Henüz bir lisans öğrencisiyken Profesör J.D.Currey’den ders
aldığımda bana gösterdiğinden beri favorim olan örneklerden biri, geri dönen
gırtlak siniridir. Bu gırtlak siniri, kafatasına ait (kranyal) sinirlerden
(yani omurilikten değil doğrudan beyinden çıkan sinirlerden) birinin bir
koludur. Kafatası sinirlerinden biri olan vagusun (uygun bir şekilde “avare”
anlamına gelir), ikisi kalbe, her iki yanda bulunan iki tanesi de gırtlağa
giden birçok kolu vardır. Boynun her iki yanındaki gırtlaksal sinirin
kollarından biri, bir tasarımcının tercih edeceği gibi dümdüz bir rota
izleyerek, doğrudan gırtlağa gider. Diğer kol ise gırtlağa, inanılmaz derecede
dolambaçlı bir yol izleyerek ulaşır. Göğüsten içeri dalıp, ana atardamarların
birinin (sağ ve solda farklı bir al atardamarın, ama prensip aynı) etrafından
dolaşır ve geri dönerek boyna doğru yoluna devam eder.
Bir tasarım ürünü olarak düşünüldüğünde, geri dönen gırtlak
siniri tam bir rezalettir. Helmholtz’un bunu geri yollamak için, gözde olduğundan
bile daha çok sebebi olurdu. Ama tıpkı gözde olduğu gibi, ne zaman ki tasarımı
bir kenara bırakıp, onun yerine geçmişi göz önüne alacak şekilde düşünmeye
başlarsanız, her şey anlam kazanmaya başlar. Bunu anlamak için, zamanda geriye
gidip atalarımızın balık olduğu dönemlere dönmemiz gerekiyor. Balıkların kalbi,
bizim dört odacıklı kalbimizden farklı olarak iki odacıklıdır ve kanı, karın
aortu denilen merkezi bir atardamardan pompalar. Karın aortu, her iki taraftaki
altı solungaca giden, (en fazla) altı kol çiftine ayrılır. Daha sonra kan,
zengin bir şekilde oksijenle bağlanacağı solungaçlardan geçer. Solungaçlardan
sonra, yine altı çift kan damarı tarafından toplanan kan, sırt aortu denilen ve
balığın ortasından geçen tek bir büyük damarda birleşerek vücudun geri kalanına
dağılır. Altı solungaç atardamarı çifti, balıklarda bizde olduğundan daha bariz
olan, omurgalıların bölütlenmiş vücut planına bir kanıttır. Büyüleyici bir
şekilde, (detaylı anatomileri incelendiğinde görüleceği üzere) “gırtlak
kemerleri” açıkça atasal solungaçlardan türemiş olan insan embriyosunda ise bu
çok barizdir. Elbette bu kemerler solungaç işlevi görmemektedirler, ama beş
haftalık insan embriyoları solungaçlı minik pembe balıklar olarak kabul
edilebilirler. Balina ve yunusların, dugong ve manatilerin neden yeniden
işlevsel solungaçlar evrimleştirmediklerini merak etmeden (bir kez daha) duramıyorum.
Tüm memelilerde olduğu gibi, gırtlak kemerlerinde, solungaç geliştirmek için
gerekli olan embriyonik yapı iskelesine sahip oldukları gerçeği, solungaç
geliştirmelerinin o kadar da zor olmaması gerektiğini düşündürüyor. Neden
evrimleştirmediklerini bilmiyorum ama bunun iyi bir sebebi olduğundan ve birilerinin
bunu ya da bunun nasıl araştırılacağını bildiğinden son derece eminim.
Tüm omurgalılar bölütlü bir vücut planına sahiptirler, ama
(embriyoların aksine) olgun memelilerde bu sadece, omurga ve kaburgaların, kan damarlarının,
kas kitlelerinin (miyotomların) ve sinirlerin tamamının, önden arkaya doğru
modüler tekrarlanma örüntüsünü takip ettiği omurga bölgesinde açıkça görülebilir.
Belkemiğinin her bir bölütü (segmenti), omurganın her iki tarafından çıkan, ön
kök ve art kök adlı iki büyük sinire sahiptir. Bu sinirler görevlerini (artık
her neyse) çoğunlukla, çıktıkları omurganın civarında yerine getirirler ancak
bazıları bacaklara, bazıları ise kollara doğru uzar.
Kafada da aynı bölütlü plan takip edilir ancak (balıkta
bile) bunu ayırt etmek daha zordur, çünkü bölütler belkemiğinde olduğu gibi
baştan sona doğru düzenli olarak sıralanmamış, evrimsel süreç içerisinde
karmakaRIşık bir hale gelmişlerdir. Kafadaki bölütlerin silik izlerinin ayırt
edilmesi, on dokuzuncu yüzyılın ve yirminci yüzyılın başlaRInın karşılaştırmalı
anatomi ve embriyolojisinin elde ettiği zaferlerden biridir, örneğin, bofa
balığı gibi çenesiz balıklardaki (ve çeneli omurgalıların embriyolarındaki)
birinci solungaç kemeri, çenesi olan omurgalılardaki (yani bofa balığı ve bazı
asalak balıklar hariç tüm modern omurgalılardaki) çeneye karşılık gelir.
Böcekler ve kabuklular gibi diğer eklembacaklılar da bölütlü
bir vücut yapısına sahiptir. Ayrıca böcek kafasının, böceklerin eski atalarında
sıralı olan ama artık karmakarışık bir hale gelmiş ilk altı bölütü içerdiğinin
gösterilmesi de benzer bir zaferdi. Böcek bölütlenmesi (segmentasyonu) ve
omurgalı bölütlenmesinin, benim zamanımda öğretildiği gibi birbirlerinden
bağımsız olmak bir yana, hox genleri olarak adlandırılan benzer genler (böcekler,
omurgalılar ve diğer pek çok hayvanda bu genler açık bir şekilde benzerdirler)
tarafından idare edildiğinin ve hatta bu genlerin kromozomlarda benzer
sıralarda konuşlandığının gösterilmesi de, yirminci yüzyılın sonlarının
embriyoloji ve genetiğinin zaferidir. Böcek ve omurgalı bölütlenmesinin tamamen
ayrı şeyler olduğunu öğrendiğim lisans eğitimimdeyken, benim hocalarımın
hiçbirinin hayal bile edemeyeceği bir şeydi bu. Farklı şubelerden hayvanlar
(örneğin, böcekler ve omurgalılar) bizim her zaman düşündüğümüzden çok daha benzerdirler.
Ve bu da paylaştıkları bir ortak ata olmasından kaynaklanıyor. Hox planı, iki
yanlı simetriye sahip hayvanların tamamının ortak atasında mevcuttu. Tüm hayvanlar,
bizim eskiden düşündüğümüzden çok daha yakın kuzenlerdir.
Omurgalı başına dönelim. Kranyal sinirlerin tıpkı
omuriliğimizden çıkan sinirler gibi, ilkel atalarımızda tek bir ön ve arka kök
dizisinin ön ucunu oluşturan bölütsel sinirlerden köken aldığı düşünülmektedir.
Ayrıca göğsümüzdeki başlıca kan damarları, bir zamanlar açıkça solungaçlara
hizmet eden bölütlü kan damarlarının kalıntılarıdır. Tıpkı balık kafasının,
balıkların atalarının bölütlü örüntüsünü darmadağın etmesi gibi, memeli
göğsünün de atasal balık solungaçlarının bölütlü örüntüsünü darmadağın ettiğini
söyleyebiliriz.
İnsan embriyosu da, embriyonun “solungaçlarını"
besleyen ve balıklarınkine oldukça benzeyen kan damarlarına sahiptir. Her iki
yanda, sırt aortu çiftine bağlanan ve (her iki yandaki “solungaçlar” için)
bölütsel aort kemerlerine sahip olan iki karın aortu bulunmaktadır. Bu bölütlü
kan damarlarının çoğu embriyonik gelişimin sonunda yok olur, ancak
yetişkinlerdeki örüntünün, embriyonik (ve aynı zamanda atasal) plandan
türediğini bariz bir şekilde görebilirsiniz. Döllenmeden yaklaşık yirmi altı
gün sonra insan embriyosuna bakacak olursanız, "solungaçlara” kan
tedariğinin, balıkların solungaçlarına giden bölütlü kan tedariğine aşırı
derecede benzediğini görürsünüz. Gebeliğin ilerleyen haftalarında, kan damarlarının
örüntüsü kademeli olarak basitleşip orijinal simetrisini kaybeder ve yavru
doğduğunda, balık benzeri insan embriyosunun düzenli simetrisinden oldukça
farklı olarak, dolaşım sistemi fazlasıyla sol tarafa dayalı bir hal alır.
Göğsümüzdeki başlıca atardamarlarımızdan hangilerinin, hangi
altı solungaç damarının sağ kalanları olduğunun karmakarışık detaylarına
girmeyeceğim. Geri dönen gırtlak sinirlerimizin geçmişini anlamak için bilmemiz
gereken tek şey, balıklarda vagus sinirinin, son üç solungacı besleyen kollara
ayrıldığı ve bu sebeple bu kolların, ilgili solungaç atardamarının arkasından
dolaşmasının son derece doğal olduğudur. Bu kollarda “geri dönüş" falan
yoktur, mümkün olan en doğrudan ve mantıklı yolla hedeflerindeki organlara
erişirler.
Ne var ki memeli evrimi esnasında, boyun uzayıp (balıkların
boynu yoktur) solungaçlar kaybolmuştur. Bu solungaçlardan bazıları tiroid ve
paratiroid bezleri ve gırtlağı oluşturan pek çok parça gibi faydalı şeylere
dönüşmüştür. Gırtlağı oluşturan parçaları da kapsayan bu faydalı kısımlar için
gereken kan ve sinir bağlantıları, bir zamanlar düzenli bir dizilime sahip olan
solungaçlara hizmet eden kan damarları ve sinirlerin evrimsel torunlarını tarafından
sağlanmıştır. Memelilerin ataları, evrimsel süreçte balık atalarından farklılaştıkça,
sinirler ve kan damarları kendilerini, şaşırtıcı yönlere itilip kakıtırken
bulmuşlardır, ki bu da onların birbirleriyle olan uzamsal ilişkilerini bozmuştur.
Omurgalı göğsü ve boynu, balıkların düzgünce simetrik olan ve seri olarak
tekrarlanan solungaçlarından farklı olarak, karmakarışık bir hal almıştır ve
geri dönen gırtlak sinirleri, bu çarpıklıktan en çok nasibini alan vücut
kısımlarından biri olmuştur.
Berry ve Hallama ait 1986 tarihli bir ders kitabından
alınmış olan bir sonraki sayfadaki resim, gırtlak sinirinin köpekbalıklarında
dolambaçlı olmadığını ortaya koyuyor. Memelilerdeki dolambaçlı yolu göstermek
için Berry ve Hallam'ın seçtikleri hayvan ise (bundan daha çarpıcı bir örnek
olabilir mi?) zürafaydı.
Bir insanda, geri dönen gırtlak sinirinin fazladan dolaştığı
yol birkaç desimetreyi aşmaz. Ama büyük bir yetişkin zürafa söz konusu olunca
bu yol, şaka değil, 4,5 metreyi bulabilir! 2009 Darwin Gününden (Darwin'in 200.
yaş günü) bir sonraki günün tamamını, Londra'nın yakınlarındaki Kraliyet
Veterinerlik Kolejinde karşılaştırmalı anatomistler ve patalog veterinerlerle,
hayvanat bahçesinde ne yazık ki ölmüş bir zürafayı kesip inceleyerek geçirme
ayrıcalığını yakaladım.
Bu benim için unutulmaz bir gün ve neredeyse gerçeküstü bir
deneyimdi. Ameliyathane “sahne’yi, veterinerlik öğrencilerinin oturup saatlerce
ameliyatı izlediği koltuklardan ayıran büyük dökme camıyla, neredeyse gerçek
bir tiyatro gibiydi, öğrenciler tüm gün, karartılmış tiyatroda oturup ışıl ışıl
aydınlatılmış sahneye izleyerek, her biri (tıpkı benim ve Kanal Dört için
hazırlanmakta olan bir belgesel için çekim yapan çekim ekibi gibi) boğaz mikrofonu
kullanan inceleme ekibi tarafından sarf edilen kelimeleri dinlediler. Zürafa
büyük ve eğimli inceleme sehpasının üzerine, bir makara ve kanca ile bir bacağı
havada asılı kalacak ve savunmasız devasa boynu parlak ışıkların altına gelecek
şekilde yatırıldı. Camın zürafanın olduğu tarafında bulunan bizler, tüm vücudu
kaplayan turuncu giysiler ve beyaz botlar giymek üzere sıkı sıkıya tembih
edilmiştik, ki bu da günü rüya gibi yapan etkenlerden bir diğeriydi.
Anatomistlerden oluşan ekibin farklı üyelerinin, sinirin
farklı kısımlarında (kafaya yakın olan gırtlak kısmı, kalbe yakın olan dönüş
kısmı ve bunların arasında kalan diğer kısımlar) birbirlerine mani olmadan ve
birbirleriyle iletişim kurmaya hemen hemen hiç ihtiyaç duymadan
çalışabilmeleri, geri dönen gırtlak sinirinin yolundan ne kadar çok saptığını
özetliyor. Bu anatomistler sabırla, dönen gırtlak sinirinin rotasının tamamını
didiklediler: Bu zorlu bir görev, zira bildiğimiz kadarıyla Victoria döneminin
büyük anatomiklerinden Richard Owen'in 1837’de yaptığından beri kimse bunu
başarıyla tamamlayamamıştı. Zorlu olmasının sebebi sinirin oldukça ince, hatta
dönüşe geçtiği kısımda iplik gibi olmasıdır (sanırım bunu öngörmem gerekirdi
ama yine de gözlerimle görünce şaşırmadan edemedim) ve siniri, nefes borusunu
çevreleyen karmaşık zar ve kaslar arasında gözden kaybetmek oldukça kolaydır.
Aşağı yönlü yolculuğu esnasında sinir (bu noktada büyük vagus siniriyle
sarmalanmıştır), varış noktası olan gırtlağın birkaç santim yakınına kadar
yaklaşır. Ama yine de, ancak boynun tamamı boyunca aşağıya indikten sonra geri
döner ve tekrar yukarıya tırmanır. Profesör Graham Mitchell, Joy Reidenberg ve
diğer uzmanların zürafayı keserkenki becerilerinden çok etkilendim ve (Darwin’ın
azılı düşmanı) Richard Owen’a olan saygım arttı. Ne var ki yaradılışçı Owen,
bariz olanı görmeyi başaramamıştı. Herhangi bir akıllı tasarımcı, gırtlak
sinirini, aşağı yönlü yolculuğuna başlamadan keserek, birkaç metrelik yolculuğu
birkaç santimetreye indirirdi.
Kaynakların bu denli uzun bir sinirin yapımında müsrifçe
kullanılmasından bağımsız olarak, tıpkı uydu bağlantısı aracılığıyla televizyon
yayınına bağlanan bir yurt dışı muhabirinin konuşmasında olduğu gibi,
zürafaların konuşma esnasında gecikmeler yaşayıp yaşamadıklarını merak etmekten
kendimi alamıyorum. Konunun uzmanı olan biri şunları söylemiştir: “İyi gelişmiş
bir gırtlağa sahip olmalarına ve topluluklar halinde yaşamalarına rağmen
zürafalar ancak alçak inilti ve melemeler seslendirebilirler.” Kekeme bir
zürafayı hayal etmek eğlenceli, ama ben burada etmeyeceğim. Tüm bu hikâyenin
ana fikri, dolambaçlı yol örneğinin yaratıkların iyi tasarlanmış olmaktan ne
kadar uzak olduklarını göstermesidir. Bir evrimci için önem arz eden soru ise
doğal seçilimin neden bir mühendisin yapacağı gibi çizim tahtasına geri dönüp
işleri makul bir şekilde yeniden düzenlenmediğidir. Bu bölümde tekrar tekrar
karşı karşıya geldiğimiz ve çeşitli şekillerde cevaplamaya çalıştığım soruyla
aynı soru bu. Geri dönen gırtlak siniri özelinde bu soruyu, ekonomistlerin
"marjinal maliyet’’ adını verdikleri terim cinsinden cevaplayabiliriz.
Evrimsel süreç içinde zürafanın boynu yavaşça uzarken, dolambaçlı
yolun maliyeti (ekonomik maliyeti ya da “kekemelik” cinsinden maliyeti)
kademeli olarak artmıştır. Burada vurgu “kademeli olarak" öbeğindedir. Her
milimetrelik artışın marjinal maliyeti çok azdır. Zürafanın boynu şimdiki
etkileyici uzunluğuna yaklaşmaya başladıkça, toplam maliyet (varsayımsal
olarak), aşağıya doğru inen gırtlak sinir iplikleri, kendilerini vagus yığınından
kurtarıp, aradaki ufak boşluğun üzerinden "zıplayarak” gırtlağa erişen bir
mutant bireyin, bu mutasyonu geçirmeyen rakiplerine kıyasla daha iyi hayatta
kalabileceği bir noktaya yaklaşmış olabilir. Ancak bu “zıplayışı”
gerçekleştirmek için gereken mutasyon, embriyonik gelişimde çok büyük (hatta
ayaklanma niteliğinde) bir değişikliğe sebep olurdu. Zaten çok büyük ihtimalle
bu gerekli mutasyon (tam da gerçekleşmesinin gerektiği anda) gerçekleşmezdi.
Gerçekleşse bile pekâlâ dezavantajları da olabilirdi, zira hassas ve narin
işleyen süreçler esnasında ortaya çıkan herhangi bir büyük ayaklanmada bu
kaçınılmazdır. Ayrıca dolambaçlı yoldan kurtulmanın getireceği avantajlar,
neticede bu dezavantajlardan daha ağır basacak olsa bile, herhangi bir anda var
olan dolambaçla kıyaslandığında, dolambaçtaki her milimetrelik artışın marjinal
maliyeti çok azdır. Eğer gerçekleştirilmesi mümkün olsaydı “çizim tahtasına
geri dönelim” şeklindeki yaklaşım daha iyi olacaktıysa da, bunun alternatifi
olan çözüm, mevcut dolambaçta yapılacak ufak bir artıştı ve bu minik artışın
marjinal maliyeti çok düşüktü. İddiam o ki, daha zarif bir çözüm olan kısa yol
çözümünün gerçekleşmesi için gereken “büyük ayaklanma’ nın maliyetinden daha
düşüktü.
Tüm bunlarla ana fikrimizden uzaklaştık. Burada ana fikir,
herhangi bir memelideki geri dönen gırtlak sinirinin, bir tasarımcının olmadığına
dair iyi bir kanıt teşkil etmesidir. Zürafa ise bu kanıtı iyiden olağanüstüye
taşır! Zürafanın boynundan aşağı inip tekrar yukarı çıkan bu garip dolambaçlı
ve uzun yoldan sapma, tam da doğal seçilim yoluyla evrimden bekleyeceğimiz ve
tam da akıllı bir tasarımcıdan beklemeyeceğimiz bir şeydir.
George C. Williams, Amerika’nın en çok saygı duyulan evrimsel
biyologlarından biridir (bilgeliği ve sert yüz hatları yüzünden, Amerika’nın en
çok saygı duyulan başkanlarından birini andırmaktadır, ki bu kişi, yine bilgeliğiyle
tanınan Charles Darwin’le aynı gün doğmuştur). Williams, dolambacı, geri dönen gırtlak
sinirininkine benzeyen ama bedenin öteki ucunda bulunan bir başka örneğe dikkat
çekmişti. Vas deferens, spermi testisten penise taşıyan kanaldır. Bunu yapmak
için en kestirme rota, sağ alttaki şeklin sol kısmında gösterilen hayali
rotadır. Vas deferens tarafından kat edilen gerçek rota ise resmin sağ kısmında
gösterilmektedir. Bu kanal, idrarı böbreklerden mesaneye taşıyan kanal olan
üretranın etrafından dolaşan gülünç bir dolambaçlı yol izler. Eğer bu
tasarlanmış olsaydı, kimse tasarımcının kötü bir hata yaptığını inkâr edemezdi.
Ancak, tıpkı geri dönen gırtlak sinirinde olduğu gibi, evrimsel geçmişe
baktığımız zaman her şey netleşir. Testislerin muhtemel orijinal pozisyonu kesikli
çizgilerle gösterilmiştir. Memelilerin evriminde, testisler (tam olarak
bilinmeyen ancak genellikle sıcaklıkla ilişkilendirilen sebeplerden ötürü)
erbezi torbalarındaki şimdiki pozisyonlarına indikçe, vas deferens kanalı maalesef
üretranın ters tarafından geçerek onun üzerinde asılı kalmıştır. Herhangi makul
bir mühendisin yapacağı gibi kanalın güzergahını değiştirmek yerine, evrim
basitçe vas deferansı uzatmaya devam etmiştir (bir kez daha, dolambaçlı yolun
uzunluğundaki her bir küçük artışın marjinal maliyeti küçüktü). Bu da bir kez
daha, çizim tahtasında adamakıllı düzeltilmek yerine, başlangıçta yapılan
hataların sonradan yapılan telafilerle düzeltilmesine güzel bir örnek teşkil
eder. Bunun gibi örnekler “akıllı tasarım” hasretiyle yanıp tutuşanların
ayaklarının altındaki zemini elbette kaydırıyor olmalıdır.
İnsan vücudu, bir anlamda kusur olarak adlandırabileceğimiz,
ama diğer bir anlamda da, diğer hayvanlardan kökenlenen uzun atasal
geçmişimizin kaçınılmaz uzlaşıları olarak görülmesi gereken bu gibi örneklerle
doludur. Kusurlar, “çizim tahtasına geri dönüş” bir seçenek olmadığında, yani
iyileştirmeleri elde etmek, yalnızca halihazırda elde olanlara sonradan
yapılacak eklemelerle mümkün olduğunda kaçınılmazdır. Jet motorunun birbirinden
bağımsız iki kâşifi olan Sir Frank Whittle ve Dr Hans von Ohain şöyle bir
kurala uymaya mecbur bırakılsaydı, jet motorunun halinin nice olacağını bir
düşünsenize: “Çizim tahtanıza dönüp temiz bir sayfa ile çalışmaya yeniden
başlama izniniz yok. Çalışmaya bir pervane motoru ile başlamak zorundasınız ve
her seferinde bir tane parça ekleyerek, vida vida, çivi çivi onu, “atasal"
pervane motorundan “torun” jet motoruna dönüştürmelisiniz.” İşin daha da
kötüsü, her ara formun uçması ve zincirdeki her bir halkanın, kendinden bir
önce gelenden biraz daha gelişmiş olması beklenirdi. Açıkça görüleceği üzere,
sonuç olarak ortaya çıkacak jet motorunda, geçmişe ait türlü türlü kalıntılar,
anormallikler ve kusurlar olacaktır. Ve bu kusurların tamamına, çizim tahtasına
geri dönmeyi yasaklayan talihsiz kuralımız uyarınca ellerinden gelenin en
iyisini yapmaya çalışan mühendislerin yaptıkları, biriken külfetli onarım ve
düzeltmeler neden olacaktır.
Vurgulamak istediğim noktayı vurguladım, ama biyolojik yeniliklere
daha yakından bakmak, pervane motoru/jet motoru benzeşiminden farklı bir
benzeşimi de akla getirebilir. Önemli bir yeniliğin (örneğin bizim
benzeşimimizdeki jet motorunun), aynı işi yapan eski bir organdan (bizim
örneğimizdeki pervane motorundan) değil, tamamen farklı bir işlevi olan tamamen
farklı bir şeyden evrimleşmiş olması oldukça olasıdır. Buna güzel bir örnek,
balık atalarımız havayı solumaya başladıklarında, (örneğin tırmanan tatlı su
levreği gibi hava soluyan bazı modern balıkların aksine) solungaçlarını ciğer
oluşturmak üzere modifiye etmiş olmamalarıdır. Bunun yerine bağırsaklarındaki
bir keseyi modifiye etmişlerdir. Bu arada, daha sonra gerçek kemikli balıklar
(yani köpekbalıkları ve türevleri hariç, karşılaşacağınız hemen her balık),
daha önce arada sırada hava soluyan atalarında evrilmiş olan akciğerlerini,
(solumakla hiçbir ilgisi bulunmayan) diğer bir hayati organ olan hava kesesine
dönüştürmüştür.
Hava kesesi bir ihtimal, gerçek kemikli balıkların
başarısının başlıca anahtarıdır ve onu açıklamak için konudan sapmaya değer.
Bu, balığı istenilen derinlikte hidrostatik dengede tutmak için hassas bir
şekilde ayarlanabilen, içi gazla dolu içsel bir hava kesesidir. Eğer çocukken
Kartezyen Dalgıç’la oynadıysanız hava kesesinin çalışma prensibini
hatırlayacaksınız ama gerçek kemikli balıklar bunun ilginç bir versiyonunu
kullanırlar. Kartezyen Dalgıç, bir şişe suda dengede duran, ufak, baş aşağı edilmiş,
içinde baloncuk bulunan bir fincandan ibaret küçük bir oyuncaktır. Hava kabarcığının
içindeki hava moleküllerinin sayısı sabittir, ama tıkacına bastırarak şişenin
hacmini azaltabilirsiniz (ve Boyle Yasası uyarınca basıncı artırmış olursunuz).
Ya da tıkacı biraz kaldırarak havanın hacmini arttırabilirsiniz (ve baloncuğun
basıncını düşürebilirsiniz). Etki en iyi, şu elma şırası şişelerine konulan
şişman vidalı tıkaçlarla elde edilirdi. Tıkacı sıkıştırdığınızda ya da
gevşettiğinizde, dalgıç yeni hidrostatik denge noktasına ulaşana kadar aşağıya
ya da yukarıya doğru hareket ederdi. Tıkaç (ve dolayısıyla basınç) üzerinde
hassas ayarlar yaparak, dalgıcın aşağıya ya da yukarıya hareket etmesini
sağlayabilirdiniz.
Bir balık, ince bir farkla bir Kartezyen Dalgıçtır. Hava
kesesi onun “hava kabarcığıdır” ve kesenin içinde bulunan gazdaki molekül miktarının
sabit olmaması dışında hava kabarcığıyla aynı şekilde çalışır. Balık suda daha
yüksek bir düzeye çıkmak isterse, kanındaki gaz moleküllerini hava kesesine
boşaltır ve böylece hacmi artar. Derinlere inmek istediğindeyse, hava
kesesindeki gaz moleküllerini kanına çeker ve kesenin hacmi azalır. Hava kesesi,
balığın, istenilen derinlikte kalabilmek için (köpek balıklarının yaptığının
aksine) kas gücü harcamaması anlamına gelir. Balık, seçeceği her derinlikte
hidrostatik dengede kalabilir. Hava kesesi bu görevi üstlenerek, kasları sadece
itici güç olarak kullanılmak üzere serbest bırakmış olur. Buna mukabil
köpekbalıkları, sürekli yüzmek zorundadırlar yoksa dibe batarlar (ama kabul
etmek gerekir ki yavaşça batarlar çünkü dokularında, onları kısmen batmaz kılan
düşük yoğunluklu özel maddeler bulunur). Yani hava kesesi modifiye olmuş bir
akciğerdir. Akciğer de modifiye olmuş bir bağırsak kesesidir (öyle olduğunu
düşünüyor olabileceğiniz gibi, modifiye olmuş bir solungaç odacığı değildir).
Ayrıca bazı balıklarda, hava kesesinin kendisi de bir duyu organı (bir çeşit
kulak zarı) olacak şekilde modifiye olmuştur. Geçmiş, vücudun her tarafına, hem
de sadece bir kez değil, defalarca yazılıp silinmiş bir parşömene yazılır gibi
yazılmıştır.
Bizler yaklaşık 400 milyon yıldır kara hayvanlarıyız ve bu
zamanın yalnızca son yüzde 1’lik diliminden beri arka ayaklarımız üzerinde
yürüyoruz. Karada geçen zamanımızın yüzde 99’unda ise, az çok yatay bir
iskelete sahiptik ve dört ayak üzerinde yürüyorduk. Ayağa kalkıp arka ayakları
üstünde ilk kez yürüyen bireylerin hangi seçilim avantajına sahip olduğundan
tam olarak emin değiliz ve ben de bu konuyu bir kenara bırakacağım. Jonathan
Kingdon bu konu üzerine koca bir kitap yazmıştır (Lowly Origin) ve ben de
konuyu Ataların Hikâyesi'nde detaylı olarak ele aldım. İki ayak üzerinde
yürümek ilk gerçekleştiğinde büyük bir değişim gibi görünmemiş olabilir çünkü
şempanzeler, bazı maymunlar ve etkileyici hayvanlar olan zıplayan lemurlar bunu
zaman zaman yapabilmektedirler. Ancak bizim yaptığımız gibi düzenli olarak iki
ayak üzerinde yürümenin vücut üzerinde, beraberinde telafi edici birçok
düzeltme gerektiren pek çok etkisi olmuştur. Vücudun tamamında, ne kadar ücra,
ne kadar gözden uzak ve konuyla ne kadar dolaylı ve uzaktan ilgili olursa olsun
bir ayrıntıyı, yürüyüş tarzındaki bu önemli değişiklikle bağdaştırmak için
değişmek zorunda kalmamış tek bir kemik veya kasın bulunmadığını iddia etmek
mümkündür. Benzer bir kapsamlı yeniden düzenlemenin, yaşamın geçirdiği her
büyük değişime eşlik etmesi gerekir; sudan karaya, karadan suya, havaya ve
yeraltına geçişlerde. Vücuttaki bariz değişiklikleri ayrı tutup onlara
izolelermişçesine muamele edemezsiniz. Her değişimin önemli yan etkilerinin
olacağını ne kadar vurgulasak azdır. Değişimin yüzlerce, binlerce etkisi ve etkinin
etkisi vardır. Doğal seçilim durmaksızın ince ayar yapar, büyük Fransız
moleküler biyolog François Jacob’un tabiriyle “onarır".
Olaya bakmanın bir diğer güzel yolu da şöyle: İklimde büyük
bir değişim olduğunda (örneğin buz devrinde), doğal olarak doğal seçilimin
hayvanları ona göre ayarlamasını, örneğin daha kalın bir kıl örtüsü ile
kaplamasını beklersiniz. Ancak dışsal ıklım, ele almamız gereken tek
“iklim" tipi değildir. Dışsal herhangi bir değişiklik olmasa bile, büyük
bir mutasyon meydana gelir ve doğal seçilim tarafından desteklenirse, genomdaki
diğer tüm genler bunu içsel “genetik iklim’de meydana gelen bir değişiklik
olarak algılayacaktır. Onlar için bu, uyum sağlamak zorunda oldukları ve
havadaki değişiklikten aşağı kalır yanı olmayan bir değişikliktir. Doğal
seçilimin bu mutasyonun ardından gelip, tıpkı dışsal iklimde bir değişiklik
gerçekleşse yapacağı gibi, genetik “iklim”deki bu büyük değişikliği telafi edecek
ayarlamalar yapması gerekir. Hatta dört ayak üzerinde yürümeden iki ayak
üzerinde yürümeye ilk geçiş de, dış ortamda meydana gelen bir değişimden ziyade
“içsel” sebeplerden dolayı meydana gelmiş bile olabilir. Her halükarda bu
değişim, her biri telafi edici “budamalar” gerektirecek karmaşık sonuçlara
sebebiyet vermiş olmalıdır.
“Akılsız tasarım” bu bölüm için güzel bir başlık olurdu.
Hatta aslında, maksatlı bir tasarımın olmadığının ikna edici bir göstergesi
olarak yaşamın kusurları üzerine yazılacak bir kitap için de uygun bir başlık
olurdu ve en az bir yazar bu ismi kapmış durumda. Bunların arasından
(Avustralya İngilizcesinin kaba saygısızlığını sevdiğim için), Sidney’in bilim
yayımcılarının duayeni Robyn Williams’ın enfes kitabına odaklanacağım. Her
sabah çekmek zorunda kaldığı sırt ağrılarından, ziyadesiyle mızmızlanarak
şikâyet ettikten sonra (yanlış anlamayın, kendisine büyük bir sempati duyuyorum),
Williams sözlerine şöyle devam ediyor: “hemen hemen tüm sırtlar (eğer olsaydı)
garantilerinden faydalanmak isterlerdi. Eğer sırt tasarımından [Tanrı] sorumluysa,
kabul etmek gerekir ki bu onun en iyi işlerinden biri değil. Altı Gün un
sonunda bir son gün telaşına kapılmış olmalı.” Elbette sorun, atalarımızın
yüzlerce milyon yıl az çok yatay bir iskelet ile yürümüş olmasından ve bu
iskeletin son birkaç milyon yılda gerçekleşen ani değişikliği çok hoş
karşılamamasından kaynaklanıyor. Bir kez daha asıl vurgulamak istediğim nokta,
gerçek bir dik yürüyen primat tasarımcısının, sürece dört ayakla başlayıp bunu
düzeltmeye çalışmak yerine, çizim tahtasına geri dönüp tasarım işini adam gibi
yapacak olmasıdır.
Williams daha sonra, Avustralya’nın sembolü olan koala'nın
kesesinin, kangurularda olduğu gibi yukarı değil aşağıya baktığından bahsediyor
(ki bu, zamanını ağaç gövdelerine tutunarak geçiren bir hayvan için pek de iyi
bir fikir değil). Bunun sebebi bir kez daha geçmişin mirasıdır. Koalalar vombat
benzeri atalardan türemişlerdir. Vombatlar çok iyi kazıcılardır, adeta bir
tünel kazma makinesi gibi, toprakla dolu büyük pençelerini geriye doğru
savururlar. Bu atanın kesesi öne bakıyor olsaydı, bebeklerinin göz ve dişleri
sürekli kumla dolardı. Bu nedenle geriye bakıyordu ve günün birinde vombat,
belki de taze bir yiyecek kaynağından faydalanmak için bir ağaca tırmanınca,
değiştirmek için fazla karmaşık olan "tasarım" da onunla beraber
geldi.
Geri dönen gırtlak sinirinde olduğu gibi, kesesinin öne
bakmasını sağlamak için koalanın embriyolojisini değiştirmek teorik olarak
mümkün olabilir. Ama (benim tahminimce) böylesine büyük bir değişime eşlik
edecek embriyonik ayaklanma, ara basamakları, koalaların sorunlarla şu anda baş
ettiğinden daha kötü baş eder hale getirirdi.
Bizim dört ayaktan iki ayağa geçişimizin sonuçlarından bir
diğeri de birçoğumuza (şu an bunları yazarken bana verdiği gibi) ıstırap veren
sinüslerle ilgilidir. Sinüslerin ıstırap kaynağı olmasının sebebi, boşaltma
deliklerinin makul bir tasarımcının seçebileceği en son yerde bulunuyor olmasıdır.
Williams Avustralyalı meslektaşı Profesör Derek Denton'u alıntılıyor:
"Büyük maksiler sinüsü ya da boşluğu, yüzün her iki yanında, yanakların
arkasında yer alır. Bunların boşaltma delikleri sinüslerin üstünde bulunur ki
bu, yer çekiminin sıvıların akışına yardımcı olabileceği düşünülürse pek de iyi
bir fikir değildir." Bir dört ayaklıda "üst", üst değil öndür ve
onlarda boşaltma deliğinin konumu çok daha mantıklıdır: geçmişin mirası, bir
kez daha, her yerimizde.
Williams daha sonra, ulusal bir yetenek olan lafı gediğine
oturtma kabiliyetine sahip bir diğer Avustralyalı meslektaşının, lchneumon
arıları hakkında söylediği, “bunların (eğer varsa) tasarımcısı sadist bir
namussuz olmalı” sözlerini alıntılıyor. Avustralya'yı genç bir adamken ziyaret
etmiş olmasına rağmen Darwin, aynı hissi daha temkinli ve yumuşak bir ifadeyle
dile getirmiştir: "Lütufkâr ve her şeye gücü yeten bir Tanrı'nın, lchneumon
arılarını açıkça, canlı tırtılların bedenlerini içerden yemek üzere
tasarlayarak yaratmış olduğuna kendimi bir türlü ikna edemiyorum.” Icneumon
arılarının (ve akrabaları sarıca arı ve tarantula eşekarısının) efsanevi gaddarlıkları,
kitabın son iki bölümünde bir nakarat gibi yinelenecek.
Söylemek üzere olduğum şeyi net bir şekilde ifade etmek zor
ama bu uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir şey ve zürafayı incelediğimiz o
unutulmaz günde iyice su yüzüne çıktı. Hayvanlara dışarıdan baktığımızda,
tasarımın zarif illüzyonundan karşı konulmaz bir biçimde etkileniyoruz. Otlayan
bir zürafa, gökyüzünde süzülen bir albatros, dalışa geçen bir kırlangıç,
saldırı anındaki bir şahin, suyosunlarının arasında görünmez olan bir yapraklı
deniz ejderi, aniden yönünü değiştirdikten sonra tüm esnekliğiyle koşusuna
devam eden bir çita, sıçrayan bir ceylan; tasarım illüzyonu sezgisel olarak o
kadar makul geliyor ki eleştirel düşünceyi devreye sokup naif sezgilerin baştan
çıkarıcılığından kurtulmak belirgin bir çaba ister hale geliyor. Hayvanlara
dışarıdan baktığımızda durum bu. İçlerine baktığımızda ise, izlenimimiz tam
tersidir. Hiç kuşkusuz, zarif bir tasarım izlenimini, ders kitaplarındaki
basite indirgenmiş, bir mühendisin projesi gibi renklendirilmiş ve düzgünce
resmedilmiş çizimler de vermektedir. Ancak önünüzdeki inceleme masasında bir
hayvanı kesilmiş halde gördüğünüzde yüzünüze çarpan gerçeklik çok farklıdır. Öyle
sanıyorum ki bir mühendisten, örneğin kalpten çıkan atardamarların
iyileştirilmiş bir versiyonunu resmetmesini istemek öğretici bir egzersiz
olurdu. Sonucun, gerçek bir göğsü açtığımızda gördüğümüz gelişigüzel
dağınıklıktan ziyade, bir arabanın egzozu gibi, düzgünce sıraya dizilmiş
borular şeklinde olacağını sanıyorum.
Bir günün tamamını anatomistlerle bir zürafayı inceleyerek
geçirmekteki amacım, evrimsel kusurlara bir örnek teşkil eden geri dönen
gırtlak sinirini incelemekti. Ancak kısa zamanda fark ettim ki, kusurlar söz
konusu olduğunda, geri dönen gırtlak sinin buzdağının sadece görünen kısmı.
Onun böylesi uzun bir dolambaçlı yol izliyor olması, bu örneği bilhassa çarpıcı
kılıyor. Helmholtz'u, nihayetinde siniri geri göndermeye itecek olan sebep bu
çarpıcılıktır. Ama büyük bir hayvanın içinin herhangi bir kısmını incelerken
edindiğiniz karşı konulmaz izlenim, içeriye bir karmaşanın hakim olduğudur. Bir
tasarımcı yalnızca o dolambaçlı yol izleyen sinir gibi bir hatayı yapmamakla
kalmaz, adam gibi bir tasarımcı, zigzag çizen bir labirenti andıran ve
damarlar, sinirler, bağırsaklar, yağ ve kas tomarları, mezanterler ve diğer pek
çok şeyden oluşan bu savaş alanına katiyen bulaşmazdı. Amerikalı biyolog Colin
Pittendrigh'i alıntılamak gerekirse, her şey, “şans kapıyı çaldığında
kullanılabilir olanların bir araya getirildiği ve doğal seçilimin öngörüsüyle
değil edinilmiş bilgisiyle kabul edilmiş olan geçici çözümlerin yama işinden
başka bir şey değildir.”
*
Richard Dawkins'in
Yeryüzündeki En Büyük Gösteri kitabından
,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder