GAUGUİN (Akıl Çağı - Sartre)


"Bu Gauguin," dedi..
Üzerinde “Otoportre” yazılı bir etiket bulunan dört köşe bir tabloydu. Gauguin solgun ve dağınık görünüyordu, iri çenesiyle yüzünde rahat bir zekâ ve biraz çocuksu, kederli bir kendini beğenmişlik vardı. Ivich yanıt vermedi, Mathieu yan gözle ona baktı: Ancak ışığın yanıltıcı parlaklığıyla yaldızlarını kaybetmiş saçını görebildi. Geçen hafta, bu tabloyu ilk gördüğü zaman Mathieu çok güzel bulmuştu. Şimdi tablonun karşısında duygusuzdu. Zaten tabloyu görmüyordu: Mathieu gerçekle ağzına dek doluydu. Üçüncü Cumhuriyet ruhuyla sarmaş dolaştı; gerçek olan ne varsa hepsini görüyordu; hepsini, bu klasik ışığın aydınlattığı her şeyi, duvarları, duvarlardaki tabloları, tablolardaki kabuklaşmış renkleri. Yalnızca resimleri görmüyordu; resimler sönmüş, kapanmıştı ve bu aklı başında dünyada, çizecek ve boyayacak, tuvallerin üzerinde var olmayan şeyleri canlandıracak insanların yaşadığını düşünmek, korkunç bir şeydi.

Bir erkekle bir kadın salona girdi. Erkek potin düğmelerine benzer gözleri, yumuşak, beyaz saçları olan bembeyaz, iriyarı bir adamdı; kadın, daha çok bir ceylana benziyor, kırk yaşlarında görünüyordu. Girer girmez, evlerindeymiş gibi rahatlamışlardı: Böyle yerlere alışık olmalıydılar, onlardaki gençlik iddiasıyla bu seçilmiş ışık arasında inkâr edilmez bir yakınlık vardı: Bu çeşit gençlik, en kolay, bu sergilerin aydınlığında korunabiliyordu. Mathieu karşı duvarın ortasındaki büyük, küflü lekeyi gösterdi:

“Bu da Gauguin.”

Gauguin, fırtınalı bir göğün altında, beline kadar çıplak, delilerin sert ve aldatıcı gözleriyle, dimdik, bakıyordu. Yalnızlık ve gurur yüzünü kemirmişti, bedeni, içi su dolu, yumuşak ve etli bir tropik meyvesi olmuştu. Kendine saygısını ve onurunu yitirmişti. O insanoğluna özgü onur ki, Mathieu, ne işe yarayacağını pek de bilmeden korumuştu hep ve gururunu yitirmemişti. Gauguin'in arkasında karanlık birtakım varlıklar, simsiyah şekillerden bir karmaşa vardı. Bu çılgın ve korkunç bedeni ilk gördüğü gün Mathieu heyecanlanmıştı, ama o gün yalnızdı. Bugün yanında kin dolu bir küçücük insan vardı ve Mathieu kendinden utanıyordu. Utançtan da öte: Duvar dibinde bir kocaman çamur yığını.

Adamla kadın yaklaşmışlar, tablonun önünde iddialı bir dikkatle duruyorlardı. Ivich bir adım çekilmek zorunda kaldı, çünkü önünü kapamışlardı. Erkek biraz arkaya eğilerek tabloya hoşnutsuz bir ciddiyetle baktı. Buna yetkiliydi, rozeti vardı.

Başını sallayıp dilini hoşnutsuzluğunu belirtmek için damağında şaklatarak, “Bundan hiç hoşlanmadım,” dedi. “Kendini Hazreti İsa zannediyormuş galiba. Hele şu siyah meleğe bak, arkada, arkasında, yakışıksız, laubali...”

Kadın gülmeye başlamıştı; kuş cıvıltısı gibi bir sesle, “Tanrım,” dedi. “Gerçekten, o melek pek uyduruk bir şey!”

Adam ciddi bir tavırla, “Düşündüğü zaman Gauguin'i sevmiyorum,” dedi. “Gerçek Gauguin süsleyen Gauguin'dir.”

Gri flanelden iyi dikilmiş giysisi içinde dik ve kuru, o çıplak bedenin karşısında durmuş, Gauguin’e bebek gözleriyle bakıyordu. Mathieu tuhaf bir fıkırdama duyarak döndü: Ivich gülmekten katılmak üzereydi, dudaklarını ısırarak umutsuz gözlerle ona bakıyordu. Mathieu, bir sevinç fırtınası içinde, “Bana küsmemiş,” diye düşündü. Kolundan tutarak onu, iki büklüm, salonun ortasındaki deri koltuğa sürükledi. Ivich gülerek kendini koltuğa bıraktı: Saçları karmakarışık yüzündeydi. 
Yüksek sesle, “Müthiş, harika,” dedi. Ne diyordu; Gauguin'i düşündüğü zaman sevmiyorum” mu diyordu? Ya kadın! Aman Tanrım! O kadın o adama ne kadar yakışıyor ama...

Adamla kadın, tereddütle bakınarak duruyorlardı: Gözleriyle, hangi tarafa gideceklerini birbirlerine sorar gibiydiler.

Mathieu, usulca, ‘Yandaki salonda başka tablolar var,” dedi. Ivich gülmekten vazgeçmişti, keyifsiz bir sesle, “Yok,” dedi. “Kalabalık oldu şimdi...”
“Çıkalım isterseniz.”

“Evet, çıksak fena olmaz, bu tablolar başımı ağrıttı. Biraz dolaşıp hava almak istiyorum.”

Kalktı. Mathieu, sol duvardaki büyük tabloya üzgün gözlerle baktıktan sonra arkası sıra yürüdü, o tabloyu Ivich’e göstermek isterdi. İki kadın çıplak ayaklarıyla, yerde, pembe otlara basıyorlardı. Birinin başında bir kukuleta vardı, o büyücüydü. Öbürü kolunu peygamberlere özgü bir rahatlıkla, ileri uzatmıştı. İkisinde de cansızmışlar gibi bir görünüş vardı. Sanki tam maddeye geçiştikleri, canlıdan eşyaya doğru değiştikleri anda yakalanmışlardı.

...

Ivich, “Deli miydi acaba?” diye sordu.

"Gauguin mi? Sanmam. O tablo için mi soruyorsunuz bunu?” “Gözleri için. Sonra, o arkasındaki siyah şekiller vardı, kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı sanki.”

Sesinde gizli bir özleyişle:

“Güzel adammış,” diye ekledi.

Mathieu, şaşırmıştı.



“Bakın hele! Sahi mi? Bu benim hiç aklıma gelmemişti.” Ivich’in böyle ünlü, ama ölmüş insanlardan öyle bir söz edişi vardı ki Mathieu’yü şaşırtıyordu: Büyük ressamlarla eserleri arasında hiçbir bağ kurmuyordu; tablolar her zaman, her zaman var olmuşlardı onun gözünde, ve elde edilmesi özlenen, güzel, şehvetli şeylerdi. Ressam ise, insandı, herkese benzeyen, herhangi bir insan. “Güzel miydi, hoşa giden zarif bir insan mıydı, metresleri var mıydı,” diye düşünürdü. Bir gün Mathieu ona, Toulouse Lautrec’in tablolarını sevip sevmediğini sormuştu, Ivich, “Öff... Ne korkunç, ne berbat şey!” diye yanıt vermişti. “Öyle çirkin adam ki.”

Mathieu gururunun kırıldığını hissetmişti.

Ivich, ısrarla, “Evet, güzel adammış,” dedi.

Mathieu omuz silkti. Ivich, Sorbonne’un kişiliksiz kız gibi kırıtkan oğlanlarını gözleriyle yiyebilirdi, hem de keyfince, istediği kadar... Hatta bu, Mathieu’nün hoşuna bile gidiyordu; onun, iki rahibeyle birlikte yürüyen küçük bir oğlana, bir öksüzler yurdu öğrencisine uzun uzun baktıktan sonra, “Galiba ben sapıklaşıyorum,” dediği gün, onu bu haliyle ne kadar canayakın bulmuştu. Kadınları da, onları da güzel bulabilirdi. Ama Gauguin’i değil! Hayır, bu güzel tablolar yapmış, olgun adamı değil.

“Ben,” dedi. “Ben onda... Ben onu sevimli bulmuyorum.” Ivich alayla dudak büktü ve sustu.

Mathieu, aceleyle, “Ne var, Ivich?” diye sordu. “Onu sevimli bulmadığım için bana kızdınız mı?”

“Hayır, ama niye böyle söylediğinizi anlayamadım.”

“İşte öyle. Bana öyle geldi de ondan: O kadar kendini beğenmiş ki, gözleri balık gözü gibi bakıyor.”

Ivich saçıyla oynamaya başlamıştı, yüzünde yavan bir inat vardı. Renksiz bir sesle, “Soylu bir duruşu var,” dedi.

Mathieu, aynı renksiz sesle, “Yani, azametli, kurumlu, demek istiyorsunuz,” dedi.

Ivich sessizce güldü, “Tabii, tabii...”

“Neden tabii diyorsunuz?”

“Çünkü sizin buna ‘kurum, azamet’ diyeceğinizi biliyordum da ondan.”
Mathieu yumuşak bir sesle, “Ama kötü niyetle söylemedim,” dedi. “Ben insanların gururlu olmasını severim.”

Uzunca bir sessizlik oldu. Sonra Ivich, budala bir sertlikle, kabaca, “Fransızlar soyluluktan hoşlanmazlar,” dedi.

Ivich öfkelendiği zaman ve her seferinde aynı kaba, budalaca sertlikle Fransızların karakterinden, huyundan söz ederdi. Bön bir tavırla, “Ama hakları da var,” diye ekledi. “Dıştan bakılınca soyluluk, pek abartılı görünüyor herhalde...”

Mathieu yamt vermedi: Ivich’in babası soyluydu, eğer 1917 Devrimi olmasaydı Ivich Moskova’da, soylu aile kızlarının gittiği bir koleje gidecek, sonra saraya takdim edilecek ve dar alınlı, ölü mavi gözlü, yakışıklı bir muhafız subayıyla evlenecekti. Monsieur Serguine şimdi Laon’da bir kereste fabrikasının sahibiydi. Ivich Paris’teydi; Paris’te, soyluluktan nefret eden bir yoksul halk çocuğuyla dolaşıyordu.

Ivich, birden, “Başını alıp gitmişti, değil mi?” diye sordu. Mathieu, telaşla yanıt verdi:

“Evet, anlatmamı ister misiniz?”

“Biliyorum galiba: Evliymiş, çocukları varmış, falan filan, değil mi?”

“Evet, bir bankada çalışıyormuş. Pazar sabahları, elinde bir şövaleyle bir kutu boya, kırlara gidermiş. Şu ‘pazar ressamı’ dedikleri tiplerden...”

“Pazar ressamı mı?”

“Evet, başta öyleymiş, yani pazar günleri balığa çıkacak yerde resim yapan bir amatör. Bir çeşit açık hava sporu, anlıyorsunuz ya? Çünkü bu resimler daima kırlarda, açık havada yapılır.”

Ivich güldü, ama bu Mathieu’nün beklediği gülüş değildi. Mathieu, “Onun işe, pazar günleri resim yaparak başlamış olması size gülünç mü geliyor?” diye sordu.

“Onu düşünmüyordum.”

“Ne düşünüyordunuz?”

“Pazar ressamları gibi, ‘pazar şairleri’ de var mıdır?’ diye soruyordum kendi kendime.”

Pazar şairleri: Her hafta sonu bir hikâye ya da üç-beş şiir yazarak yaşamlarına biraz ideal katmak isteyen küçük burjuvalar... Tıpkı açık hava sporu yapar gibi! Mathieu ürperdi. Neşeli görünmeye çalışarak, “Benim de o ‘pazar şairleri’nden biri olduğumu mu söylemek istiyorsunuz?” diye sordu. “Eh, görüyorsunuz ki insan bu yolla pekâlâ ünlü olabiliyor. Kim bilir, bir de bakarsınız ben de Taihiti’ye gitmişim. Olmaz mı?”

“Hiç sanmam.”

“Neden? Neden olmasın? Belki Tahiti’ye gidemem, ama New York’a gidebilirim.
Amerika’ya gitmeyi isterim.”

Ivich sinirli parmaklarla saçlarını çekiştiriyordu.

“Evet,” dedi. “Davetli olarak... Başka öğretmenlerle birlikte.” Mathieu yanıt vermedi, bakıyordu. Ivich devam etti:

“Belki yanılıyorum... Ama sizi, bir üniversitede, Amerikalı öğrencilerin karşısında konferans verirken gözümün önüne getirebiliyorum da, bir gemi güvertesinde, göçmenlerle birlikte, hayır!.. Bu belki de Fransız oluşunuzdan.”

Mathieu kızararak, “Benim ancak lüks kamaralarda yolculuk edebileceğimi mi sanıyorsunuz?” diye sordu.

Ivich, kısaca, “Hayır,” dedi, “ikinci mevkide.”

Mathieu yutkunmakta güçlük çekiyordu. “Ben de seni görmek isterdim,” diye düşündü, “bir geminin güvertesinde, göçmenlerle haşır neşir, ölürdün, herhalde.”

“Neyse,” dedi, “şöyle ya da böyle, benim bir yere gidemeyeceğimi sanmanızı yadırgadım. Yanılıyorsunuz Ivich, başımı alıp gitmek istediğim günler çok olmuştur. Ama şimdi artık geçti. Çünkü bu kaçışın çok budalaca bir şey olduğunu anladım. Bu hikâye, hele kırk yaşına kadar bir koltukta ekmek elden, su gölden rahat rahat oturmuş bir Gauguin konusu olunca, daha da saçma geliyor insana.”

Ivich alaylı bir kahkahayla güldü. Mathieu, “Doğru değil mi?” diye sordu.

“Siz söylediğinize göre... Doğrudur! Zaten onun tablodaki yüzünü görmek yetiyor.”

“Yani?”

“Yani; dünyada onun gibi ‘ekmek elden, su gölden’ geçinip gitmiş pek çok insan bulunmasa gerek! Onun her şeyden vazgeçmiş, her şeyi yitirmiş... Ve her şeyi göze almış bir hali var.”

Mathieu iri çeneli, kocaman bir yüz görür gibi oldu. Gauguin insanoğluna özgü onurunu yitirmişti, yitirmeyi göze almıştı.

“Anlıyorum,” dedi. “Dipteki büyük tabloyu söylüyorsunuz. O sırada çok hastaymış.”
Ivich, dudak bükerek, “Küçük tablodan bahsediyorum,” dedi. “Orada Gauguin henüz genç: Genç ve her şeyi yapabilecek bir insan olduğu besbelli...”

Gözleri boşluğa dalmıştı, Mathieu ikinci kezdir içinin kıskançlıkla burkulduğunu duydu.

“Evet, gerçekten, bunu söylemek istiyorsanız,” dedi, “ben her şeyi göze alabilecek bir adam değilim.”

“Yo, hayır!”

“Hem, bunun niçin özlenir bir nitelik olduğunu da anlayamıyorum,” dedi, “ya da ne demek istediğinizi iyi anlamadım.” “Neyse, bırakalım şimdi bu lafları.”

“Tabii, gene her zamanki gibi, değil mi? Her zaman böyle: Üstü kapalı sözlerle beni iğneliyorsunuz, sonra anlatın diye rica ettiğim zaman, şimdi kalsın, deyip işin içinden çıkıyorsunuz. Bu size kolay geliyor...”

Ivich ilgisiz bir tavırla, “Ben kimseyi iğnelemiyorum,” dedi. Mathieu birden durdu ve ona baktı. Ivich de istemeyerek durdu, ağırlığını bir ayağından öbürüne vermiş bekliyor, bakışlarını Mathieu’den kaçırıyordu.

“Şimdi, ne demek istediğinizi anlatın bana.”

Ivich, hayretle, “Nasıl, ne demek istediğimi?..” diye sordu. “Şu ‘her şeyi göze almış adam’ sözüyle neyi kastettiğinizi öğrenmek istiyorum.”

“Gene mi o laf? Bitmedi mi?”

Mathieu, “Aptalca bir şey belki, ama,” dedi, “ne demek istediğinizi merak ettim.”
Ivich saçlarının uçlarıyla oynamaya başlamıştı bile... Bu, insanın sinirine dokunuyordu.

“Hiçbir şey demek istemedim ki, öyle, aklıma geldi, söyledim.” Durakladı, zihninde bir şeyler, arıyor gibiydi. Bir ara ağzını açtı, Mathieu konuşacağını sanarak bekledi, ama Ivich yalnızca,

“İnsanlar şöyle olmuş, böyle olmuş, bana ne,” dedi. “Umurumda bile değil.”

Parmağına bir demet saç dolamış, koparacakmış gibi çekiyordu. Birden, ayaklarının ucuna bakarak anlattı:

“Siz yerinize yerleşmişsiniz ve dünyayı bağışlasalar, kıpırdamayı göze almazsınız.”

“Demek buydu,” dedi. “İyi, ama nereden biliyorsunuz?” “Bilmiyorum, hissediyorum: İnsan size bakınca, tamamlanmış bir yaşamınız ve her şey hakkında peşin yargılarınız olduğunu hissediyor. Bir yerde durup emriniz altında bulunan şeylere elinizi uzatıyorsunuz, olup bitiyor; ama o şeyleri almak için siz yerinizden kıpırdamıyorsunuz.”

Mathieu, tekrar, “Ne biliyorsunuz?” diye itiraz etti. Söyleyecek başka söz bulamıyordu, çünkü Ivich’in haklı olduğunu biliyordu. Ivich, bıkkınlıkla, “Öyle sanıyordum,” dedi. “Bir şeyleri tehlikeye atmak istemediğinizi, istemeyecek kadar akıllı olduğunuzu sanıyordum.” Yalancı bir ilgiyle, “Ama madem öyle olmadığınızı söylüyorsunuz,” diye devam etti. “O halde...”

Mathieu bir an Marcelle’i düşündü, utançla, “Hayır,” dedi, “öyleyim, haklısınız, sizin sandığınız gibiyim.”

Ivich, bir zafer sevinciyle, “Ya,” dedi.

“Bunun... Bunun çok aşağılık bir tavır olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

Ivich, hoş görürcesine, “Aksine,” dedi, “böylesi daha bile iyi bence. Gauguin'le yaşam taşınılmaz bir yük olurdu.” Sonra, sesinde en ufak bir alay ifadesi olmaksızın, “Sizinle insan kendini güvende hissediyor,” diye devam etti.

“Beklenmedik, akla gelmedik bir şeyler olmasına imkân yok.”

Mathieu, kuru bir sesle, “Gerçekten...” dedi. “Aklıma eseni yapamadığımı söylemek istiyorsanız, haklısınız. Oysa ben de başkaları gibi delilik yapabilirim, ama bunu saçma bulduğum için...”

Ivich, “Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Yaptıklarınız her zaman o kadar düzenli, o kadar akla yakın ki...”

Mathieu yüzünün gerildiğini hissetti, “Bunu neyi düşünerek söylediniz, Ivich?”

Ivich, “Hiç,” dedi, “belli bir şeyi düşünmedim.”

“Herhalde bir şey düşünmüşsünüzdür.”

Ona bakmadan, mırıldandı:

“Her hafta, elinizde bir ‘Semaine â Paris’ ile gelirdiniz, bir program yapardınız...”

Mathieu, küskün, “Ivich,” dedi. “Ama ben bunları sizin için yapıyordum.”

Ivich incelikle, “Biliyorum,” dedi. “Onun için de size teşekkür borçluyum.”

Mathieu üzülmekten çok şaşırmıştı.

“Anlayamadım, Ivich. Konser dinlemeyi ya da güzel tabloları görebilmeyi istemiyor muydunuz?”

“İstiyordum tabii.”

“Bunu nasıl da baştan savma söylüyorsunuz.”

“Hepsini çok severim...” Sonra ani bir öfkeyle devam etti: “Ama sevdiğim şeyleri bir görev gibi önüme sürmelerinden nefret ederim!” Mathieu kekeledi:

“Ya... Demek... Demek bunun için...”

Ivich başını kaldırmış, saçlarım arkaya savurmuştu, geniş, solgun yüzü ortaya çıkmıştı şimdi, gözleri ateş gibiydi. Mathieu birden gerçekle yüz yüze gelmişti: Ivich’in ince, gevşek dudaklarına bakıyor, onları nasıl olup da öptüğünü anlayamıyordu.

Kırılmış bir sesle, “Bana söylemeliydiniz,” dedi. “Sizi zorlamazdım.”

Ivich’i konserlere, sergilere sürüklemiş, ona dinlediklerini, gördüklerini anlatmaya çalışmış ve bu sırada Ivich ondan nefret etmişti.

Ivich, onu işitmemişti bile.

“Tablolardan bana ne,” dedi. “Onlar benim değil ki, benim olmasına da imkân yok. Her seferinde, hırstan kuduruyordum, almak, kaçırıp götürmek isteğiyle kıvranıyordum. Ama elimi bile süremiyordum. Siz ise yanımda, sessiz ve saygılı, seyrederdiniz, kilisede dua dinler gibi...”

Sustular. Ivich haşin yüzüyle düşünüyordu. Mathieu’nün birden boğazı kurudu.

“Ivich, bu sabah olanlar için özür dilerim,” dedi.

Ivich, “Bu sabah olanlar mı,” dedi. “Unuttum bile. Gauguin'i düşünüyordum.”
“Bir daha olmayacak,” dedi Mathieu, “hatta bu sabah, nasıl olduğunu ben de anlayamadım.”

Vicdanını rahatlatmak için konuşuyordu: Yoksa partiyi kaybettiğini biliyordu. Ivich yanıt vermedi, Mathieu kendini zorlayarak devam etti:

“Sonra müzeler ve konserler... Çok pişmanım şimdi. İnsan biriyle anlaştığını sanıyor, bir de bakıyor ki... Siz de hiçbir şey söylemiyordunuz.”

Her cümlede artık susacağını sanıyordu. Ama hemen ardından bir başkası geliyor, dudaklarını zorluyordu. Tiksintiyle, isteksiz ve için için ürpererek konuşuyordu. Devam etti:

“Değişmeye çalışacağım.”

“Aşağılık, ikiyüzlü herifin biriyim,” diye düşündü. Çaresiz bir öfkeyle yanaklarının gerildiğini hissetti. Ivich başını salladı.

“İnsan değişemez,” dedi. Aklı başında, anlayışlı bir tavırla konuşuyordu ve Mathieu ondan açıkça nefret ediyordu. Konuşmadan, yan yana, kör edici aydınlıkta yürüyorlar ve birbirlerinden nefret ediyorlardı. Mathieu kendini Ivich’in gözleriyle görüyor ve kendinden de nefret ediyordu. Ivich elleriyle şakaklarını bastırarak, “Daha çok var mı?” diye sordu.

“On beş dakikalık yolumuz kaldı. Yoruldunuz mu?”

“Evet! Özür dilerim, tablolar yordu beni. “Ayağını yere vurarak, öfkeyle, “İşte,” dedi; “şimdiden hepsini unuttum, hepsi karmakarışık oldu zihnimde. Her seferinde aynı şey oluyor.”

“Dönmek mi istiyorsunuz?”

“Dönsem daha iyi olacak.”

Mathieu bir taksi çağırdı. Şimdi yalnız kalabilmek için acele ediyordu.

Ivich, ona bakmadan, “Hoşçakalın,” dedi.

Mathieu, “Ya Sumatra?” diye düşündü. “Gitmem gerek mi acaba?”

Ama Ivich’le akşam tekrar birlikte olmayı canı çekmiyordu.

“Güle güle!”

Taksi uzaklaştı ve birkaç saniye Mathieu kederle ardından baktı. Sonra beyninde bir kapı kapandı, kilitlendi ve Marcelle’i düşünmeye başladı.

Akıl Çağı
sf. 72 - 82

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder