azal­mamış bir tazelik ve dinmemiş bir gençlikle kendini yerden kaldırıp, yinelenen serpilmesine kaldığı yerden devam eder gibi gözükür.

Şimdi kısaca Bölüm 2’de tarif ettiğim yapay seçilimin bilgisayar mo­dellerine (aralarında eklembiçimlerin ve büyük çeşitlilik arz eden yu­muşakça kabuklarının nasıl evrimleşmiş olabileceğini gösteren kabuk- biçimlerin de bulunduğu bilgisayar biyobiçimlerinin “safari parkına) dönmeme izin verin. O bölümde bu bilgisayar yaratıklarını doğal se­çilimin nasıl işlediğini ve yeterli sayıda nesil boyunca devam ederse ne kadar kuvvetli olduğunu örneklendirmek için tanıtmıştım. Şimdi bu bilgisayar modellerini farklı bir amaç için kullanmak istiyorum.

Bilgisayar ekranına bakıp (ister renkli ister siyah) biyobiçimleri ve keza eklembiçimleri seçerken edindiğim en belirgin izlenim, olayın asla sıkıcı bir hal almadığıydı. Garipliklerin ardı arkası kesilmiyordu. Program asla “sıkılmış” gözükmüyordu, keza oyuncu da. Bu durum Bölüm ıo’da kısaca değindiğim “D’arcy” programıyla zıtlık arz ediyor. Orada “genler”, üzerine bir hayvan çizilmiş olan sanal oyun hamu­runun koordinatlarını matematiksel olarak çekiştiriyorlardı. D’arcy programıyla yapay seçilim yaparken oyuncu zaman geçtikçe, tercih­lerin mantıklı olduğu bir referans noktasından uzaklaşıp, başlangıç noktasından uzaklaştıkça mantığın yitip gider gibi durduğu, zarafet­ten uzak ne idüğü belirsiz şekillerle dolu bir alana doğru ilerlermiş gibi gözüküyordu. Bunun neden böyle olabileceğine dair fikirlerimi zaten belirtmiştim. Biyobiçim, eklembiçim ve kabukbiçim program­larında, embriyolojik sürecin bilgisayar muadiline sahibiz: her biri (kendilerine has yönleriyle) biyolojik olarak akla yatkın olan üç farklı embriyolojik süreç. Buna mukabil D’arcy programı embriyolojiyi simüle etmez. Bunun yerine (Bölüm ıo’da açıkladığım gibi), yetişkin bir bireyin diğer bir yetişkin bireye dönüşmesini sağlayan bozulma ham­lelerini idare eder. Embriyolojinin yokluğu da onu biyobiçim, eklem­biçim ve kabukbiçimlerin sergilediği “yaratıcı doğurganlıktan mah­rum bırakır. Aynı yaratıcı doğurganlık gerçek hayattaki embriyolojiler tarafından da sergilenir, ki bu da evrimin “en güzel ve en şahane sa­yısız form” meydana getirmesinin asgari bir sebebidir. Peki asgarinin ötesine geçebilir miyiz?

1989’da “Evrilebilirliğin Evrimi” adlı bir makale yazdım. Bu maka­lede, nesiller geçtikçe hayvanların yalnızca hayatta kalma konusun­da daha başarılı hale gelmekle kalmadıklarını, aynı zamanda hayvan soylarının evrilmekte daha başarılı hale geldiklerini öne sürdüm. “Evrilmekte başarılı olmak” ne anlama geliyor? Hangi tür hayvanlar ev­rilmekte başarılıdır? Karada böcekler denizde de kabuklular binlerce farklı türe ayrılmanın, nişleri parsellemenin, evrimsel zaman boyunca oyunbaz bir şekilde kostüm değiştirmenin şampiyonları gibi duruyor­lar. Balıklar da inanılmaz bir evrimsel doğurganlık gösterirler. Kurba­ğalar ve daha tanıdık memeli ve kuşlar da öyle.

1989’da yayınladığım makalede öne sürdüğüm şey, evrilebilirliğin embriyolojilerin bir özelliği olduğuydu. Genler mutasyona uğrayıp hayvanın bedenini değiştirirler ama bunu embriyonik büyüme sü­reçleri esnasında yapmak zorundadırlar ve bazı embriyolojiler, doğal seçilimin üzerinde çalışması için zengin genetik çeşitlemeler üret­mekte diğerlerinden daha iyidirler ve dolayısıyla evrilmekte daha başarılı olabilirler. "Olabilirler” ifadesi biraz güçsüz kaçtı gibi. Bazı embriyolojilerin (bu anlamda) evrilmekte diğerlerinden daha iyi ol­ması gerektiği neredeyse bariz değil mi? Bence öyle. Daha az bariz olan (ama öyle sanıyorum ki savunulabilecek bir sav) ise, “evrilebilir embriyolojilerin lehine yüksek seviyeli bir doğal seçilim olabile­ceğidir. Zaman geçtikçe embriyolojiler evrilebilirliklerini iyileştirirler.

Eğer böylesi “yüksek seviyeli bir seçilim” varsa bu, bireyleri genleri başarıyla aktarma kapasitelerine göre (veya eşdeğer olarak, genleri, başarılı bireyler üretme kapasitelerine göre) seçen sıradan doğal seçi­limden oldukça farklı olacaktır. Evrilebilirliği iyileştiren yüksek sevi­yeli seçilim, Amerikalı büyük evrimsel biyolog George C. Williams’m "dal seçilimi” diye adlandırdığı türden bir seçilimdir. Teknik bir tabir olan dal, yaşam ağacında bulunan (tür, cins, takım veya sınıf gibi) bir daldır. Örneğin böcekler gibi bir dal yayılıp çeşitlenerek dünyaya di­ğer bir daldan, örneğin pogonophoradan (hayır, bu pek tanınmayan, solucan benzeri yaratıkların adını muhtemelen daha önce hiç duyma­dınız ve bunun bir sebebi var: onlar başarısız bir dal!) daha başarılı bir şekilde mesken tuttuğunda dal seçilimi gerçekleşmiştir deriz. Dal seçilimi dalların birbirleriyle rekabet edeceklerini ima etmez. Böcek­ler pogonophorayla yiyecek, mekan veya herhangi başka bir kaynak için (en azından doğrudan) rekabet etmezler. Ama dünya böceklerle doludur ve neredeyse tamamen pogonophoradan yoksundur ve bizler haklı olarak, böceklerin bu başarılarını onların sahip oldukları bazı özelliklere atfetmeye meylederiz. Ben embriyolojilerinin sahip olduğu bir özelliğin böcekleri evrilebilir kıldığını öne sürüyorum. Olasılıksız­lık Dağına Tırmanmak kitabımın “Kaleydoskopik Embriyolar” adlı bö­lümünde, aralarında simetri kısıtlarının ve bölütlü (segmentli) vücut planı gibi modüler mimarilerin de bulunduğu, evrilebilirliğe neden olan spesifik özelliklere pek çok örnek önermiştim.

Eklembacaklı dalı belki de kısmen, bölütsel olarak modüler olan mimarilerinden dolayı evrilmekte, pek çok yöne doğru çeşitlilik oluş­turmakta, farklılaşmakta, boş nişleri fırsatçı bir şekilde doldurmakta başarılıdır. Diğer dallar, embriyolojileri vücutlarının pek çok düzle­minde ayna izdüşümlü gelişim (ikiyanlı simetriye sahip gelişim) ile kısıtlandığı için benzer şekilde başarılı olabilirler. Kara ve denizleri doldurduğunu gördüğümüz dallar, evrilmekte başarılı olan dallardır.
Dal seçiliminde, başarısız dalların soyları tükenir veya çeşitli zorlukla­rın altından kalkacak şekilde farklılaşamayıp yok olup giderler. Başarı­lı dallar, filogenetik ağacın yaprakları olarak çiçek açıp serpilirler. Dal seçilimi ayartıcı bir şekilde Darwinci doğal seçilimi andırmaktadır. Bu ayartmaya direnilmelidir veya en azından ihtiyatlı olunmalıdır. Yüzey­sel benzerlikler fazlasıyla yanıltıcı olabilir.

*-Böcekler,kabuklular, örümcekler, kırkayaklar vs. - örneğin bir kırkayağın bacağındaki bir mutasyon ayağın her iki tarafını da etkileyecektir ve muhtemelen vücut boyunca da tekrarlanacaktır. Her ne kadar bu tek bir mutasyon olsa da emb­riyolojik süreçler onu vücudun her tarafında tekrarlanmaya zorlayacaktır. Bir kısıtın, bir dalın evrimsel çok yönlülüğünü arttırması ilk bakışta çelişkili gibi gözükebilir. Bunun nedenini Olasılıksızlık Dağına Tırmanmak’ın yine “Kaleydoskopik Embriyolar" bölümünde anlattım.

Var olduğumuz gerçeği, neredeyse katlanılamayacak kadar şaşır­tıcı. Etrafımızın, bizi üç aşağı beş yukarı yakinen andıran zengin bir hayvan ekosistemiyle, biraz daha az andıran ve beslenmemiz için ni­hayetinde muhtaç olduğumuz bitkilerle ve uzak atalarımızı andıran ve zamanımız geldiğinde çürüyüp aralarına karışacağımız bakterilerle çevrili olması gerçeği de öyle. Darwin var oluşumuza dair sorunun bo­yutunu kavramakta ve çözümünün farkına varmakta zamanının çok ötesindeydi. Hayvan, bitki ve diğer tüm canlıların birbirlerine olan ba­ğımlılıklarının ve karmaşıklığı insanın başını döndüren ilişkiler ağı­nın önemini kavramakta da zamanının ötesindeydi. Kendimizi nasıl oldu da sadece var olurken değil, etrafımız böylesi karmaşık, zarif, en güzel ve en şahane sayısız formla çevriliyken bulduk?

Yanıt şu: var olduğumuzun farkına varma yeteneğine sahip oldu­ğumuz ve onun hakkında sorular sorabildiğimiz göz önüne alınırsa durum başka türlü olamazdı. Kozmologların bize belirttiği üzere, gökyüzünde yıldızlar görüyor olmamız bir tesadüf değil, İçlerinde yıldızlar olmayan, fizik yasa ve sabitlerinin ilkel hidrojeni homojen olarak dağıtıp yıldızların içinde toplamadığı evrenler varolabilir. Ama o evrenleri kimse gözlemlemiyor çünkü herhangi bir şeyi gözlemle­me yeteneğine sahip varlıklar yıldızlar olmadan evrilemezler. Yaşam, enerji sağlaması için en az bir yıldıza ihtiyaç duymakla kalmaz. Yıl­dızlar aynı zamanda kimyasal elementlerin çoğunun oluşturulduğu fırınlardır ve zengin bir kimya olmadan hayat imkânsızdır. Tüm fizik yasalarını tek tek sayıp hepsi için aynı şeyi söyleyebiliriz:... görüyor olmamız bir tesadüf değil.

Aynısı biyoloji için de geçerli. Baktığımız hemen her yerde yeşil gö­rüyor olmamız bir tesadüf değil. Kendimizi dallanıp budaklanan bir yaşam ağacının ipince bir dalına tünemiş olarak bulmamız bir tesadüf değil; yiyen, büyüyen, çürüyen, yüzen, yürüyen, uçan, kazan, sokulan, kovalayan, kaçan, atik, kurnaz milyonlarca türle çevrili olmamız bir tesadüf değil. Yeşil bitkilerin sayısı bizim sayımızı en az ona katlamasaydı bize güç verecek enerji üretilemezdi. Av ve avcıların, parazit ve konakların giderek kızışan silahlanma yarışları olmasaydı, Darwin'in “doğanın savaşı”, “kıtlık ve ölüm'ü olmasaydı, bırakın herhangi bir şeyi takdir edip anlama yeteneğine sahip olanları, onları görebilen sinir sistemleri bile var olamazdı. Etrafımız en güzel ve en şahane sayısız formla çevrili ve bu bir tesadüf değil, rastgele olmayan doğal seçilimle evrimin doğrudan bir sonucu; şehirdeki tek oyun, yeryüzündeki en büyük gösteri.

*
Richard Dawkins
Yeryüzündeki En Büyük Gösteri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder