Erginlik çağında Rimbaud kime benziyordu acaba? Otuz yaşındaki serüvenci, yazdığı şeylerden, dolayısiyle de kendi kişiliğinden, kendisi olduğunu sandığı kişiden nefret ediyordu. Bizi büyüleyen delikanlı, olgunluk çağına gelince, eski Rimbaud’dan iğrendi; bizler çocukluğumuza sevgiyle eğildiğimiz halde, o, çocukluğuna bakmak bile istemiyordu. Charleville’den, annesi Rımb’den, annesinin güçlü bileğinden kaçan düşçü Parmak Çocuk’u geçmiş günler duygulandırmıyordu ; çocuk ayaklarının kanadığı yolları ansımıyordu.
iste böyle, bir zaman gelir, şiirin yalnızlığını yaşıyan, onu ta içinde duyan, sözcüklerle bu yalnızlığı dile getiren kişi, sonra küçümser onu, yadsır. Ondan kaçmıştır, onu fırlatıp atmıştır çünkü; geriye sadece bir biçim olarak kalan, bir böcek düşüncesi olarak kalan saydam koza kurtları, yazılı sayfalarda bizler buluruz şairin yalnızlığını. Olgunluk çağındaki Rimbaud, on sekiz yaşındaki varlığını kuran şeyleri bile ansımıyordu artık. Bizden de çok, onu seven bizlerden de çok daha yabancıydı o eski varlığına. Daha ileri gideyim: belki de iğrenç, kirli imgesinden hayatı boyunca kaçmak istemişti, içinde, bakışları altında tuttuğu, bizim ona verdiğimiz o melek yüz değil de; bitlerle kemirilmiş sert, kaba bir baş, pirelerle dolu koltuk altları, gün ağarır ağarmaz onu pençeliyen pelinli içkiyle çürümüş bir ağızdı. Kaç kez yolumuz üstünde rastladık bu Rimbaud’ya da, öbür kaldırıma geçtik! Gerçek Rimbaud mu? Campagne-Premire caddesinde onunla birlikte oturmuş olan yaşlı Forain : «iri bir köpek diye tanımlıyor onu bize.
Asıl bizim Rimbaud'muz, kendisi değil, biziz; işte gerçek Rimbaud, düşünüp gerçekleştiremediğimiz başıboş kişidir, doğduğumuz, yaşadığımız, öldüğümüz burjuva odasından hiçbir zaman kaçamıyacak olan bizleriz : Rimbaud efsanesi budur. -
jim dine 1973, rimbaud
Adım kolejde kötü düşünceli bir Öğrenciye çıkmaktı, yinede çocukların en en söz dinliyeni en uslusu diye tanınan bendim. Charleville’in haylaz çocuğunu, keşfeder etmez, onu yalnızlık içinde yaşıyan bir kardeş, yalnızlığını korkunç değinmelerden tıpkı benim gibi koruyamıyan bir kardeş olarak bilmem pek gariptir. O zamanlar, Barris'in, on sekiz yaşımın hayat kurallarından biri olan bir formülünü uygulamaya çalışıyordum : «Başkalarının karşısına düz bir yüzeyle çıkmak, başka yerde olmak. Ama o söz dinlemez kürek suçlusunun üstünde, bu küçük, kuru cümlenin, «Cehennemde Bir Mevsim»in ölmez sayfası yanında ne değeri vardı ki?.. Bu ölmez yapıttan bir şiiri ayırmak, kitabın kutsallığını bozmak olur, ama şiirlerin hepsini de anmak, elimden gelmez.
Yalnızlığın delikanlıda, kendi bilincine erdiği, boy verip geliştiği ânda, acının doruğunda kendisini dokunulmaz kılan her şeyle güçlendiği ânda, işte o ânda şiir doğar. Şiir bu gel - git'lerle oluşur : insan kendi iç çölünden kurtulmaya çalışır, bir çığlık atar, dehâ sahibiyse, kendi toprak olduktan çok sonra bile, yüzyıllar boyunca çığlığı yankılanmakta sürer gider. Ama denizin, yükseldikten sonra bir de geri çekilmesi vardır: bütün yüzlerin incittiği, bütün gülmelerin, Barres’in gençken sözünü ettiği yayık, yaralayıcı gülmelerin kırdığı o alıngan yaratık kendi içine kapanır.
Delikanlıda ruhsal bir durum olan bu yalnızlık, ruhun ta kendisidir; Rimbaud hayatını bu ruhla sıkı sıkıya bağdaştırdı, insan topluluğunun gerisine çekildi. Bizler bu oyunu insanların yoğun kalabalığı içinde oynamak zorundayızdır — başka binbir yalnızlıklarla sarılı yalnızlık; o ise, çöle gitti, hem de nasıl bir çöle! Cehennemdeki mevsim, Harrar’daki hayat oldu, öbür dünyada, bu dünyadakinden daha kıyıcı bir hayat yaşıyamıyacağını son mektuplarından birinde belirtmişti. insanların çoğu, kurtulmak için, ana göğsünü yeni baştan bulmıya çabalar: bir ailenin kozası, yalnızlığın çevresinde örülür.
Hıristiyanlar, uğultulu kalabalığın teptiği dar yoldan gidiyorlar. Yalnız onlar birini bulmak, ona sahibolmak amaciyle talihlerini deniyorlar. Ey inanç erleri! Ey yollar arasında doğru yol! öbürleri, örneğin Sartre’ın geçenlerde bize sözünü ettiği Paul Nizan, hepsi de başlarını duvarlara çarpıyorlar, bütün çıkar yolları arıyorlar...
«Arkalarında tanık olarak bir yapıt bırakanlara ne mutlu!» mu, yoksa «Başkaları ne yana çekerse çeksin!» mi demeli? Ama şair sonsuzla birörnek yalnızlıktan hiçbir zaman kurtulamıyacaktır. Belki de... Ama yaşamayı sürdürmek, bir ikinci unutuluşa, bir ikinci ölüme kendini adamak demektir. Aynı zamanda kâtiplerin, varolan ve yaşayıp giden yapıtların, yaratıcıların hayatta olmadığı için alabildiğine yorumlamalarına da katlanmak gerek, ölülerde ne denli silâhsızdırlar! Şu işe bak! «Hayır, ben bu adam değildim; çizdiğiniz bu karikatüre benzemiyordum...» diyemiyeceğim, kargı koymak için dünyada olmıyacağım.
Ama ne diye tasalanacakmışım? Bulunduğum yerde, benim zavallı varlığım hakkında düşündükleri benim için bir önem taşmayacak ki. Bütün pisliklerinden arınmış bir Verlaine’den, bir Rİmbaud’dan sonsuza değin kalacak olan şey; hayranlık verici, kaskatı bir çamurda onların bıraktıkları ayak izlerinin, İkili izlerinin çevresinde, topraktaki uğultuyu işitmiyecek ki.
Francois Mauriac
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder