Bu yaşam görüşünde ihtişam vardır:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/underneath-sky.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/seytann-papaz.html
***
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/underneath-sky.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/seytann-papaz.html
***
BİLİMSEL MISRALARI (itiraf etmeliyim ki şaşırtıcı bir
şekilde) Wordsworth ve Coleridge tarafından takdir
edilen evrimci dedesi Erasmus'un aksine, Charles Darwin bir şair olarak
bilinmezdi ama Türlerin Kökeni Üzerine'nin son paragrafında lirik bir kreşendo
ortaya koymuştur.
Böylece, tasavvur edebileceğimiz en yüce nesne yani yüksek hayvanların
üretimi, doğanın savaşının, kıtlık ve ölümün doğrudan bir sonucudur. İlk
olarak bir veya birkaç formun içine üflenmiş olan pek çok gücüyle birlikte bu
yaşam görüşünde ihtişam var; ve bu gezegen sabit yerçekimi yasası uyarınca
dönmeye devam ederken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel ve en şahane
sayısız form evrimleşti ve evrimleşmekte.
“DOĞANIN SAVAŞININ, KITLIK VE ÖLÜMÜN”
Her zamanki açık zihinliliğiyle Darwin, büyük teorisinin
kalbinde yatan ahlaki paradoksu fark etmişti. Sözünü esirgememişti ama doğanın
kötü niyetleri olmadığı tesellisini öne sürmüştü. Aynı paragraftaki önceki
cümlelerinden birini alıntılamak gerekirse, olgular, basitçe, “çevremizde
etkiyen yasalar”dan doğuyordu. Benzer bir şeyi Köken'in yedinci bölümünün
sonunda da söylemişti:
ı- Darwin bize, doğal seçilim
için ilk ilhamını Thomas Malthus'tan aldığını söylemişti ve belki de Darwin’in
bu ifadesi, dikkatimi dostum Matt Rıdley’in çektiği aşağıdaki kıyamet habercisi
paragraftan kaynaklanmış olabilir: "Kıtlık doğanın son ve en korkunç
çaresiymiş gibi gözüküyor, Popülasyonun gücü, insanoğlunun geçinmesi için
dünyanın sağladığı güçten o kadar üstündür ki, erken ölümler bir şekilde insan
ırkını ziyaret edecektir. İnsanoğlunun zaafları, nüfus azaltımının aktif ve
etkili vekilleridir. Büyük yıkım ordusunun habercileridir ve sıklıkla bu
korkunç işi kendileri tamamlarlar. Ama bu imha savaşında başarısız olurlarsa,
hastalıklı mevsimler, salgınlar ve veba inanılmaz boyutlarda artar ve binlerce,
on binlerce kişiyi yok eder. Başarı yine gelmezse, devasa boyutlardaki
kaçınılmaz kıtlıklar sinsice gelir ve tek bir büyük hamlede popülasyonu
dünyadaki yiyeceklerle dengeler.”
Bu mantıksal bir çıkarım olmayabilir ama, genç guguk kuşunun
sütkardeşlerini yuvadan itme, karıncaların köleleştirme ve Ichneumon arısı
larvalarının tırtılların canlı vücutlarıyla beslenme içgüdülerini, özel olarak
bahşedilmiş veya yaratılmış içgüdüler olarak değil de tüm organik varlıkların
gelişimine sebep olan genel bir yasanın yani çoğalmanın, çeşitlenmenin, güçlü
olanların hayatta kalıp zayıfların ölmesinin küçük sonuçları olarak görmek
benim hayal gücüme göre çok daha tatmin edicidir.
Darwin’in, dişi Ichneumon
arısının avını sokup öldürmeden felç ederek, larvaları canlı avı içerden yerken
sineğin etini taze tutması karşısındaki (çağdaşları tarafından yaygınca
paylaşılan) tiksintisinden bahsetmiştim. Hatırlayacağınız üzere, Darwin
kendisini iyiliksever bir yaratıcının böylesi bir alışkanlığı tasavvur
edebileceğine ikna edememişti. Ama sürücü koltuğunda doğal seçilim varken her
şey netleşir, anlaşılır ve mantıklı olur. Doğal seçilim kimsenin rahatını
umursamaz. Neden umursasın ki? Doğada bir şeyin olabilmesi için gereken tek
şart, aynı şeyin atasal zamanlarda, onun olmasını sağlayan genlerin hayatta
kalmasına yardım etmiş olmasıdır. Genlerin hayatta kalması, sineklerin
gaddarlığı ve tüm doğanın hissiz kayıtsızlığı için yeterli açıklamadır. Yeterli
ve (insan şefkati için değilse bile) zihnimiz için tatmin edicidir.
Evet, bu yaşam görüşünde ihtişam
var, hatta doğanın, kendisinin ana ilkesi olan, uygun olanın hayatta kalmasının
acımasız bir sonucu olan acıya karşı dingin kayıtsızlığında da bir tür ihtişam
var. Bu noktada ilahiyatçılar teodisedeki tanıdık bir taktiği, acının özgür
iradeyle olan kaçınılmaz bağıntısını öne sürebilirler. Biyologlar ise acı çekme
kapasitesinin biyolojik işlevi üzerine (belki bir önceki bölümde benim
"tehlike sinyali” düşüncemdekine benzer şekilde) kafa yorduklarında,
"acımasız” kelimesini kesinlikle çok güçlü bulmayacaklardır. Eğer hayvanlar
acı çekmiyorlarsa, birileri genlerin hayatta kalımı işinde yeterince çaba
harcamıyor demektir.
Bilim İnsanları da insandır ve
herkes gibi onların da gaddarlığa sövme ve acıdan tiksinme hakları vardır. Ama
Darwin gibi iyi bilim insanları, ne kadar nahoş olursa olsun gerçek dünyanın
hakikatleriyle yüzleşmek gerektiğinin farkına varırlar. Dahası, eğer öznel
düşüncelere izin vereceksek, avlarının sinir düğümlerine saldıran eşekarıları,
sütkardeşlerini yuvadan iten guguk kuşları, köleleştiren arılar ve tüm parazitler
ile avcılar tarafından acıya karşı gösterilen tek amaçlı (veya «hiç"
amaçlı) kayıtsızlık da dâhil olmak üzere, yaşamının tamamına nüfuz eden
kasvetli mantıkta bir cazibe var. Darwin, hayatta kalma mücadelesi hakkındaki
bölümünü şu sözlerle bitirirken teselli etmek için elinden geleni yapıyordu:
Yapabileceğimiz tek
şey, her organik varlığın geometrik olarak artmaya çalıştığını, her birinin,
yaşamının bir bölümünde, yılın bazı mevsimlerinde, her nesilde veya
aralıklarla, hayatta kalmak için mücadele etmek ve büyük yıkımlara uğramak
zorunda kalacağını kati suretle akılda tutmaktır. Bu mücadeleyi düşündüğümüzde,
kendimizi doğanın savaşının sürekli olmadığı, hiç acı çekilmediği, ölümün
genelde ani olduğu ve güçlü, sağlıklı ve mutlu olanların hayatta kalıp çoğalmaları
ile teselli edebiliriz.
Elçiye zeval yüklemek insanoğlunun aptalca
zaaflarından biridir ve Giriş bölümünde bahsettiğim evrim karşıtlığının da
önemli bir bölümünün altında yatar. “Çocuklara hayvan olduklarını öğretirseniz
hayvan gibi davranırlar.” Evrimin, veya evrim öğretiminin, ahlaksızlığı teşvik
ettiği doğru olsaydı bile bu, evrim teorisinin yanlış olduğu anlamına gelmezdi.
Bu basit mantık kuralını bu kadar çok insanın kavrayamaması oldukça şaşırtıcı.
Bu mantık hatası o kadar yaygın ki, kendine özgü bir adı bile var; argumentum
ad consequentiam: sonuçlarını çok sevdiğim için (veya hiç sevmediğim için) X
doğrudur (veya yanlıştır).
“TASAVVUR
EDEBİLECEĞİMİZ EN YÜCE NESNE”
“Yüksek hayvanların üretimi”
gerçekten de “tasavvur edebileceğimiz en yüce nesne" mi? En yüce mi?
Gerçekten mi? Daha yüce nesneler yok mu? Sanat? Maneviyat? Romeo ve Juliet?
Genel Görelilik? Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi? Şistine Şapeli? Aşk?
Hatırlamak gerekir ki, tüm
kişisel mütevaziliğine rağmen Darwin’in büyük hevesleri vardı. Onun dünya
görüşünde insan zihniyle ilgili her şey, tüm duygu ve manevi hislerimiz, sanat
ve matematiğin tamamı,felsefe ve müzik, zekânın ve maneviyatın tüm başarıları,
yüksek hayvanları oluşturanla aynı sürecin ürünleriydi. Söz konusu olan sadece,
evrilmiş beyinler olmaksızın maneviyat ve müziğin imkânsız olması değildir.
Daha alakalı olarak, beyinler çıkarcı sebeplerden ötürü kapasite ve güçleri
artacak şekilde ta ki bu daha yüksek zeka ve maneviyatın yetileri bir yan ürün
olarak ortaya çıkıp kültürel çevrede gelişene kadar doğal olarak
seçilmişlerdir. Darwinci dünya görüşü yüksek insan yetilerini kötülemez, onları
hürmetsizlik düzlemine "indirgemez." Hatta onları, örneğin yılan
taklitçisi tırtılın Darwinci açıklamasının bilhassa tatminkar olacağı türden
bir seviyede açıklamaya bile çalışmaz. Ancak Darwin öncesi dönemde yaşamı
anlama çabalarının yakasını bırakmayan anlaşılması imkansız (anlamaya
çalışmayı denemenin bile değmeyeceği) esrarı yok ettiğini iddia eder.
Ama Darwin’in benim savunmama
ihtiyacı yok ve ben de yüksek hayvanların üretiminin tasavvur edebileceğimiz en
yüce nesne mi yoksa sadece çok yüksek bir nesne mi olduğu sorusunu pas
geçeceğim. Peki ya cümlenin yüklemi? Yüksek hayvanların üretimi gerçekten de
doğanın savaşının, kıtlık ve ölümün “doğrudan bir sonucu” mudur? Evet öyledir.
Darwin’in mantığını anlarsanız öyledir ama on dokuzuncu yüzyıla kadar bunu
kimse anlamamıştı. Pek çokları günümüzde de anlamıyor veya anlamak istemiyor.
Nedenini görmek zor değil. Düşününce, var oluşumuz (Darwin sonrası dönemdeki
açıklanabilirliğiyle birlikte), tüm hayatımız boyunca hakkında düşünmemizin istendiği
en şaşırtıcı gerçek için bir adaydır. Buna birazdan döneceğim.
“İLK OLARAK [BİR VEYA
BİRKAÇ FORMUN İÇİNE] ÜFLENMİŞ OLAN"
Daha önceki bir kitabımın
okurlarından aldığım, “üflenmiş”ten hemen önce “Yaratıcı tarafından” ifadesini
(onların düşüncesine göre) kasıtlı olarak çıkardığım için beni azarlayan
sinirli mektupların sayısını unuttum. Darwin’in isteklerini ahlaksızca
çarptırmıyor muymuşum? Bu ateşli okurlar Darwin’in büyük kitabının altı
baskıdan geçtiğini unutuyorlar. İlk baskıda cümle benim burada yazdığım
gibidir. Darwin, büyük ihtimalle din lobisinin baskılarına boyun eğdiği için
ikinci baskı ve sonraki tüm baskılarda “Yaratıcı tarafından" ifadesini
eklemiştir. Aksini yapmak için oldukça iyi bir sebep yoksa, Türlerin Kökeni
Üzerine'den alıntı yaparken her zaman ilk baskısını kullanırım. Bu kısmen,
1250 adet basılmış ve bana da bağışçım ve dostum Charles Simoni tarafından
verilmiş olan o tarihi baskının bendeki kopyasının sahip olduğum en kıymetli varlıklarımdan
birisi olmasından dolayıdır. Ama aynı zamanda bunun sebebi, ilk baskının tarihi
açıdan en önemli olan baskı olmasıdır. Victoria döneminin karın boşluğuna
yumruk atan ve yüzyılların tozunu silken, ilk baskıydı. Dahası, sonraki
baskılar (özellikle altıncısı) halkın fikirlerine gereğinden fazla önem
vermiştir. Darwin, ilk baskının bilgili ama art niyetli çeşitli eleştirmenlerine
cevap verme çabasıyla geri adım atmış ve hatta aslında ilk seferinde doğru
bildiği pek çok önemli noktadaki düşüncelerini geri almıştır. Dolayısıyla
cümlenin doğrusu, Yaratıcının bahsi geçmeksizin,“ilk olarak [bir veya birkaç
türe] üflenmiş olan”dır.
Görünen o ki Darwin
dini görüşlere verdiği bu tavizden pişman olmuş. Botanikçi arkadaşı Joseph
Hooker’e yazdığı 1863 tarihli bir mektupta, “Ama halkın fikirlerine boyun eğip
Tevratçı yaratılış terimini kullandığım için uzun zamandır pişmanım, ki
aslında bununla kastettiğim, (kesinlikle bilinmeyen bir süreçle) ‘ortaya
çıkmış’ idi.” Darwin’in burada atıfta bulunduğu “Tevratçı terim”, “yaratılış”
kelimesidir. Babasının mektuplarının 1887 baskısında Francis Darwin’in açıkladığı
üzere olayın bağlamı şöyleydi. Darwin Hooker’a, Carpenter’in bir kitabının
eleştirisini kendisine ödünç verdiği için teşekkür etmek üzere yazıyordu.
Eleştiride isimsiz eleştirmen, “Darwin'in sadece Tevratçı ifadelerle, “yaşamın
ilk olarak içine üflendiği” ilkel biçim olarak bahsedebildiği... yaratıcı bir
güç”ten bahsetmişti. Bizler bugünlerde “ilk olarak üflenmiş olan” ifadesinden
bile vazgeçmeliyiz. Neyin içine üflendiği varsayılan bu şey de ne? Burada
yapılmak istenen gönderme muhtemelen bir çeşit hayat nefesinedir, ama bu ne
anlama gelebilir ki? Canlıyla cansızın sınırlarına ne kadar dikkatli bakarsak,
aralarındaki farkı anlamak o kadar zor oluyor. Yaşamın, canlılığın, titreşen
ve zonklayan bir çeşit özelliğe, hayati bir öze sahip olması gerekiyordu.
Fransızcaya çevrildiğinde kulağa daha da gizemli geliyordu: elan vital. Hayat,
özel bir yaşam özünden, “protoplazma” adlı bir cadı iksirinden oluşuyormuş gibi
görünüyordu. Sherlock Holmes’den daha gülünç bir kurgusal karakter olan Conan
Doyle’nin Profesör Challenger’i, dünyanın yaşadığını, kabuğu, yeryüzünün bizim
gördüğümüz kabuğu olan bir çeşit denizkestanesi olduğunu ve içinin saf
protoplazmadan oluştuğunu keşfetmişti. Yirminci yüzyılın ortasına kadar yaşamın
niteliksel olarak fiziğin ve kimyanın ötesinde olduğu düşünülmüştü. Artık öyle
düşünülmüyor. Canlıyla cansız arasındaki fark, bir öz farkı değil, bilgi
(enformasyon) farkıdır. Canlılar inanılmaz miktarlarda bilgi içerirler.
Bilginin çoğu dijital olarak DNA’nın içinde şifrelenmiştir ve birazdan
göreceğimiz üzere, farklı yöntemlerle şifrelenmiş önemli miktarlar da vardır.
DNA’nın bilgi içeriğinin jeolojik
zaman içinde nasıl biriktiğini oldukça iyi anlıyoruz. Darwin buna doğal seçilim
adını vermişti ve biz daha net ifade edebiliriz: hayatta kalmanın embriyolojik
tariflerini şifreleyen bilginin rastgele olmayan hayatta kalması. Açıkça
görülüyor ki, kendilerinin hayatta kalmasını şifreleyen tarifler hayatta
kalmaya yatkın olacaklardır. DNA'yı özel kılan şey, onun kendi cismi benliğiyle
değil, sonsuz kopyalarıyla hayatta kalmasıdır. Kopyalamada kimi zaman hatalar
olacağı için yeni çeşitlemeler atalarından daha da iyi hayatta kalabilirler.
Böylece zaman geçtikçe hayatta kalmak için tarif şifreleyen bilgi veri tabanı
iyileşir. Böylesi iyileşmeler kendilerini şifrelenmiş bilgiyi korumak ve yaymak
için daha iyi vücutlar veya diğer düzenek ve aletler biçiminde belli
edeceklerdir. DNA’nın korunması ve yayılması normalde, onu içeren vücudun
hayatta kalıp üremesi anlamına gelecektir. Darwin’in kendisi de onların hayatta
kalma ve üremelerini vücutlar seviyesinde incelemiştir. Şifrelenmiş bilgi onun
dünya görüşünde dolaylı olarak anlaşılıyordu ve yirminci yüzyıla kadar da
dolaysız hale gelmeyecekti.
Genetik veri tabanı, ataların
hayatta kaldığı ve bunu yapmalarını sağlayan genleri gelecek nesillere
aktardıkları geçmiş çevreler hakkında bir bilgi deposu haline gelecektir.
Şimdiki ve gelecekteki çevreler, geçmiştekileri andırdıkları ölçüde (ki
çoğunlukla andırırlar), bu “ölülerin genetik kitabı”, şu an ve gelecekte
hayatta kalmak için faydalı bir kılavuz olacaktır. Bu bilginin muhafaza
edildiği yer, herhangi bir anda, bireylerin vücutlarının içi olacaktır ama
üremenin eşeyli olduğu ve DNA’nın vücuttan vücuda karıldığı uzun vadede ise
hayatta kalma talimatları veri tabanı, bir türün gen havuzu olacaktır.
Herhangi bir nesilde her bir
bireyin genomu, türün gen havuzunun bir numunesi olacaktır. Farklı atasal
dünyalara sahip oldukları için farklı türlerin farklı veri tabanları olacaktır.
Develerin gen havuzlarındaki veri tabanı, çöller ve onlarda nasıl hayatta
kalınacağı hakkındaki bilgileri şifreleyecektir. Köstebek gen havuzlarındaki
DNA, karanlık ve nemli topraklarda hayatta kalmak için talimat ve ipuçlarını
içerecektir. Avcı gen havuzlarındaki DNA, av hayvanları, onların kaçış taktikleri
ve onlardan nasıl daha kurnaz olunacağı hakkında artarak daha fazla bilgi
içerecektir. Av gen havuzlarındaki DNA ise avcılar ve onların nasıl
atlatılacağı, onlardan daha hızlı nasıl koşulacağı bilgilerini içerecektir. Her
gen havuzundaki DNA, parazitler ve onların ölümcül istilalarına nasıl
direnileceği hakkında bilgi içerir.
Gelecekte hayatta kalmak için
bugün ne yapılması gerektiğinin bilgisi ister istemez geçmişten derlenir.
DNA’nın atasal vücutlardaki rastgele olmayan hayatta kalması, geçmişten gelen
bilginin gelecekte kullanılmak üzere kaydedilmesinin en aşikar yoludur ve DNA’nın
ana veri tabanı da bu yolla oluşur. Ama geçmiş hakkındaki bilginin, gelecekte
hayatta kalma şansını arttıracak şekilde saklanmasının ilave üç yolu daha
vardır. Bunlar bağışıklık sistemi, sinir sistemi ve kültürdür. Kanatlar,
akciğerler ve hayatta kalmayı sağlayan diğer tüm aparatlarla birlikte bu
ikincil bilgi toplama sistemleri de nihayetinde birincil tarafından
tasarlanmıştır: DNA’nın doğal seçilimi. Biz bunların hepsine dört “hafıza”
diyebiliriz.
İlk hafıza, türün gen havuzu olan
dönen tomarın üzerine yazılmış, atasal hayatta kalma yöntemlerinin DNA
kaynağıdır. Tıpkı kalıtımla kazanılan DNA veri tabanının atasal çevrelerin
kendini tekrarlayan detaylarını ve bu çevrelerde nasıl hayatta kalınacağını
kaydetmesi gibi “ikincil hafıza” olan bağışıklık sistemi de aynısını, bireyin
yaşamı boyunca, hastalık ve vücudu tehdit eden diğer unsurlara karşı yapar.
Geçmiş hastalıkların ve onların nasıl atlatılacağının bu veri tabanı her bir
birey için farklıdır ve antikorlar adını verdiğimiz protein dağarcığıyla
yazılmıştır (her bir patojen (hastalığa sebep olan organizma) için, o patojeni
karakterize eden proteinlerle olan geçmiş “deneyimlerde kesin olarak
hazırlanmış bir antikor popülasyonu vardır). Benim neslimdeki pek çok çocuk
gibi ben de kızamık ve suçiçeği geçirdim. Vücudum bu “deneyim”i, antikor
proteinlerinde içerilen hatıraları, daha önceden savuşturulmuş istilacılara ait
kişisel veri tabanımın geri kalanıyla birlikte “hatırlıyor”. Neyse ki çocuk
felci (polyo) geçirmedim ama tıp ilmi zekice, hiç geçirilmemiş hastalıkların
yanlış anılarını vücuda yerleştirmek için aşılama tekniğini geliştirdi. Asla
çocuk felci geçirmeyeceğim çünkü vücudum geçmişte geçirdiğimi “düşünüyor” ve
virüsün zararsız bir sürümünün enjeksiyonuyla antikor üretmek için “kandırılmış”
olan bağışıklık sistemi veri tabanını uygun antikorlarla donanmış durumda.
Nobel ödüllü pek çok tıbbi bilim insanının çalışmalarının gösterdiği gibi,
bağışıklık sisteminin veri tabanının kendisi de inanılmaz bir şekilde, rastgele
çeşitlilik ve rastgele olmayan seçilimle kısmen Darwinci bir süreçle oluşuyor.
Ama bu durum özelinde rastgele olmayan seçilim, hayatta kalma kapasiteleri için
vücutların seçilimi değil, işgalci proteinlerin etrafını sarma veya
etkisizleştirme kapasiteleri için vücudun içindeki proteinlerin seçilimidir.
Üçüncü hafıza, bizim normalde bu
kelimeyi kullanırken kastettiğimiz anlamdaki hafızadır: sinir sisteminin
içinde bulunan hafıza. Tam olarak anlamadığımız mekanizmalarla beyinlerimiz,
geçmiş hastalıkların antikor “hatırası" ve atasal ölüm ve başarıların DNA
“hatırası" benzeri, geçmiş deneyimlerden oluşan bir bellek barındırır. En
basit örneklerinde bu üçüncü hafıza, doğal seçilimin bir başka benzeşimi daha
olarak görülebilecek bir deneme yanılma süreciyle çalışır. Yiyecek ararken bir
hayvan çeşitli davranışları “deneyebilir". Her ne kadar tam olarak
rastgele değilse bile, bu deneme süreci, genetik mutasyonun makul bir
benzeşimidir. Doğal seçilim benzeşimi, ödüller (olumlu pekiştirme) ve cezalar
(olumsuz pekiştirme) sistemi olan “pekiştirme"dir. Kuru yaprakları
kaldırmak gibi bir davranış (deneme), altlarında saklanan kınkanatlı larvası ve
tespih böceklerini elde etmekle sonuçlanır (ödül). Sinir sisteminin
“arkasından ödül gelen tüm deneme davranışları tekrarlanmalıdır, arkasından
hiçbir şey gelmeyen (veya daha kötüsü, ceza gelen) hiçbir deneme davranışı
tekrarlanmamalıdır" diyen bir kuralı vardır.
Ama beynin hafızası, hayvanın
dağarcığında ödüllendirilen davranışların rastgele olmayan hayatta kalışı ve
cezalandırılan davranışların rastgele olmayan elenişi şeklindeki bu kısmen
Darwinci süreçten çok daha fazlasını yapar. Beynin hafızası (burada tırnak
işaretini kullanmaya gerek yok çünkü kelimenin gerçek anlamı bu), en azından
insan beyninde hem çok büyük hem de çok canlıdır. Tüm beş duyunun içsel
imgelerinde temsil edilen detaylı sahneler içerir. Yüzlerin, yerlerin,
melodilerin, âdetlerin, kuralların ve kelimelerin listelerini içerir. Sizler
bunu kendi içinizden zaten gayet iyi biliyorsunuz, dolayısıyla benim, yazmak için
kullanımımda olan kelime hazinemin ve sizlerin okumak için kullanımınızda olan
özdeş (veya büyük oranda kesişen) sözlüğünüzün tamamının, onları cümleler
halinde dizmeye ve deşifre etmeye yarayan sözdizimsel (sentaktik) aparatla
birlikte, aynı devasa nöronal veri tabanında bulunduğu inanılmaz gerçeğini
belirtmek dışında bunu hatırlatmaya çalışmam yersiz.
Ayrıca, beyinde bulunan üçüncü
hafıza, bir dördüncüsünü doğurmuştur. Beynimdeki veri tabanı, (her ne kadar
beyinler ilk evrildiklerinde limiti bu idiyse de) kişisel yaşamımdaki olay ve
hislerin kaydından daha fazlasını içerir. Beyniniz, geçmiş nesillerden genetik
olmayan yollarla edinilmiş ve nesilden nesile konuşma, kitaplar veya günümüzde
internet yoluyla aktarılmış toplu hatıraları içerir Sizlerin ve benim
yaşadığımız dünya, bizden önce gelen ve etkilerini insanoğlunun veri tabanına
kazıyanlar yüzünden daha zengin bir dünyadır: Newton ve Marconi, Shakespeare ve
Steinbeck, Bach ve The Beatles, Stephenson ve Wright kardeşler, Jenner ve Saik,
Curie ve Einstein, von Neumann ve Bemers-Lee. Ve tabii ki, Darwin.
Tüm bu dört hafıza, ilk ve esas
olarak, Darwinci bir süreç olan, DNA’nın rastgele olmayan hayatta kalımıyla
geliştirilen, hayatta kalma aparatının devasa üst yapısının bir parçası veya
tezahürüdür.
“BİR VEYA BİRKAÇ FORMUN
İÇİNE"
Darwin kesin konuşmamakta
haklıydı ama bugün biz bu gezegendeki tüm canlıların tek bir atadan
türediklerinden oldukça eminiz. Bölüm ıo'da da gördüğümüz üzere bunun kanıtı,
genetik kodun hayvan, bitki, mantar, bakteri, arke ve virüsler için ortak ve
özdeş olmasıdır. Üç harfli DNA kelimelerinin yirmi amino asit ve (“burada
okumayı başla” veya “burada okumayı kes” anlamına gelen) bir noktalama işaretine
çevrildiği 64 kelimelik sözlük, canlılar aleminde nereye bakarsanız bakın
aynıdır (genellememize gölge düşürmeyecek kadar küçük bir veya iki istisna
dışında), örneğin DNA kullanmayan veya protein kullanmayan veya protein
kullanan ama onları aşina olduğumuz yirmi amino asitten farklı amino asitlerle
üreten veya DNA kullanan ama üçlü kod kullanmayan veya üçlü kod kullanan ama 64
harfli aynı sözlüğü kullanmayan harumskaryotlar adlı tuhaf bir mikrop
keşfedilseydi, eğer bu şartlardan herhangi biri sağlansaydı, yaşamın iki kez
ortaya çıktığını öne sürebilirdik: bir kez harumskaryotlar için bir kez de canlıların
geri kalanı için. Darwin’in bilgi birikimine göre (hatta DNA’nın keşfinden önce
herkesin bilgi birikimine göre), yaşayan bazı canlılar benim harumskaryotlara
atfettiğim özelliklere sahip olabilirlerdi, ki o zaman Darwin “birkaç formun
içine” ifadesinde haklı olurdu. Yaşamın birbirinden bağımsız iki kökeninin 64
harflik aynı kodu keşfetmiş olması mümkün müdür? Çok zor. Bunun makul
olabilmesi için halihazırdaki kodun alternatif kodlara kıyasla güçlü bir
avantaj sahibi olması ve kademeli bir şekilde ona doğru ilerleyen, doğal seçilimin
tırmanabileceği bir iyileştirme rampasının olması gerekirdi. Ama bu şartlar
olası değildir. Frencis Crick bir zamanlar, genetik kodun, bir kez yerleştikten
sonra değiştirmenin imkansız veya çok zor olduğu “donmuş bir kaza"
olduğunu ileri sürmüştür. Neden böyle düşündüğü ilginçtir. (Genetik kodun
şifrelediği genlerdeki mutasyonların aksine) genetik kodun kendisindeki herhangi
bir mutasyonun, sadece bir yerde değil organizmanın tamamında anında yıkıcı
bir etkisi olacaktır. Eğer 64 kelimelik sözlükte bulunan herhangi bir kelimenin
anlamı, farklı bir amino asidi ifade edecek şekilde değişseydi, vücuttaki hemen
hemen her protein muhtemelen vücudun pek çok yerinde anında değişirdi, örneğin
bacağı birazcık uzatan, kanadı kısaltan veya gözü koyulaştıran sıradan bir
mutasyonun aksine, genetik koddaki bir değişiklik vücudun tamamında her şeyi
bir anda değiştirecektir ve bu da felaket anlamına gelecektir. Pek çok kuramcı,
genetik kodun nasıl evrilmiş olabileceğine, -onların makalelerinin birinden
alıntı yapmak gerekirse- donmuş kazanın nasıl “eritilebileceğine" dair zekice
önerilerde bulunmuştur. Bunlar oldukça ilginç olsa da, sanırım genetik kodları
incelenmiş tüm canlıların tek bir ortak atadan türemiş oldukları kesindir.
Çeşitli yaşam biçimlerinin altında yatan üst seviye programlar ne kadar
ayrıntılı ve farklı olurlarsa olsunlar özünde hepsi aynı makine diliyle
yazılmıştır.
Elbette şu an soyları tükenmiş olan
başka canlılarda (benim harumskaryotlarımın muadili olan canlılarda) diğer
makine dillerinin ortaya çıkmış olabileceği olasılığını reddedemeyiz ve fizikçi
Paul Davies, aslına bakarsanız bizim, soyu tükenmiş olmayan, gezegenimizin
derinliklerinde gizlenmiş harumskaryotlar (tabi o bu kelimeyi kullanmıyor)
olup olmadığını görmek için fazla çaba sarf etmediğimizi vurguluyor ve bu
gayet mantıklı. Kendisi de bunun pek olası olmadığını kabul ediyor ama başka
gezegenlere gidip oralara bakmaktansa kendi gezegenimizi en ince ayrıntısına
kadar aramanın çok daha kolay ve ucuz olacağını (biraz da, anahtarlarını,
kaybettiği yerde değil de sokak lambasının altında arayan bir adam edasıyla)
savunuyor. Bu esnada ben de Profesör Davies’in hiçbir şey bulmayacağı, bu
gezegendeki tüm yaşam biçimlerinin aynı makine dilini kullandıktan ve hepsinin
tek bir atadan türedikleri şeklindeki kişisel beklentimin kayıtlara geçmesinde
bir sakınca görmüyorum.
“BU GEZEGEN SABİT
YERÇEKİMİ YASASI UYARINCA DÖNMEYE DEVAM EDERKEN”
İnsanlar, yaşamlarını yöneten
döngülerin farkına, onları anlamadan çok önce varmışlardı. En bariz döngü
gece/gündüz döngüsüdür. Uzayda hareket eden veya yerçekimi yasası etkisi
altında diğer nesnelerin etrafından dönen nesnelerin, doğal bir kendi
eksenleri etrafında dönme eğilimleri vardır. Bunun istisnaları vardır ama bizim
gezegenimiz bunlardan biri değildir. Dünyamızın devir süresi şu an yirmi dört
saattir (eskiden daha hızlı dönüyordu) ve biz bu dönmeyi, elbette geceyi takip
eden gündüzler olarak deneyimliyoruz.
Göreli olarak böylesi devasa bir
kütlede yaşadığımız için bizler yerçekimini esas olarak, her şeyi o kütlenin
merkezine, bizim "aşağı" olarak deneyimlediğimiz yöne doğru çeken bir
kuvvet olarak düşünüyoruz. Ama ilk olarak Newton’un anladığı gibi,
yerçekiminin evrendeki kütleleri diğer kütlelerin etrafında yarı-sürekli
yörüngelerde tutan evrensel bir etkisi vardır. Bunu, gezegenimiz güneşin
etrafında döndükçe, mevsimlerin yıllık döngüsü olarak deneyimleriz. Gezegenimizin
kendi etrafında döndüğü eksen, güneş etrafında döndüğü eksene göre eğik olduğu
için yılın, yaşadığımız yarımkürenin güneşe baktığı yarısında daha uzun gün ve
daha kısa geceler yaşarız (bu süreç yazın zirve yapar). Yılın diğer yarısında,
zirve noktasına kış dediğimiz süreçte daha kısa gün ve daha uzun geceler
yaşarız. Yarımküremizin kışında, güneş ışınları bize (eğer erişebilirlerse) çok
dar bir açıyla erişirler. Yansıma açısı, kışın gelen bir güneş ışınını, aynı
ışının yazın tarayacağından daha geniş bir bölgeye dağıtır. Santimetrekare
başına düşen foton miktarı azaldığı için de üşürüz. Yeşil yaprak başına daha az
foton düşmesi, daha az fotosentez anlamına gelir. Daha kısa gün ve daha uzun
geceler de aynı etkiye sahiptir. Yaz ve kış, gündüz ve gece, hayatlarımız
döngüler tarafından yönetilir, tıpkı Darwin'in ve onun öncesinde Tekvin’in
söylediği gibi: “Dünya döndükçe, ekin ve hasat, soğuk ve sıcak, yaz ve kış, gün
ve gece dinmeyecek.”
Yerçekimi yaşam için önemli olan
başka döngüleri de yönetir ama bunlar daha az barizdir. Genellikle göreli
olarak küçük birçok uydusu olan başka gezegenlerin aksine dünya'nın, adına Ay
dediğimiz bir tane büyük uydusu vardır. Tek başına önemli bir yerçekimsel etki
uygulayacak kadar büyüktür. Bunu temel olarak gelgit döngüleriyle deneyimleriz;
sadece gelgitler gündelik olarak gelip gittikçe oluşan göreli olarak hızlı
döngülerde değil, aynı zamanda güneşin ve ayda bir dünyanın etrafında dönen
ayın yerçekimsel etkilerinin etkileşimiyle meydana gelen bahar gelgiti ve küçük
gelgitin aylık döngülerinde de. Bu gelgit döngüleri deniz ve kıyı organizmaları
için bilhassa önemlidir ve bazı insanlar (makul olmayan bir şekilde) denizsel
geçmişimize ait bir çeşit tür hafızasının aylık üreme döngülerimizde yaşamaya
devam edip etmediğini merak etmişlerdir. Bu belki biraz abartılı olabilir ama
dünyanın yörüngesinde dönen bir ayımız olmasaydı yaşamın ne derece farklı
olacağı ilginç spekülasyonların konusudur. Hatta ay olmaksızın yaşamın mümkün
olamayacağı da (kanımca yine makul olmayan bir şekilde) ileri sürülmüştür.
Ya gezegenimiz ekseni etrafında
dönmeseydi? Ayın bir yüzünün sürekli bize bakması gibi, gezegenimizin de bir
yüzü sürekli güneşe baksaydı, sürekli gündüz olan taraf cehennem sıcağıyla
kavrulurken sürekli gece olan taraf dayanılmaz derecede soğuk olurdu. Yaşam tam
aradaki alacakaranlık sığınağında veya yerin derinliklerinde hayatta kalabilir
miydi? Böylesi elverişsiz şartlarda yaşamın ortaya çıkabileceğinden şüpheliyim
ama dünya dönüşünü kademeli olarak yavaşlatıp sonunda tamamen dursaydı, uyum
sağlamak için fazlasıyla vakit olurdu ve en azından bazı bakterilerin başarılı
olacağını düşünmek mantıksız değil.
Peki ya dünya dönseydi, ama eğik
olmayan bir eksende dönseydi? Bunun yaşamın önünde engel teşkil edeceğini
sanmıyorum. Yaz/kış döngüleri olmazdı. Yaz ve kış koşulları zamana değil enlem
ve rakıma bağlı olurdu. Kış, iki kutuptan birinin yakınlarında veya dağların tepelerinde
yaşayan canlılar için daimi mevsim olurdu. Bunun yaşamın önünde engel teşkil
etmesi için bir neden göremiyorum ama mevsimler olmadan hayat daha az ilginç
olurdu. Göç etme, yılın belli dönemlerinde çiftleşme, yaprak dökme, deri
değiştirme veya kış uykusuna yatma güdüleri olmazdı.
Eğer gezegen herhangi bir güneşin yörüngesinde olmasaydı,
yaşam tamamen imkansız olurdu. Bir yıldızın etrafında dönmenin tek alternatifi
boşlukta sürüklenmektir; karanlık, mutlak sıfıra yakın sıcaklıklarda, yalnız ve
yaşamın geçici ve yerel olarak termodinamik selde akıntının tersi yönünde
yüzmesini sağlayan enerji kaynağından çok uzaklarda.
Darwin’in “sabit yerçekimi yasası uyarınca dönmeye devam
etmek” deyimi, zamanın acımasız ve tahayyül edilemeyecek kadar uzun akışını
ifade etmek için kullanılmış şiirsel bir anlatımdan fazlasıdır.
Bir yıldızın yörüngesinde olmak
bir kütlenin, bir enerji kaynağından göreli olarak sabit bir mesafede
kalabilmesinin tek yoludur. Herhangi bir yıldızın (ve bizim yıldızımız tipik
bir yıldızdır) yakınlarında, yaşamın evriminin mümkün olduğu ısı ve ışıkça
zengin sınırlı bir alan vardır. Yıldızdan uzaklaşıp uzayın derinliklerine doğru
ilerledikçe bu yaşanabilir alan, meşhur ters-kare yasası uyarınca hızla azalır.
Diğer bir deyişle ışık ve ısı, yıldızdan olan uzaklıkla doğru orantılı olarak
değil, uzaklığın karesiyle orantılı olarak azalır. Bunun neden böyle olması
gerektiğini görmek kolay. Aynı güneşi merkez kabul eden, yarıçaptan giderek
artan iç içe küreler hayal edin. Güneşten dışarıya doğru yayılan enerji her bir
kürenin içine vurur ve kürenin iç yüzeyinin her santimetrekaresi tarafından
eşit olarak “paylaşılır” Kürenin yüzey alanı yarıçapın karesiyle orantılıdır.
Dolayısıyla eğer A küresi yıldızdan, B küresinin olduğundan iki kat uzaktaysa,
aynı miktardaki foton dört kat daha büyük bir alan tarafından “paylaşılmalıdır”.
Bu yüzden güneş sistemimizin en içinde yer alan Merkür ve Venüs kavurucu
derecede sıcakken, Neptün ve Uranüs gibi dışarılarda olanlar soğuk ve karanlıktır
(yine de derin uzay kadar soğuk ve karanlık değildirler).
Termodinamiğin İkinci Yasasına
göre, enerji her ne kadar ne yaratılabilir ne de yok edilebilirse de, faydalı
bir iş çıkarmak için daha etkisiz hale gelebilir (kapalı bir sistemde;
gelmelidir). “Entropi”nin yükselmesiyle kastedilen budur. "İş"e, suyu
yokuş yukarı pompalamak veya (bunun kimyasal muadili olan) atmosferdeki karbon
dioksitten karbonu ayrıştırıp bitki dokularında kullanmak gibi şeyler dâhildir.
Bölüm 12'de detaylandırıldığı üzere bunların her ikisi de yalnızca sisteme
enerji verilmesiyle elde edilebilir, örneğin su pompasını çalıştırmak için
elektrik enerjisi veya bitkilerdeki şeker veya nişasta sentezini sağlamak için
güneş enerjisi. Su bir kez tepenin zirvesine pompalandığında, yokuş aşağı akma
eğiliminde olacaktır ve bu yokuş aşağı akışından kaynaklanan enerjinin bir
kısmı su çarkını döndürmekte kullanılabilir, ki bu da elektrik üretebilir, ki
bu da suyun bir kısmını tekrar yokuş yukarı pompalayan bir elektrik motorunu
çalıştırabilir. Ama enerjinin yalnızca bir kısmı kullanılabilir. Enerjinin bir
kısmı her zaman kaybolur (ama asla yok olmaz). Devridaim makineleri (bunu
yeterince dogmatik söylemek imkânsızdır) mümkün değildir.
Yaşamın kimyasında, bitkilerde
meydana gelen ve güneş tarafından beslenen “yokuş yukarı” kimyasal tepkimelerce
havadan ayrıştırılan karbon yakılarak enerjinin bir kısmı serbest bırakılabilir.
Bu enerjiyi kömür örneğinde olduğu gibi gerçek anlamda yakabiliriz, ki bunu
depolanmış güneş enerjisi olarak düşünebiliriz zira oraya çoktan Karbonifer
veya diğer geçmiş dönemlerde ölmüş olan bitkilerin güneş panelleri tarafından
yerleştirilmişlerdir. Ya da enerji, yanmadan çok daha kontrollü bir şekilde
serbest bırakılabilir. İster bitkilerin, ister bitkileri yiyen hayvanların,
isterse de bitki yiyen hayvanları yiyen hayvanların (vesaire) hücrelerinin
içinde güneş tarafından oluşturulmuş karbon bileşenleri yavaşça yanmaktadır. Bu
bileşenler, gerçek anlamda alev almaktansa enerjilerini daha faydalı şekilde,
damlalar halinde verirler ve hücrede “yokuş yukarı” kimyasal tepkimeleri
sürdürmek için kontrollü bir şekilde çalışırlar. Bu enerjinin bir kısmı kaçınılmaz
şekilde ısı olarak harcanır. Harcanmasaydı bir devridaim makinemiz olurdu ki
devridaim makineleri (yeterince vurgulamak imkânsızdır) mümkün değildir.
Evrendeki enerjinin neredeyse tamamı düzenli olarak, iş
yapması mümkün olan biçimlerden iş yapması mümkün olmayan biçimlere
indirgenmektedir. Enerji dengelenmekte ve karışmaktadır, ta ki evrenin (gerçek
anlamda) olaysız ve tekdüze "ısı ölümü" gerçekleşene
kadar. Ama her ne kadar evren bir bütün olarak kaçınılmaz ısı ölümüne doğru
yokuş aşağı sürüklense de, az miktarlarda enerjinin küçük yerel sistemleri zıt
yönde itmesi mümkündür. Denizlerdeki su bulut olarak havaya yükselir, daha
sonra bulutlar suyu dağların zirvelerine bırakırlar, buradan su akarsu veya
nehirlerle yokuş aşağı akar, bu da su çarklarını veya hidroelektrik santralleri
çalıştırabilir. Suyu yükselten (ve böylece santrallerin türbinlerini döndüren)
enerji güneşten gelir. Bu İkinci Yasanın bir ihlali değildir çünkü enerji
düzenli olarak güneş tarafından sağlanmaktadır. Güneş enerjisi yeşil bitkilerde
de benzer bir şey yapmaktadır: kimyasal tepkimeleri yerel olarak “yokuş yukarı”
iterek şeker, nişasta, selüloz ve bitki dokularının üretimini sağlamaktadır.
Nihayetinde bitkiler ölürler veya daha önce hayvanlar tarafından
yenilebilirler. Yakalanmış güneş enerjisinin pek çok aşama boyunca, bitkilerin
veya besin zincirini uzatan hayvanların bakteriyel veya mantarsı çürümeleriyle
sonuçlanan uzun ve karmaşık bir besin zinciri boyunca sızma şansı vardır. Veya
bazıları, önce turba daha sonra da kömür olarak yer altında birikebilirler. Ama
nihai ısı ölümüne doğru giden evrensel akım asla tersine çevrilemez. Besin
zincirinin her halkasında, her hücrenin içinde aşağı doğru sızan tüm aşamalarda,
enerjinin bir kısmı kullanılamaz hale gelir. Devridaim makineleri pekala, bu
kadar tekrar yeter. Ama bundan önceki en az bir kitabımda yaptığım gibi Sör
Arthur Eddington’un konu hakkındaki şu harikulade sözünü alıntıladığım için de
özür dilemeyeceğim:
Eğer birisi size evren hakkındaki favori teorinizin Maxwell denklemleriyle çeliştiğini gösterirse, bu Maxwell denklemlerinin problemidir. Eğer teorinizin gözlemlerle çeliştiği ortaya çıkarsa, eh, bu gözlemciler kimi zaman hata yapabilirler. Ama eğer teorinizin termodinamiğin ikinci yasasını ihlal ettiği ortaya çıkarsa size hiçbir umut vaat edemem; teorinizin derin bir utanç içinde çökmekten başka şansı yoktur.
Eğer birisi size evren hakkındaki favori teorinizin Maxwell denklemleriyle çeliştiğini gösterirse, bu Maxwell denklemlerinin problemidir. Eğer teorinizin gözlemlerle çeliştiği ortaya çıkarsa, eh, bu gözlemciler kimi zaman hata yapabilirler. Ama eğer teorinizin termodinamiğin ikinci yasasını ihlal ettiği ortaya çıkarsa size hiçbir umut vaat edemem; teorinizin derin bir utanç içinde çökmekten başka şansı yoktur.
Yaradılışçılar evrim teorisinin
Termodinamiğin İkinci Yasasıyla çeliştiğini söylediklerinde (ki sıklıkla
söylerler) aslında bize sadece İkinci Yasayı anlamadıklarını söylerler (evrimi
anlamadıklarını zaten biliyorduk). Güneş yüzünden ortada çelişki falan yoktur!
İster yaşamdan, ister suyun
bulutlara yükselip tekrar yere düşmesinden bahsediyor olalım, nihayetinde
sistemin tamamı güneşten gelen düzenli enerji akımına bağlıdır. Fizik ve kimya
yasalarına (ve elbette İkinci Yasaya) uymaması asla söz konusu değilse bile
güneşten gelen enerji, karmaşıklık, çeşitlilik, güzellik ve esrarengiz bir istatistiksel
olasılıksızlık ve kasıtlı tasarım yanılsaması evrimleştirmek üzere fizik ve
kimya yasalarını esnetmesi için yaşama güç verir. Bu yanılsama o kadar ikna
edicidir ki, Charles Darwin sahneye çıkana kadar en büyük zihinlerimizi
yüzyıllarca kandırmıştır. Doğal seçilim bir olasılıksızlık pompasıdır:
istatistiksel olarak olası olmayanları üreten bir süreçtir. Rastgele
değişikliklerin hayatta kalmak için gereken şeylere sahip olan ufak bir kısmını
sistematik olarak alır, tahayyül edilmesi imkansız zaman dilimleri boyunca adım
adım biriktirir ve nihayetinde evrim, olasılıksızlık ve çeşitlilik dağlarını,
yükseklik ve menzilleri adeta sınır tanımayan zirveleri, benim “Olasılıksızlık
Dağı” adını verdiğim mecazi dağı tırmanır. Doğal seçilimin olasılıksızlık
pompasının yaşamın karmaşıklığını “Olasılıksızlık Dağına tırmandırtması, güneş
enerjisinin suyu normal bir dağın zirvesine yükseltmesinin bir nevi
istatistiksel muadilidir. Yaşamın karmaşıklığı evrimleştirebilmesinin tek
sebebi, doğal seçilimin onu, yerel olarak, istatistiksel olarak olası olandan
olmayana doğru sürmesidir. Bunun da mümkün olmasının tek sebebi güneşten gelen
kesintisiz enerji arzıdır.
“BÖYLESİNE
BASİT BİR BAŞLANGIÇTAN”
Evrimin başladığından beri nasıl
işlediği konusunda pek çok şey biliyoruz, Darwin’in bildiklerinden çok daha
fazlasını. Ama evrimin ilk olarak nasıl başladığı konusundaki bilgilerimiz Darwin’inkilerden
pek fazla değil. Bu kitap kanıtlar hakkında bir kitap ve evrimin bu gezegende
başladığı o tarihi olaya ışık tutan hiçbir kanıtımız yok. Bu olağanüstü
nadirlikle bir olay olabilir. Yaşamın sadece bir kez ortaya çıkmış olması
yeterlidir ve bildiğimiz kadarıyla gerçekten de bir kez çıktı. Hatta tüm
evrende bile sadece bir kez ortaya çıkmış olması mümkündür ama bundan
şüpheliyim. Bu olay hakkında (kanıtlardan ziyade saf mantığı esas alarak)
diyebileceğimiz bir şey, Darwin'in “böylesi basit bir başlangıçtan” derken
makul davranmış olduğudur. Basitin zıttı, istatistiksel olarak
olasılıksızlıktır. İstatistiksel olarak olasılıksız olan şeyler bir anda var
olmaya başlamazlar: istatistiksel olarak olasılıksız olmanın anlamı budur.
Başlangıç basit olmak zorundadır ve doğal seçilimle evrim hala, basit
başlangıçların karmaşık sonuçlar üretebildiğim bildiğimiz tek süreçtir.
Darwin Türlerin Kökeni Üzerine’de
evrimin nasıl başladığı konusunu tartışmamıştır. Bu problemin dönemin bilimini
aştığını düşünüyordu. Hooker'e yazdığı daha önce alıntıladığım mektubunda
Darwin şöyle demiştir: “Şu an için yaşamın kökeni hakkında kafa yormak çok
saçma; oldu olacak maddenin kökenini de düşünsünler.” Problemin günün birinde
çözümlenme olasılığını reddetmemişti (gerçekten de maddenin kökeni problemi
büyük oranda çözülmüştür) ama bunun uzak bir gelecekte olabileceğini
söylemişti: “Balçık, protoplazma vs.nin yeni bir hayvan ürettiğini görmemize
daha çok var.”
Francis Darwin, babasının mektuplarını derlediği baskısında bu
konu hakkında bir dipnot koyarak şunları söylemiştir:
Babam aynı konu hakkında 1871’de şöyle yazmıştır: “Canlı bir
organizmanın ilk kez oluşması için gerekli olan tüm koşulların şu anda mevcut
olduğu sıklıkla dile getirilir. Ama eğer, her türden amonyak, fosforik tuz,
ışık, ısı, elektrik vs.nin mevcut olduğu küçük ve ılık bir gölette, kimyasal
olarak daha da karmaşık değişikliklere uğramaya hazır bir protein bileşiği
bulunsaydı, bu madde günümüzde derhal parçalanır veya yutulurdu ama canlılar
ortaya çıkmadan önce durum bu olmazdı.”
Charles Darwin burada iki farklı
şey yapıyordu. Bir yanda yaşamın nasıl başlamış olabileceğine dair tek
spekülasyonunu (meşhur “küçük ve ılık gölet” pasajı) ortaya atarken diğer yanda
bu olayın gözleri önünde tekrarlanabileceğini uman gününün biliminin gözlerini
açıyordu. «Canlı bir organizmanın ilk kez oluşması için gerekli olan tüm
koşullar” günümüzde mevcut olsa bile, böylesi bir yeni üretim “derhal parçalanır
veya yutulurdu” (muhtemelen bakteriler tarafından, günümüzde böyle düşünmek
için iyi sebeplerimiz var), "ama canlılar ortaya çıkmadan önce durum bu
olmazdı.”
Darwin bunu, Louis Pasteur’un
Sorbonne’deki bir konuşmasında şunları söylemesinden yedi yıl sonra yazmıştı:
“Cansız bir varlıktan canlı bir varlık oluşabileceği öğretisi, bu basit deneyle
yediği ölümcül yumruktan sonra asla kendine gelemeyecek.” Bahsedilen basit
deney, Pasteur’un (zamanının popüler beklentilerinin aksine),
mikroorganizmaların erişiminin engellendiği et suyunun bozulmayacağını
gösterdiği deneydi.
Pasteur’unkisi gibi deneyler kimi
zaman yaradılışçılar tarafından kendi savları lehinde bir kanıt olarak sunulur.
Hatalı kıyas şu şekilde işler: “Cansız bir varlıktan canlı bir varlık oluşması
günümüzde hiç gözlemlenmiyor. Dolayısıyla yaşamın kökeni imkansızdır” Darwin’in
1871'de söylediği söz tam da böylesi bir mantıksızlığa cevap vermek amacıyla
tasarlanmıştı. Açıkça görülüyor ki cansız bir varlıktan canlı bir varlık
oluşması çok nadir bir olaydır ama bu olay en azından bir kez olmuş olmalı ve
bu durum, bu ilk canlının ortaya çıkmasının doğal bir olay olduğunu düşünseniz
de doğaüstü bir olay olduğunu düşünseniz de doğrudur. Yaşamın kökeninin tam
olarak ne kadar nadir bir olay olduğu sorusu, benim de daha sonra döneceğim
ilginç bir sorudur.
Yaşamın nasıl başlamış
olabileceğini düşünmeye dair (Rusya’dan Oparin ve ondan bağımsız olarak
İngiltere’den Haldane’ye ait olan) ilk ciddi teşebbüslerin her ikisi de işe
yaşamın ilk kez oluşması için gereken şartların hala mevcut olduğunu
reddederek başlamıştır. Oparin ve Haldane ilk atmosferin şu ankinden çok farklı
olacağını, özellikle o atmosferde hiç serbest oksijen olmayacağını ve bu yüzden
atmosferin (kimyacıların gizemli bir şekilde adlandırdıkları üzere) “indirgen”
bir atmosfer olduğunu öne sürmüşlerdir. Bizler artık atmosferdeki serbest
oksijenin tamamının yaşamın, spesifik olarak da bitkilerin ürünü olduğunu ve
dolayısıyla (elbette) yaşamın ortaya çıktığı evvel zaman koşullarının bir
parçası olmadığını biliyoruz. Oksijen, atmosferi, kirletici bir madde, hatta
bir zehir olarak doldurmuştur, ta ki doğal seçilim canlıları, oksijen sayesinde
zenginleşecek hatta oksijenin yokluğunda boğulacak biçimde şekillendirene
kadar. “İndirgen" atmosfer, yaşamın kökeni problemine en ünlü deneysel
saldırıya, Stanley Miller'in, sadece bir hafta fokurdayıp kıvılcımlar saçtıktan
sonra amino asit ve yaşamın diğer müjdecilerini oluşturduğu, basit malzemelerle
dolu deney tüpüne ilham kaynağı olmuştur.
Günümüzde Darwin‘in “küçük ve
ılık gölet’i ve bunun ilham verdiği, Miller tarafından hazırlanan cadı iksiri
sıklıkla, daha çok beğenilen başka alternatiflere bir giriş olarak görülerek
reddedilmektedirler. İşin aslı, bu konuda ezici bir fikir birliği yoktur. Umut
verici pek çok fikir ileri sürülmüştür ama hataya yer bırakmayacak şekilde
bunlardan birine işaret eden belirleyici kanıtlar yoktur. Önceki kitaplarımda,
Graham Carms-Smith'in inorganik kil kristalleri teorisinin ve son zamanlarda
daha revaçta bir görüş olan, yaşamın ilk ortaya çıktığı koşulların, bazıları
gerçek anlamda kaynayan sıcak su kaynaklarında gelişen ve üreyen günümüzün
"termofilik" bakteri ve arkelerinin cehennemsi habitatlarına
benzediği görüşünün de dâhil olduğu pek çok ilginç olasılığa yer vermiştim.
Günümüzde biyologların çoğu, oldukça ikna edici bulduğum bir sebepten ötürü
"RNA dünyası teorisi"ne doğru kaymaktadırlar.
Yaşamın meydana gelmesindeki ilk
adımın ne olduğu hakkında herhangi bir kanıtımız yok ama bunun ne türden bir
adım olması gerektiğini biliyoruz. Doğal seçilimin başlamasını sağlayan her ne
idiyse öyle bir adım olmalıdır. O ilk adımdan önce, sadece doğal seçilimin elde
edebileceği türden gelişmeler imkansız idi. Bunun da anlamı, kilit adımın
(henüz bilinmeyen bir süreçle) kendi kendini kopyalayan bir varlığın ortaya
çıkması olduğudur. Kendi kendini kopyalama özelliği, kopyalanmak için
birbirleriyle yarışan bir varlıklar popülasyonu doğurur. Hiçbir kopyalama
mekanizması mükemmel olmadığı için de popülasyon kaçınılmaz olarak çeşitlemeler
içerecektir ve eğer çeşitlemeler bir kopyalayıcılar popülasyonunda
yaşıyorlarsa, başarılı olmak için gereken şeylere sahip olanlar üstün geleceklerdir.
Bu doğal seçilimdir ve kendi kendini kopyalayan ilk varlık ortaya çıkmadan işlemeye
başlayamazdı.
Darwin, “küçük ve ılık gölet”
paragrafında, yaşamın kökenindeki kilit olayın kendiliğinden oluşan bir protein
olabileceği spekülasyonunda bulunmuştu ama bunun Darwin’in pek çok fikrinden
daha az umut verici okluğu ortaya çıkmıştır. Bu, proteinlerin yaşam için hayati
öneme sahip olduklarını reddetmek anlamına gelmiyor. Bölüm 8’de, tam şekilleri,
bileşenleri olan amino asitlerin bir boyutlu dizisiyle belirlenen
proteinlerin, kendilerini katlayarak üç boyutlu nesneler meydana getirmek gibi
özel bir özelliğe sahip olduklarını görmüştük. Aynı samanda bu şekillerin
onlara kimyasal tepkimeleri muazzam bir belirlilikle katalize edip tepkime
hızlarını bir trilyon kat arttırma becerisi verdiğini görmüştük. Enzimlerin
belirliliği biyolojik kimyayı mümkün kılar ve proteinler alabilecekleri
şekillerin kapsamı açısından sınırsız esneklikteymiş gibi gözükürler. Yani
proteinler bunu yapmakta başarılılar. Hatta çok çok başarılılar ve Darwin
onlardan bahsetmekte oldukça haklıydı. Ama proteinlerin aşın derecede
başarısız oldukları bir şey var ve Darwin bunu göz ardı etmişti. Proteinler
kendi kendilerini kopyalamada ümitsizce başarısızdırlar. Kendilerinin kopyalarını
yapamazlar. Bunun da anlamı, yaşamın kökenindeki kilit adımın bir proteinin
bir anda ortaya çıkması olamayacağıdır. Peki bu kilit adım neydi?
Kendi kendini en iyi kopyalayan
molekül DNA’dır. Aşina olduğumuz gelişmiş yaşam formlarında DNA ve proteinler
birbirlerini zarifçe tamamlarlar. Protein molekülleri şahane enzimlerdir ama
kendi kendilerini kopyalayamazlar. DNA ise tam tersidir. Üç boyutlu şekil
alacak şekilde katlanmaz ve dolayısıyla enzim olarak iş görmez. DNA katlanmak
yerine açık ve doğrusal formunu korur ve onu hem kendi kendisini kopyalamak
hem de amino asit dizilerinin belirleyicisi olmak için ideal hale getiren de
budur. Protein molekülleri (tam da "kapalı” şekiller alacak şekilde
katlandıkları için), kendilerinin dizi bilgilerini kopyalanacak veya
“okunacak" şekilde "açığa vurmazlar". Dizi bilgisi, katlanmış
proteinin derinliklerinde, erişimin mümkün olmayacağı şekilde gömülmüştür. Ama
DNA’nın uzun zincirinde dizi bilgisi açıktadır ve bir şablon olarak iş görmeye
hazırdır.
Hayatın kökenine dair açmaz
şudur. DNA kendi kendini kopyalayabilir ama süreci katalize etmesi için
enzimlere ihtiyaç duyar. Proteinler ise DNA oluşumunu katalize edebilirler ama
doğru amino asit dizilerini belirlemesi için DNA’ya ihtiyaç duyarlar. Dünyanın
ilk zamanlarında mevcut olan moleküller, bu açmazdan kurtulup doğal seçilimin
yolunu nasıl açabilirdi? RNA’yla tanışın.
RNA, DNA’yla aynı zincir
moleküller ailesine, polinükleotidere mensuptur. DNA’dakiyle aynı dört
“harfi" taşıma yeteneği vardır ve gerçekten de canlı hücrelerde öyle
yapar, genetik bilgiyi DNA’dan alır, kullanılabileceği yerlere götürür. DNA,
RNA kod dizilerinin oluşturulması için şablon vazifesi yapar ve daha sonra
protein dizileri şablon olarak DNA değil RNA kullanılarak oluşturulur. Bazı virüslerin
DNA’sı bile yoktur. Onların genetik molekülleri RNA’dır. Genetik bilgiyi bir
nesilden diğerine aktarmak tamamen RNA'nın sorumluluğundadır.
Şimdi yaşamın kökenini konu alan
“RNA dünyası teorisi'nin kilit noktasına gelelim. Dizi bilgisini iletmeye uygun
bir şekilde uzamasının yanında RNA aynı zamanda, enzimatik faaliyetleri olan
üç boyutlu şekiller alacak şekilde kendi kendine kurulma (Bölüm 8'de gördüğümüz
manyetik kolye gibi) yeteneğine sahiptir. RNA enzimleri gerçekten mevcuttur.
Protein enzimleri kadar verimli değillerdir ama iş görürler. RNA dünyası
teorisine göre RNA, proteinler evrilip enzımlik rolünü devralana değin işi
idare edecek kadar iyi bir enzimdi ve aynı zamanda, DNA evrilip kendi kendini
kopyalama rolünü devralana kadar kendisini geçinip gidecek kadar iyi
kopyalıyordu.
RNA dünyası teorisini akla yakın
buluyorum ve kimyacıların önümüzdeki birkaç on yılda, dört milyar yıl önce
doğal seçilimi başlatan o tarihi olayların tamamının yeniden inşasını
laboratuar ortamında simüle etmelerinin son derece olası olduğunu düşünüyorum.
Doğru yönde büyüleyici adımlar hâlihazırda atılmış durumda.
Bu konuyu kapamadan önce daha
önceki kitaplarımda yaptığım bir uyarıyı tekrarlamalıyım. Yaşamın kökeni
hakkında akla yakın bir teoriye aslında ihtiyacımız yok ve akla fazla yakın bir
teorinin ortaya çıkmasından birazcık rahatsız bile olabiliriz! Buradaki göz
kamaştıran paradoks, fizikçi Enrico Fermi'nin ortaya attığı "Herkes
nerede?" sorusundan kaynaklanıyor. Sorusu kulağa oldukça anlaşılmaz gelse
de Fermi’nin arkadaştan (Los Alamos’taki fizikçi meslektaştan) Fermi'nin ne
demek istediğini anlayacak kadar onunla aynı telden çalıyorlardı. Evrenin başka
yerlerinde yaşayan yaratıklar tarafından neden ziyaret edilmedik? Neden yüz
yüze değilse bile radyo sinyalleri aracılığıyla ziyaret edilmedik (ki bu kat be
kat daha olası)?
Günümüzde galaksimizde bir
milyardan fazla gezegen olduğunu ve evrende yaklaşık bir milyar galaksi
olduğunu hesaplayabilecek durumdayız. Bunun anlamı şudur: her ne kadar
gezegenimizin galakside üzerinde yaşam olan tek gezegen olması mümkünse de,
bunun doğru olması için yaşamın bir gezegende ortaya çıkma olasılığının
milyarda birden çok daha fazla olmaması gerekir. Hal böyleyken bu gezegendeki
yaşamın kökenine dair aradığımız teori kati suretle akla yakın bir teori olmamalıdır!
öyle olsaydı, yaşamın galakside yaygın olması gerekirdi. Belki de yaygındır, bu
durumda aradığımız şey akla yakın bir teoridir. Ama bu gezegenin dışında
yaşamın var olduğuna dair herhangi bir kanıtımız yok ve en azından, akla yakın
olmayan bir teoriyle tatmin olma hakkına sahibiz. Eğer Fermi'nin sorusunu
ciddiye alıp ziyaret edilmemiş olmamızı, galakside yaşamın son derece nadir
bulunduğunun kanıtı olarak yorumlarsak, yaşamın kökenine dair akla yakın bir
teorinin kati suretle var olmadığını beklemeye meyilli olmalıyız. Bu argümanı
daha detaylı olarak Kör Saatçi'de ilerlettim ve burada daha fazla bir şey
söylemeyeceğim. Ne kadar önemi var (pek yok, zira çok fazla bilinmeyen var)
bilemem ama benim tahminim yaşamın çok nadir olduğu ama gezegenlerin sayısı bu
kadar fazlayken (her geçen gün yenileri keşfedilmekte) muhtemelen yalnız
olmadığımız ve evrende milyonlarca yaşam adasının olabileceği yönünde. Ne var
ki, milyonlarca ada bile, birbirlerine (radyo aracılığıyla bile) denk gelme
şanslarının neredeyse hiç olmadığı kadar birbirlerinden uzak olabilir. Pratik
engeller göz Önüne alındığında, maalesef yalnız olmasak bile yalnız oluruz.
“EN GÜZEL VE EN ŞAHANE SAYISIZ FORM EVRİMLEŞTİ VE EVRİMLEŞMEKTE”
Darwin’in “sayısız” ile ne
kastettiğinden emin değilim. “En güzel" ve “en şahaneyi daha etkili kılmak
için kullanılmış bir üstünlük derecesi olabilir. Herhalde durum kısmen buydu.
Ama ben Darwin’in "sayısız” derken daha net bir şey kastettiğini düşünmek
istiyorum. Yaşamın geçmişine baktığımızda, bitmek tükenmek bilmeyen, hep kendini
tazeleyen yeniliklerle bezenmiş bir resim görüyoruz. Bireyler ölür, türlerin,
ailelerin, takımların ve hatta sınıfların soyu tükenir. Ama çağlar
birbirlerinin peşi sıra akarken evrimsel sürecin kendisi, azalmamış bir
tazelik ve dinmemiş bir gençlikle kendini yerden kaldırıp, yinelenen
serpilmesine kaldığı yerden devam eder gibi gözükür.
Şimdi kısaca Bölüm 2’de tarif
ettiğim yapay seçilimin bilgisayar modellerine (aralarında eklembiçimlerin ve
büyük çeşitlilik arz eden yumuşakça kabuklarının nasıl evrimleşmiş
olabileceğini gösteren kabuk- biçimlerin de bulunduğu bilgisayar
biyobiçimlerinin “safari parkına) dönmeme izin verin. O bölümde bu bilgisayar
yaratıklarını doğal seçilimin nasıl işlediğini ve yeterli sayıda nesil boyunca
devam ederse ne kadar kuvvetli olduğunu örneklendirmek için tanıtmıştım. Şimdi
bu bilgisayar modellerini farklı bir amaç için kullanmak istiyorum.
Bilgisayar ekranına bakıp (ister
renkli ister siyah) biyobiçimleri ve keza eklembiçimleri seçerken edindiğim en
belirgin izlenim, olayın asla sıkıcı bir hal almadığıydı. Garipliklerin ardı
arkası kesilmiyordu. Program asla “sıkılmış” gözükmüyordu, keza oyuncu da. Bu
durum Bölüm ıo’da kısaca değindiğim “D’arcy” programıyla zıtlık arz ediyor.
Orada “genler”, üzerine bir hayvan çizilmiş olan sanal oyun hamurunun
koordinatlarını matematiksel olarak çekiştiriyorlardı. D’arcy programıyla yapay
seçilim yaparken oyuncu zaman geçtikçe, tercihlerin mantıklı olduğu bir
referans noktasından uzaklaşıp, başlangıç noktasından uzaklaştıkça mantığın
yitip gider gibi durduğu, zarafetten uzak ne idüğü belirsiz şekillerle dolu
bir alana doğru ilerlermiş gibi gözüküyordu. Bunun neden böyle olabileceğine
dair fikirlerimi zaten belirtmiştim. Biyobiçim, eklembiçim ve kabukbiçim
programlarında, embriyolojik sürecin bilgisayar muadiline sahibiz: her biri
(kendilerine has yönleriyle) biyolojik olarak akla yatkın olan üç farklı
embriyolojik süreç. Buna mukabil D’arcy programı embriyolojiyi simüle etmez.
Bunun yerine (Bölüm ıo’da açıkladığım gibi), yetişkin bir bireyin diğer bir
yetişkin bireye dönüşmesini sağlayan bozulma hamlelerini idare eder.
Embriyolojinin yokluğu da onu biyobiçim, eklembiçim ve kabukbiçimlerin sergilediği
“yaratıcı doğurganlıktan mahrum bırakır. Aynı yaratıcı doğurganlık gerçek
hayattaki embriyolojiler tarafından da sergilenir, ki bu da evrimin “en güzel
ve en şahane sayısız form” meydana getirmesinin asgari bir sebebidir. Peki
asgarinin ötesine geçebilir miyiz?
1989’da “Evrilebilirliğin Evrimi”
adlı bir makale yazdım. Bu makalede, nesiller geçtikçe hayvanların yalnızca
hayatta kalma konusunda daha başarılı hale gelmekle kalmadıklarını, aynı
zamanda hayvan soylarının evrilmekte daha başarılı hale geldiklerini öne
sürdüm. “Evrilmekte başarılı olmak” ne anlama geliyor? Hangi tür hayvanlar evrilmekte
başarılıdır? Karada böcekler denizde de kabuklular binlerce farklı türe
ayrılmanın, nişleri parsellemenin, evrimsel zaman boyunca oyunbaz bir şekilde
kostüm değiştirmenin şampiyonları gibi duruyorlar. Balıklar da inanılmaz bir
evrimsel doğurganlık gösterirler. Kurbağalar ve daha tanıdık memeli ve kuşlar
da öyle.
1989’da yayınladığım makalede öne
sürdüğüm şey, evrilebilirliğin embriyolojilerin bir özelliği olduğuydu. Genler
mutasyona uğrayıp hayvanın bedenini değiştirirler ama bunu embriyonik büyüme süreçleri
esnasında yapmak zorundadırlar ve bazı embriyolojiler, doğal seçilimin üzerinde
çalışması için zengin genetik çeşitlemeler üretmekte diğerlerinden daha
iyidirler ve dolayısıyla evrilmekte daha başarılı olabilirler.
"Olabilirler” ifadesi biraz güçsüz kaçtı gibi. Bazı embriyolojilerin (bu
anlamda) evrilmekte diğerlerinden daha iyi olması gerektiği neredeyse bariz
değil mi? Bence öyle. Daha az bariz olan (ama öyle sanıyorum ki savunulabilecek
bir sav) ise, “evrilebilir embriyolojilerin lehine yüksek seviyeli bir doğal
seçilim olabileceğidir. Zaman geçtikçe embriyolojiler evrilebilirliklerini
iyileştirirler.
Eğer böylesi “yüksek seviyeli bir seçilim” varsa bu,
bireyleri genleri başarıyla aktarma kapasitelerine göre (veya eşdeğer olarak,
genleri, başarılı bireyler üretme kapasitelerine göre) seçen sıradan doğal seçilimden
oldukça farklı olacaktır. Evrilebilirliği iyileştiren yüksek seviyeli seçilim,
Amerikalı büyük evrimsel biyolog George C. Williams’m "dal seçilimi” diye
adlandırdığı türden bir seçilimdir. Teknik bir tabir olan dal, yaşam ağacında
bulunan (tür, cins, takım veya sınıf gibi) bir daldır. Örneğin böcekler gibi
bir dal yayılıp çeşitlenerek dünyaya diğer bir daldan, örneğin pogonophoradan
(hayır, bu pek tanınmayan, solucan benzeri yaratıkların adını muhtemelen daha
önce hiç duymadınız ve bunun bir sebebi var: onlar başarısız bir dal!) daha
başarılı bir şekilde mesken tuttuğunda dal seçilimi gerçekleşmiştir deriz. Dal
seçilimi dalların birbirleriyle rekabet edeceklerini ima etmez. Böcekler
pogonophorayla yiyecek, mekan veya herhangi başka bir kaynak için (en azından
doğrudan) rekabet etmezler. Ama dünya böceklerle doludur ve neredeyse tamamen
pogonophoradan yoksundur ve bizler haklı olarak, böceklerin bu başarılarını
onların sahip oldukları bazı özelliklere atfetmeye meylederiz. Ben
embriyolojilerinin sahip olduğu bir özelliğin böcekleri evrilebilir kıldığını
öne sürüyorum. Olasılıksızlık Dağına Tırmanmak kitabımın “Kaleydoskopik
Embriyolar” adlı bölümünde, aralarında simetri kısıtlarının ve bölütlü
(segmentli) vücut planı gibi modüler mimarilerin de bulunduğu, evrilebilirliğe
neden olan spesifik özelliklere pek çok örnek önermiştim.
Eklembacaklı dalı belki de
kısmen, bölütsel olarak modüler olan mimarilerinden dolayı evrilmekte, pek çok
yöne doğru çeşitlilik oluşturmakta, farklılaşmakta, boş nişleri fırsatçı bir
şekilde doldurmakta başarılıdır. Diğer dallar, embriyolojileri vücutlarının pek
çok düzleminde ayna izdüşümlü gelişim (ikiyanlı simetriye sahip gelişim) ile
kısıtlandığı için benzer şekilde başarılı olabilirler. Kara ve denizleri
doldurduğunu gördüğümüz dallar, evrilmekte başarılı olan dallardır.
Dal seçiliminde, başarısız dalların soyları tükenir veya çeşitli zorlukların altından kalkacak şekilde farklılaşamayıp yok olup giderler. Başarılı dallar, filogenetik ağacın yaprakları olarak çiçek açıp serpilirler. Dal seçilimi ayartıcı bir şekilde Darwinci doğal seçilimi andırmaktadır. Bu ayartmaya direnilmelidir veya en azından ihtiyatlı olunmalıdır. Yüzeysel benzerlikler fazlasıyla yanıltıcı olabilir.
Dal seçiliminde, başarısız dalların soyları tükenir veya çeşitli zorlukların altından kalkacak şekilde farklılaşamayıp yok olup giderler. Başarılı dallar, filogenetik ağacın yaprakları olarak çiçek açıp serpilirler. Dal seçilimi ayartıcı bir şekilde Darwinci doğal seçilimi andırmaktadır. Bu ayartmaya direnilmelidir veya en azından ihtiyatlı olunmalıdır. Yüzeysel benzerlikler fazlasıyla yanıltıcı olabilir.
*-Böcekler,kabuklular, örümcekler, kırkayaklar vs. - örneğin
bir kırkayağın bacağındaki bir mutasyon ayağın her iki tarafını da
etkileyecektir ve muhtemelen vücut boyunca da tekrarlanacaktır. Her ne kadar bu
tek bir mutasyon olsa da embriyolojik süreçler onu vücudun her tarafında tekrarlanmaya
zorlayacaktır. Bir kısıtın, bir dalın evrimsel çok yönlülüğünü arttırması ilk
bakışta çelişkili gibi gözükebilir. Bunun nedenini Olasılıksızlık Dağına
Tırmanmak’ın yine “Kaleydoskopik Embriyolar" bölümünde anlattım.
Var olduğumuz gerçeği, neredeyse
katlanılamayacak kadar şaşırtıcı. Etrafımızın, bizi üç aşağı beş yukarı
yakinen andıran zengin bir hayvan ekosistemiyle, biraz daha az andıran ve
beslenmemiz için nihayetinde muhtaç olduğumuz bitkilerle ve uzak atalarımızı
andıran ve zamanımız geldiğinde çürüyüp aralarına karışacağımız bakterilerle
çevrili olması gerçeği de öyle. Darwin var oluşumuza dair sorunun boyutunu
kavramakta ve çözümünün farkına varmakta zamanının çok ötesindeydi. Hayvan,
bitki ve diğer tüm canlıların birbirlerine olan bağımlılıklarının ve
karmaşıklığı insanın başını döndüren ilişkiler ağının önemini kavramakta da
zamanının ötesindeydi. Kendimizi nasıl oldu da sadece var olurken değil,
etrafımız böylesi karmaşık, zarif, en güzel ve en şahane sayısız formla
çevriliyken bulduk?
Yanıt şu: var olduğumuzun farkına
varma yeteneğine sahip olduğumuz ve onun hakkında sorular sorabildiğimiz göz
önüne alınırsa durum başka türlü olamazdı. Kozmologların bize belirttiği üzere,
gökyüzünde yıldızlar görüyor olmamız bir tesadüf değil, İçlerinde yıldızlar
olmayan, fizik yasa ve sabitlerinin ilkel hidrojeni homojen olarak dağıtıp
yıldızların içinde toplamadığı evrenler varolabilir. Ama o evrenleri kimse
gözlemlemiyor çünkü herhangi bir şeyi gözlemleme yeteneğine sahip varlıklar
yıldızlar olmadan evrilemezler. Yaşam, enerji sağlaması için en az bir yıldıza
ihtiyaç duymakla kalmaz. Yıldızlar aynı zamanda kimyasal elementlerin çoğunun
oluşturulduğu fırınlardır ve zengin bir kimya olmadan hayat imkânsızdır. Tüm
fizik yasalarını tek tek sayıp hepsi için aynı şeyi söyleyebiliriz:... görüyor
olmamız bir tesadüf değil.
Aynısı biyoloji için de geçerli.
Baktığımız hemen her yerde yeşil görüyor olmamız bir tesadüf değil. Kendimizi
dallanıp budaklanan bir yaşam ağacının ipince bir dalına tünemiş olarak
bulmamız bir tesadüf değil; yiyen, büyüyen, çürüyen, yüzen, yürüyen, uçan,
kazan, sokulan, kovalayan, kaçan, atik, kurnaz milyonlarca türle çevrili
olmamız bir tesadüf değil. Yeşil bitkilerin sayısı bizim sayımızı en az ona
katlamasaydı bize güç verecek enerji üretilemezdi. Av ve avcıların, parazit ve
konakların giderek kızışan silahlanma yarışları olmasaydı, Darwin'in “doğanın
savaşı”, “kıtlık ve ölüm'ü olmasaydı, bırakın herhangi bir şeyi takdir edip
anlama yeteneğine sahip olanları, onları görebilen sinir sistemleri bile var
olamazdı. Etrafımız en güzel ve en şahane sayısız formla çevrili ve bu bir
tesadüf değil, rastgele olmayan doğal seçilimle evrimin doğrudan bir sonucu;
şehirdeki tek oyun, yeryüzündeki en büyük gösteri.
*
Richard Dawkins
Yeryüzündeki En Büyük Gösteri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder