Burada, Pantheon'dan pek uzak olmayan Montparnasse mezarlığının yakınlarında, Enstitü'nün arka tarafında birlikte yaşadıgımız günlerin, 1894 - 95 kışının hatırına, senin kataloğuna önsöz yazmamı istiyorsun benden.
O güçlü kişiliginle uyumlu bir mekan ve manzara aramaya gittiğin Okyanusya'ya götürmen için bu hatırayı senden esirgememem gerekir, fakat başından beri belirsiz bir konumda olduğumu hissettiğimden, bu arzuna "Yapamam," ya da daha zalimce "Yapmak istemiyorum," diye cevap veriyorum. Reddedişimin bir açıklamasını da borçluyum sana. Ne dostça duygulardan yoksun oldugumdan bu reddediş ne de kalemimin tembelliğinden. Gerçi bunun suçunu, aslında palmiyelerde yetişmelerine izin verilmemiş ellerime atmak kolay olurdu benim için. işte reddimin sebebi: Senin sanatını anlayamıyorum ve sevemiyorum. Artk iyice Tahitilileşmiş resmini hiç anlamıyorum. Fakat biliyorum ki, bu itiraf seni ne kızdıracak ne de yaralayacak, zira sen hep bana özellikle başkalarının nefretiyle güçlenen biri olarak göründün: Kendi bütünlüğünü koruma kaygısındaki kişiliğin beğenilmemekten zevk alıyor. Artık kabul gördüğün, takdir edildiğin, desteklendiğin için belki de bu iyi bir şey. Seni de sınıflayacaklar, sana yerini verecekler ve sanatına da beş yıl sonra genç kuşagın, artık modası geçmiş bir sanatı, daha da modası geçmiş kılmak için her şeyi yapacagı bir sanatı belirtmek için kullanacağı bir isim bulacaklar.
Ben şahsen senin gelişiminin tarihini anlayabileyim diye, seni sınıflandırmak, zincirin bir halkası olarak görebilmek için bir sürü ciddi girişimde bulundum. Ama başarısız oldum. 1876'da Paris'te ilk kalışımı hatırlıyorum. Ülke yaşananların yasını tutuyordu ve gelecek için endişeleniyordu. Kentte keder hakimdi. Birşeyler mayalanıyordu. İsveçli sanat çevrelerinde Zola'nın adını daha duymamıştık, L'Assommoir henüz yayımlanmamıştı. Rome Vaincue'nün Theatre Français'sinde yeni yıldız Madam Sarah Bemhardt'ın ikinci Rachel olarak taçlandırıldığı bir oyunu izlemiştim. Genç ressamlar, resim sanatı açısından yepyeni birşeyler göstermek için beni Durand-Ruel'e sürüklemişlerdi. Rehberim o zamanlar tanınmayan genç bir ressamdı, çogu Monet ve Manet imzalı bir sürü harika tablo görmüştük. Fakat Paris'te tabloları seyretmekten başka yapacak işlerim de (Stockholm Kütüphanesi'nin sekreteri olarak Sainte-Geneiveve Kütüphanesi'nde İsveççe eski bir dinsel yazma ele geçirmek gibi bir görevim vardı) oldugundan, bu yeni tablolara soğukkanlı bir kayıtsızlıkla bakıp geçtim. Fakat ertesi gün döndüm, neden olduğunu bilmiyorum, ama bu garip tezahürlerde "birşeyler" görmüştüm. İskelede toplanan bir kalabalık gördüm, kalabalığın kendisini görmeden ama. Normandiya manzarasının içinden hızla geçen bir tren gördüm, caddede tekerleklerin hareketini, sakince poz vermeyi bilmeyen çok çirkin insanların korku dolu portrelerini gördüm. Bu tablolarla çarpılmış bir halde, ülkemdeki bir gazeteye izlenimcilerin yakalamaya çalıştığını düşündüğüm duyumu anlatan bir mektup gönderdim. Makalem belli bir anlaşılamazlık başarısı gösterdi gerçi.
1883'te Paris'e ikinci kez geldiğimde, Manet ölmüştü, fakat ruhu Bastien - Lepage'la egemenlik savaşı veren bütün bir ekolde yaşıyordu. 1885'te Paris'e üçüncü gelişimde Manet sergisini gezdim. Bu hareket kendini ön plana çıkarmıştı artık, etki yaratmış ve artık sınıflandırmaya dahil olmuştu. Üç yılda bir yapılan ve o yıla denk düşen sergide tam bir kargaşa hakimdi, bütün üsluplar, bütün renkler, tarihsel, mitolojik ve dogalcı bütün konular birbirine karışmıştı. insanlar artık ekollere ya da egilimlere dair tek kelime bile duymak istemiyordu. Artık herkesin dilinde özgürlük çıglıgı vardı. Taine, güzel olanın sevimli olmadıgını söylemişti, Zola da sanatın bir mizaç aracılıgıyla görülen doğa parçası oldugunu.
Yine de doğalcılık can çekişirken, herkesin övgüyle andığı bir isim vardı, Puvis de Chavannes. Gönderme yapmak için çağdaşlarımın begenisine şöyle bir göz attığımda bile, bir çelişki gibi yapayalnız duruyor, inançla resim yapıyordu. (Henüz sembolizm terimine nail olmamıştık, alegori kadar eski bir şeye verilen o talihsiz isme.)
Dün akşam, mandolin ve gitarın tropik esintileriyle birlikte senin stüdyonun duvarlarında gün ışıgıyla dolu, beni gece rüyalarımda kovalayan o tablo karmaşasını gördügümde, düşüncelerim Puvis de Chavannes'a yöneldi. Bir botanikçinin hayatta keşfedemeyecegi agaçlar gördüm, Cuvier'nin varlıklarından hiç haberi olmadıgı hayvanları ve senin tek başına yarattığın insanları, bir yanardagdan taşmış bir denizi ve hiçbir Tanrı'nın yaşayamayacagı gökyüzünü gördüm. Rüyamda "Mösyö," dedim, "Siz yeni bir cennet ve yeni bir dünya yaratmışsınız, ama bu yarattıklarınızın ortasında halimden memnun degilim ben. Işık oyunlarını ve gölgeyi seven benim için fazlasıyla güneşli. Ve cennetinizde idealim olmayan bir Havva var. Benim idealimde gerçekten bir ya da iki kadın vardır!" Bu sabah, aklıma gelip duran Chavannes'ı seyretmek için Lüksemburg'a gittim. Çiçek toplayan karısının ve kendi halindeki çocugunun sadakat dolu sevgilerini kendisine bahşedecek avı büyük bir dikkatle izleyen yoksul balıkçıya derin bir sempati duydum. Çok güzeldi! Fakat şimdi Mösyö, bilmeniz gerekir ki, nefret ettiğim dikenli taçlara yumruklar savuruyorum! O darbeleri kabul eden merhametli Tanrı'dan eser yok bende. Benim tanrım artık güneşte insanların kalplerini yiyip bitiren Vitsliputski.
Yoo, hayır Gauguin Chavannes'dan dogmadı, Manet'den de, Bastien - Lepage'dan da! Peki o ne öyleyse? O Gauguin, sızlanan uygarlıktan nefret eden yabani. boş vakitlerinde kendi küçük yaratısını onaya çıkaran bir tür Titan, içi Yaratıcı'ya karşı kıskançlıkla dolu, yenilerini yapmak için oyuncaklarını parçalayan, gökleri kalabalığın aksine mavi degil kırmızı görmeyi tercih ederek inkar edip meydan okuyan bir çocuk.
Gerçekten de bana öyle geliyor ki, yazarken coştuğum için Gauguin'in sanatını anlamaya başladım.
Çağdaş bir yazar gerçek varlıkları anlatmayıp, sırf kendi kişilerini yarattığı için azarlanmıştı. Sırf kendi kişileri!
lyi yolculuklar, Üstat! Fakat geri gelin, gelin ve beni görün. Belki de o zaman sizin sanatınızı daha iyi anlamış olurum, böylece Hotel Drouot'da yeni bir katalog için gerçek bir önsöz yazabilirim. Ben de bir yabani olmaya ve yeni bir dünya yaratmaya tarifsiz bir ihtiyaç duymaya başladığım için.
August Strindberg
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder