"Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı."
Charles Darwin
Charles Darwin
Lima'dan ayrılalı bir hafta olmuş, Beagle 960 km uzaklaşmış, Galapagos Adaları'na yaklaşmıştı. En yakın ada olan Chatham’ı ilk kez gördüklerinde, takvim 15 Eylül’ü gösteriyordu. FitzRoy seyir defterine, “Kara, kapkara, kasvetli bir görünümü olan kırılmış lav yığınlarının üzerine çıktık; bütün şeytanların burada bulunmasına uygun bir liman oluşturuyorlardı, diye kayıt düşmüştü. “Biz o kayadan bu kayaya atlarken, sayılamayacak kadar çok yengeç ve çirkin iguana her yöne kaçışmaya başladı.” Daroin de aynı ölçüde şaşırmıştı; siyah cürufların üzerinde yürümek zordu, bunlar kızgındı. Tepelerindeki güneşin altında “bir ocak gibi parıldıyorlardı" ve girintili çıkıntılı elverişsizlikleri, neredeyse hiç hayat belirtisi göstermeyen bodur ağaçlarla iyice meydana çıkıyordu. Her büyük lav kıvrımı “sanki en fırtınalı zamanlarında taşlaşmış gibi görünüyordu,” hava boğucu, koku çirkindi ve bunların hepsi de “cehennemden farkı olmayan bölgelerin gelişmiş yöreleri hakkında hayal edebileceğimiz şeylere benziyordu." Bu “kızgın adalar, koca bir sürüngenler ailesinin cennetiydi.” Koyda kaplumbağalar süzülüyor nefes almak için kafalarını yukarı çıkarıyorlardı; karanın iç kısımlarındaki devasa kaplumbağalar, su dolu çukurların başında toplanıyorlardı. Kara kumlara yerleştirilmiş bir termometre 51 dereceyi gösteriyordu. Bu ısı “iğrenç, hantal kertenkele” gruplarıma kıyıdaki kayalar üzerinde uyuması için mükemmel bir sıcaklıktı. İçlerinden biri onlara “karanlığın habis ruhları” ismini taktı, gerçekten de tuhaf, deniz yosunları yiyen yaratıklardı. Fakat müzelerdeki deniz iguanaları yanlış etiketlendiği, Güney Amerika’dan geldikleri belirtildiği için, Darwin gördüğü iguanaların Galapagos’a özgü olduklarını fark etmemişti.
Kuşlar insanları tanımıyorlardı, herhangi bir yırtıcıyı da tanımıyorlardı ve “evcil” görünüyorlardı. Darwin bir şahine yaklaştı ve onu tüfeğinin namlusuyla dürtükledi. Burada nasıl avlanacaktı ki? Kıyım iğrenç derecede kolay olacaktı. Her biri 35 kilo çeken 18 tane dev kaplumbağa, taze et olarak güverteye taşındı. Alaycıkuşlar, Şili türlerine benziyorlardı; canlı, meraklı, hareketliydiler ve hızla kaçıyorlardı; kurutulması için bırakılmış etleri yuvalarına taşıyorlardı, ama şakımaları farklıydı. Çiçekler çirkindi, başka her şey gibi. Kuşların Güney Amerika’ya özgü bir yönü varsa, bu çiçeklerin de vardı.
Volkanlarla karşılaşmayı bekliyordu, hayal kırıklığına da uğramadı. Atıl koniler; genelde altmış tanesi birden, on beş metre yukarıya yükseliyor, buraya bir sanayi çöplüğü ya da “ Wolverhampton yakınlarındaki demir ocaklarının görünümünü veriyordu.” Antik bacaların bazıları bitkilerle kaplanmıştı; diğerleri çırılçıplak, saf, lav akıntılarıydı; katılaşmışlardı, üstlerinde yaşam gelişmemişti. Bütün bu ilkel manzarayı ortalıkta dolaşan kaplumbağalar tamamlıyordu; kaplumbağaların çevresi yaklaşık iki metreydi ve dikenli armutlar seviyorlardı. Darwin, Avrupa’da olduğu gibi burada da bir çökelti tabakasıyla karşılaşmayı bekliyordu. Ama hayır, burası yeni bir dünyaydı, yalnızca bu dünyanın toprak altındaki eriyik kökenlerini yansıtıyordu; o kadar yabancıydı ki Darwin “pekâlâ başka bir gezegende bulunuyor da olabilirdi.”
Bu tuhaflığı böcek sürülerinin bulunmaması tamamlıyordu. Darwin’in aklına gelen ilk şey, okyanusta çok açıklarda bulunan bu adaların, “göçmen koloniler almaktan etkin bir biçimde yalıtılmış olduğuydu.” Bunun sonucunda, kuşların çoğunluğu tohum yiyen ispinoz kuşlarıydı, bunlar alçak kesimlerde yetişen çalılıklara uyarlanmıştı ve demire benzer lavların içinden tohum çıkarmak gibi işlere uygun kısa gagalara sahip -şakrak kuşunun gagası gibi- kuşlardı.
Galapagoslar bir gulagtı, ayın 23’ünde Charles Adası’na geçtiklerinde, mürettebat Ekvador’dan sürülmüş 200 sürgünün kurduğu bir yerleşime ayak bastı. Burası İngiliz bir vali vekili tarafından yönetiliyordu. Ada sakinleri en iyi yeri seçmişlerdi. Burada, kıyının altı buçuk kilometre içerisinde, 330 metre yukarıda güneyden esen alizeler ortalığı serinletiyor, muz bahçeleri de “bahar zamanı Ingiltere’nin olduğu kadar yeşil” görünüyordu. Fakat bu yine de taze su kaynaklarından yoksun olmak, gelip geçen balina tekneleri dışında dış dünyadan uzak olmak gibi talihsizliklerin gölgelediği, riskli bir “Robinson Crusoe hayatıydı.” Başlıca et kaplumbağa etiydi, bunlar altı kişinin zor taşıdığı devasa sürüngenlerdi. Fakat artık o kadar da bol bulunmuyorlardı. Bir keresinde bir firkateynin mürettebatı 200 kaplumbağayı kıyıya kadar sürükleyebilmişti; ama artık bu kadar bile yakalanamıyordu. Kaplumbağa mevcudu hızla tükeniyordu; valinin hesaplarına göre, bir yirmi yıl daha dayanamayacaklardı.
Mahkûmlar her adanın kendine özgü bir kaplumbağası olduğuna, kaplumbağaların kısmen kabuklarının şekli itibarıyla farklılık gösterdiğine inanıyorlardı. Vali bile, kaplumbağalara bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebileceğiyle övünüyordu. Darwin’in bunu gösteren numuneler toplaması kolaydı: Charles Adası’nda bile her yer içi boş, sırtı çukur kaplumbağa kabuklarıyla doluydu; bunlar bir alçaklık örneği olarak, çiçek saksısı niyetine kullanılıyordu. Fakat Charles buna hiç dikkat etmedi ve hiç kaplumbağa toplamadı. Bu sürüngenlerin dışarıdan geldiğini düşünüyordu. Korsanların bu kaplumbağaları Hint Okyanusu’nda bulunan, anavatanları olan adalardan yiyecek kaynağı olarak getirdiği varsayımında bulunuyordu. Oysa tersine, buradaki alaycıkuşların Chatham’dakilerden farklı olduğunu fark etmişti. O andan itibaren de alaycıkuşlarını ayrı tutup onları adalara göre etiketledi.
Ayın 28’inde takımadaların en büyüğü olan Albermarle’a demir attılar. Darwin’i burada çok daha fazla kömürleşmiş uzun bacalarla kaplı bir manzara karşıladı. Lav konilerinden ıslıklar çıkararak buharlar tütüyordu. Darwin ıssızlığın iç kesimlerine doğru yürüyüşe çıktı, bir tatlı su kaynağı arıyordu. Bu “kıraç ve kısır” fundalıklarda devasa tırtıklı kertenkeleler, 7 kilo çeken kara iguanaları, çabuk ve hantal bir yürüyüşle yuvalarına doğru kaçıyorlardı. Sarı ve kırmızı iguanaların “çirkin” olduğunu, yalnızca tencereye yakışacağını düşünmüştü; bir gün “kırk tane birden toplandı” (bu benzersiz kertenkelelerle ilgili olarak FitzRoy’dan gelen en tatminkâr yorum, “Hiç de fena bir yemek değil,” olmuştu). Su artık tayına bağlanmıştı, Darwin kavurucu güneşin altında, yalnızca bir galon ya da ona yakın miktarda suyun bulunduğu çukurlar bulabiliyordu. Bu su çukurları bütün ispinozları çekiyor, böylece ispinozları karşılaştırmak kolaylaşıyordu, Fakat kavurucu sıcakta bu kuşlardan birini yakalama zahmetine girmedi. Birbirine benzemeyen alaycıkuşların tersine, ispinozlar her adada aynıydı.
Kuzeye, James Adası’na doğru yol aldılar. Burada Darwin’in ekibi Korsanlar Koyu’nda açıkta geceleyip eski korsanlar gibi kendi yağlarında kızarttıkları kaplumbağalarla beslendi. Darwin iki gününü alaycıkuş (bunlar da yine farklı görünüyordu) toplayıp vurmakla, yukarıya, kraterlerin eğreltiotu kaplı kenarlarına tırmanmakla geçirdi. Yamaçların yukarısında yağmur suyuyla dolu daimi havuzlara doğru, epeyce kullanılmış yollardan geçerek tırmanan bir metre uzunluğunda kaplumbağalar görülebiliyordu. Darwin bu kaplumbağalardan birine bindi; kaplumbağa sürücüsüne rağmen su içmeye devam etti. Maalesef, Darwin’in buradaki binek hayvanları Chatham’daki kaplumbağalar, yani bundan önce görmüş olduğu yegâne kaplumbağalar gibiydi; bu da onu kaplumbağalar arasındaki farklılığın aslında abartıldığına ikna etmeye yetti.
Bu lav çıkıntılarının üstünde, su çok aranılan bir şeydi. Darwin insanı terleten, susuzluktan kavuran günleri toplamakla geçirdi; sıcaklık genelde gölgede 34 derece oluyor, Danvin’in dili damağına yapışıyordu. Yakından geçen Amerikalı bir balina avı teknesi, ekibe üç varil su vermiş olmasaydı “büyük sıkıntı çekerlerdi.” Amerikalıların bu iyilikleri yolculuğun alışıldık yönlerinden biri haline gelmişti; Yankee’lerin “içten tavrı” İngilizlerin açık denizlerdeki çekingen tavrıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
Bütün adalarda ispinozlar, alçak kesimlerdeki çalılıklarda bol bulunuyordu, ama Darwin bunları birbirinden ayırmakta güçlük çekiyordu. Kuşların tüyleri hemen hemen birbirine benziyordu. Numunelerine bakılırsa “yaşlı erkek kuşlar” siyahtı, dişilerse kahverengi. FitzRoy, Covington ve diğerleri de kendi koleksiyonlarını yapıyorlardı, bazıları siyah dişiler de yakalamışlardı, bu da Darwin’in kafasını biraz daha karıştırmıştı. Kuşların alışkanlıkları da ayırt edilebilecek gibi değildi, çünkü “büyük düzensiz sürüler halinde, birlikte besleniyorlardı.” Burada geçirdikleri günlerin sonunda, ellerini havaya kaldırıp “açıklanamaz bir kargaşa”yla karşı karşıya olduğunu kabul etti.
Üç adada toplam altı tür ispinoz vurmuştu ve bu adaların ikisinden aldığı numuneler birbirine karışmıştı. Yine de çektiği zorluklar onda bu kuşların “çok ilginç” olduğu hissi uyandırmıştı. Son günlerinde ona tıpkı kaplumbağalar gibi, birçok ağacın da adalara göre farklılıklar gösterdiği, bir adadaki ağaçların diğerindekilere benzemediği anlatılmıştı. Fakat o sırada toplama faslı bitmiş bulunuyordu; numunelerini düzensiz bir biçimde etiketlemişti; adalara göre bir etiketleme çabasına girmeye de zahmet etmemişti. önemli değilmiş gibi görünmüştü. Alaycıkuşlar istisnaydı; dört adadan aldığı alaycıkuş numunelerini ayrı ayrı yerlere koymuştu.
Darwin ayrıca bir çalıkuşu, birkaç “Icterus” (bunlar sarıasma kuşu/ka-ratavuk familyasındandı) ve birkaç da güçlü gagalı “Koca Gagalar” yakalamıştı. Çiçek açmış her bitkiyi Henslow için toplamıştı, tıpkı alaycı-kuşlar gibi “floranın da Amerika’ya özgü olup olmadığını,” Lyell’in deyişiyle, “ayrı mı yoksa anakaradaki Yaratılış merkezine mi özgü olduğunu” merak ediyordu.
FitzRoy Chatham Adası’nda domuz, sebze ve otuz kaplumbağa daha istifledi; bunlar Pasifik’i geçme yolculuğunda onlara yetecekti. Darwin ile uşağı Covington ise birer bebek dev kaplumbağayla gemiye bindiler; ama bunları beslenmek için değil, beslemek için almışlardı.
Ayın 20’sinde, Galapagos’ta geçirdikleri beş haftanın ardından denize açıldılar, bunun için şükran doluydular. Darwin, tropikal adaların “insanlar ya da büyük hayvanlar için bu kadar yararsız olduğunu hayal etmekte zorlanıyordu.” Çok düşmanca bir havaları vardı, denizden çok kısa süre önce yükselmişlerdi. Kuşlar, sürüngenler, bitkiler ilginç görünüyordu, ama insanın gözlerini üstlerine mıhlayacak kadar da ilginç değillerdi.
Denize açıldıklarında, topladığı hayvan leşlerini, ya da en azından alaycıkuşları daha yakından incelemeye başladı. Chatham ve Albemarle’ın kuşları, birbirine benzer görünüyordu, ama diğer iki adadan aldıkları farklıydı. Dolayısıyla elinde iki ya da üç tür bulunuyordu. Beagle Tahiti’ye doğru yaklaşırken bu notu almıştı. “Her tür bulunduğu adada sabit. Bu, kaplumbağalar hakkında dile getirilen olguya paralellik gösteriyor.” Fakat o hâlâ bunların önemsiz farklılıklar olduğunu varsayıyordu. Pasifik’i geçerlerken yol boyunca kaplumbağa yiyip durdu; aşçının, onların çok fazla şey anlatan kabuklarını denize fırlatmasına da seyirci kaldı.
Adrian Desmond
Kuşlar insanları tanımıyorlardı, herhangi bir yırtıcıyı da tanımıyorlardı ve “evcil” görünüyorlardı. Darwin bir şahine yaklaştı ve onu tüfeğinin namlusuyla dürtükledi. Burada nasıl avlanacaktı ki? Kıyım iğrenç derecede kolay olacaktı. Her biri 35 kilo çeken 18 tane dev kaplumbağa, taze et olarak güverteye taşındı. Alaycıkuşlar, Şili türlerine benziyorlardı; canlı, meraklı, hareketliydiler ve hızla kaçıyorlardı; kurutulması için bırakılmış etleri yuvalarına taşıyorlardı, ama şakımaları farklıydı. Çiçekler çirkindi, başka her şey gibi. Kuşların Güney Amerika’ya özgü bir yönü varsa, bu çiçeklerin de vardı.
Volkanlarla karşılaşmayı bekliyordu, hayal kırıklığına da uğramadı. Atıl koniler; genelde altmış tanesi birden, on beş metre yukarıya yükseliyor, buraya bir sanayi çöplüğü ya da “ Wolverhampton yakınlarındaki demir ocaklarının görünümünü veriyordu.” Antik bacaların bazıları bitkilerle kaplanmıştı; diğerleri çırılçıplak, saf, lav akıntılarıydı; katılaşmışlardı, üstlerinde yaşam gelişmemişti. Bütün bu ilkel manzarayı ortalıkta dolaşan kaplumbağalar tamamlıyordu; kaplumbağaların çevresi yaklaşık iki metreydi ve dikenli armutlar seviyorlardı. Darwin, Avrupa’da olduğu gibi burada da bir çökelti tabakasıyla karşılaşmayı bekliyordu. Ama hayır, burası yeni bir dünyaydı, yalnızca bu dünyanın toprak altındaki eriyik kökenlerini yansıtıyordu; o kadar yabancıydı ki Darwin “pekâlâ başka bir gezegende bulunuyor da olabilirdi.”
Bu tuhaflığı böcek sürülerinin bulunmaması tamamlıyordu. Darwin’in aklına gelen ilk şey, okyanusta çok açıklarda bulunan bu adaların, “göçmen koloniler almaktan etkin bir biçimde yalıtılmış olduğuydu.” Bunun sonucunda, kuşların çoğunluğu tohum yiyen ispinoz kuşlarıydı, bunlar alçak kesimlerde yetişen çalılıklara uyarlanmıştı ve demire benzer lavların içinden tohum çıkarmak gibi işlere uygun kısa gagalara sahip -şakrak kuşunun gagası gibi- kuşlardı.
Galapagoslar bir gulagtı, ayın 23’ünde Charles Adası’na geçtiklerinde, mürettebat Ekvador’dan sürülmüş 200 sürgünün kurduğu bir yerleşime ayak bastı. Burası İngiliz bir vali vekili tarafından yönetiliyordu. Ada sakinleri en iyi yeri seçmişlerdi. Burada, kıyının altı buçuk kilometre içerisinde, 330 metre yukarıda güneyden esen alizeler ortalığı serinletiyor, muz bahçeleri de “bahar zamanı Ingiltere’nin olduğu kadar yeşil” görünüyordu. Fakat bu yine de taze su kaynaklarından yoksun olmak, gelip geçen balina tekneleri dışında dış dünyadan uzak olmak gibi talihsizliklerin gölgelediği, riskli bir “Robinson Crusoe hayatıydı.” Başlıca et kaplumbağa etiydi, bunlar altı kişinin zor taşıdığı devasa sürüngenlerdi. Fakat artık o kadar da bol bulunmuyorlardı. Bir keresinde bir firkateynin mürettebatı 200 kaplumbağayı kıyıya kadar sürükleyebilmişti; ama artık bu kadar bile yakalanamıyordu. Kaplumbağa mevcudu hızla tükeniyordu; valinin hesaplarına göre, bir yirmi yıl daha dayanamayacaklardı.
Mahkûmlar her adanın kendine özgü bir kaplumbağası olduğuna, kaplumbağaların kısmen kabuklarının şekli itibarıyla farklılık gösterdiğine inanıyorlardı. Vali bile, kaplumbağalara bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebileceğiyle övünüyordu. Darwin’in bunu gösteren numuneler toplaması kolaydı: Charles Adası’nda bile her yer içi boş, sırtı çukur kaplumbağa kabuklarıyla doluydu; bunlar bir alçaklık örneği olarak, çiçek saksısı niyetine kullanılıyordu. Fakat Charles buna hiç dikkat etmedi ve hiç kaplumbağa toplamadı. Bu sürüngenlerin dışarıdan geldiğini düşünüyordu. Korsanların bu kaplumbağaları Hint Okyanusu’nda bulunan, anavatanları olan adalardan yiyecek kaynağı olarak getirdiği varsayımında bulunuyordu. Oysa tersine, buradaki alaycıkuşların Chatham’dakilerden farklı olduğunu fark etmişti. O andan itibaren de alaycıkuşlarını ayrı tutup onları adalara göre etiketledi.
Ayın 28’inde takımadaların en büyüğü olan Albermarle’a demir attılar. Darwin’i burada çok daha fazla kömürleşmiş uzun bacalarla kaplı bir manzara karşıladı. Lav konilerinden ıslıklar çıkararak buharlar tütüyordu. Darwin ıssızlığın iç kesimlerine doğru yürüyüşe çıktı, bir tatlı su kaynağı arıyordu. Bu “kıraç ve kısır” fundalıklarda devasa tırtıklı kertenkeleler, 7 kilo çeken kara iguanaları, çabuk ve hantal bir yürüyüşle yuvalarına doğru kaçıyorlardı. Sarı ve kırmızı iguanaların “çirkin” olduğunu, yalnızca tencereye yakışacağını düşünmüştü; bir gün “kırk tane birden toplandı” (bu benzersiz kertenkelelerle ilgili olarak FitzRoy’dan gelen en tatminkâr yorum, “Hiç de fena bir yemek değil,” olmuştu). Su artık tayına bağlanmıştı, Darwin kavurucu güneşin altında, yalnızca bir galon ya da ona yakın miktarda suyun bulunduğu çukurlar bulabiliyordu. Bu su çukurları bütün ispinozları çekiyor, böylece ispinozları karşılaştırmak kolaylaşıyordu, Fakat kavurucu sıcakta bu kuşlardan birini yakalama zahmetine girmedi. Birbirine benzemeyen alaycıkuşların tersine, ispinozlar her adada aynıydı.
Kuzeye, James Adası’na doğru yol aldılar. Burada Darwin’in ekibi Korsanlar Koyu’nda açıkta geceleyip eski korsanlar gibi kendi yağlarında kızarttıkları kaplumbağalarla beslendi. Darwin iki gününü alaycıkuş (bunlar da yine farklı görünüyordu) toplayıp vurmakla, yukarıya, kraterlerin eğreltiotu kaplı kenarlarına tırmanmakla geçirdi. Yamaçların yukarısında yağmur suyuyla dolu daimi havuzlara doğru, epeyce kullanılmış yollardan geçerek tırmanan bir metre uzunluğunda kaplumbağalar görülebiliyordu. Darwin bu kaplumbağalardan birine bindi; kaplumbağa sürücüsüne rağmen su içmeye devam etti. Maalesef, Darwin’in buradaki binek hayvanları Chatham’daki kaplumbağalar, yani bundan önce görmüş olduğu yegâne kaplumbağalar gibiydi; bu da onu kaplumbağalar arasındaki farklılığın aslında abartıldığına ikna etmeye yetti.
Bu lav çıkıntılarının üstünde, su çok aranılan bir şeydi. Darwin insanı terleten, susuzluktan kavuran günleri toplamakla geçirdi; sıcaklık genelde gölgede 34 derece oluyor, Danvin’in dili damağına yapışıyordu. Yakından geçen Amerikalı bir balina avı teknesi, ekibe üç varil su vermiş olmasaydı “büyük sıkıntı çekerlerdi.” Amerikalıların bu iyilikleri yolculuğun alışıldık yönlerinden biri haline gelmişti; Yankee’lerin “içten tavrı” İngilizlerin açık denizlerdeki çekingen tavrıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
Bütün adalarda ispinozlar, alçak kesimlerdeki çalılıklarda bol bulunuyordu, ama Darwin bunları birbirinden ayırmakta güçlük çekiyordu. Kuşların tüyleri hemen hemen birbirine benziyordu. Numunelerine bakılırsa “yaşlı erkek kuşlar” siyahtı, dişilerse kahverengi. FitzRoy, Covington ve diğerleri de kendi koleksiyonlarını yapıyorlardı, bazıları siyah dişiler de yakalamışlardı, bu da Darwin’in kafasını biraz daha karıştırmıştı. Kuşların alışkanlıkları da ayırt edilebilecek gibi değildi, çünkü “büyük düzensiz sürüler halinde, birlikte besleniyorlardı.” Burada geçirdikleri günlerin sonunda, ellerini havaya kaldırıp “açıklanamaz bir kargaşa”yla karşı karşıya olduğunu kabul etti.
Üç adada toplam altı tür ispinoz vurmuştu ve bu adaların ikisinden aldığı numuneler birbirine karışmıştı. Yine de çektiği zorluklar onda bu kuşların “çok ilginç” olduğu hissi uyandırmıştı. Son günlerinde ona tıpkı kaplumbağalar gibi, birçok ağacın da adalara göre farklılıklar gösterdiği, bir adadaki ağaçların diğerindekilere benzemediği anlatılmıştı. Fakat o sırada toplama faslı bitmiş bulunuyordu; numunelerini düzensiz bir biçimde etiketlemişti; adalara göre bir etiketleme çabasına girmeye de zahmet etmemişti. önemli değilmiş gibi görünmüştü. Alaycıkuşlar istisnaydı; dört adadan aldığı alaycıkuş numunelerini ayrı ayrı yerlere koymuştu.
Darwin ayrıca bir çalıkuşu, birkaç “Icterus” (bunlar sarıasma kuşu/ka-ratavuk familyasındandı) ve birkaç da güçlü gagalı “Koca Gagalar” yakalamıştı. Çiçek açmış her bitkiyi Henslow için toplamıştı, tıpkı alaycı-kuşlar gibi “floranın da Amerika’ya özgü olup olmadığını,” Lyell’in deyişiyle, “ayrı mı yoksa anakaradaki Yaratılış merkezine mi özgü olduğunu” merak ediyordu.
FitzRoy Chatham Adası’nda domuz, sebze ve otuz kaplumbağa daha istifledi; bunlar Pasifik’i geçme yolculuğunda onlara yetecekti. Darwin ile uşağı Covington ise birer bebek dev kaplumbağayla gemiye bindiler; ama bunları beslenmek için değil, beslemek için almışlardı.
Ayın 20’sinde, Galapagos’ta geçirdikleri beş haftanın ardından denize açıldılar, bunun için şükran doluydular. Darwin, tropikal adaların “insanlar ya da büyük hayvanlar için bu kadar yararsız olduğunu hayal etmekte zorlanıyordu.” Çok düşmanca bir havaları vardı, denizden çok kısa süre önce yükselmişlerdi. Kuşlar, sürüngenler, bitkiler ilginç görünüyordu, ama insanın gözlerini üstlerine mıhlayacak kadar da ilginç değillerdi.
Denize açıldıklarında, topladığı hayvan leşlerini, ya da en azından alaycıkuşları daha yakından incelemeye başladı. Chatham ve Albemarle’ın kuşları, birbirine benzer görünüyordu, ama diğer iki adadan aldıkları farklıydı. Dolayısıyla elinde iki ya da üç tür bulunuyordu. Beagle Tahiti’ye doğru yaklaşırken bu notu almıştı. “Her tür bulunduğu adada sabit. Bu, kaplumbağalar hakkında dile getirilen olguya paralellik gösteriyor.” Fakat o hâlâ bunların önemsiz farklılıklar olduğunu varsayıyordu. Pasifik’i geçerlerken yol boyunca kaplumbağa yiyip durdu; aşçının, onların çok fazla şey anlatan kabuklarını denize fırlatmasına da seyirci kaldı.
Adrian Desmond
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder