Dürer'in Düşü

Pentecote gecesinin çarşambayı perşembeye bağlayan (7-8 Haziran 1525) gecesinde, düşümde, taslaktaki manzarayı gördüm: Gökten inen sayısız hortum... İlk hortum dört fersah öteye indi: Çıkardığı sarsıntı ve gümbürtü korkunçtu, bütün bölge sular altında kaldı. Korkumdan uyanmışım. Ardından, şiddet ve miktarlarıyla dehşet saçan başka hortumlar inmeye başladı, kimi daha yakına, kimi daha uzağa. Hortumların hepsi de ağır ağır iner gibiydi, öylesine yüksekten geliyorlardı. Fakat ilk hortum yere yaklaştığında, inişi birden o kadar hızlandı ve bu inişi öylesine şiddetli bir gümbürtü, öylesine şiddetli bir kasırga izledi ki, bütün vücudumla titreyerek uyandım ve epey uzunca bir süre kendime gelemedim. Sonra, yataktan kalkınca, yukarıda görülen resmi yaptım. Tanrı ne yaparsa iyi yapar.


DÜRER’İN BİR DÜŞÜ ÜZERİNE

M. Yourcenar


Geçmişten elimizde kalan pek az gerçek düş var; düşü gören kişinin uyanır uyanmaz kaydettiği düşler kastettiğim. Leonardo’nun defterlerine yazdığı o eşsiz düşler, büyük ölçüde, üstadın desen ve resimlerine benzer; ama bunlar gerçek anlamda birer düşten çok, uyanıklık durumunda ya da uyur uyanık bir halde sürdürülmüş birer düş deneyimi oldukları izlenimini bırakırlar insanda. Gerek Dante’nin Yeni Hayat’takı dokunaklı düşleri, gerek Jerome Cardan’ın ünlü alegorik düşleri, Ortaçağ’dan Rönesans’a çok sayıda şairle ressamın dostluk kurduğu, fakat çağdaş insanın pek yanaşamadığı, yanaşsa bile, hazırlıksız ve rehbersiz olduğundan yolunu şaşırdığı, düş, hayal ve visio intettectualis arasındaki o kaypak alanda yer alır.

Oysa elimizde bir XVI. yüzyıl adamının gördüğü düşün —ki sadece bir düş bu, başka bir şey değil— olağanüstü metni var, üstelik metnin yanına tanıklık kabilinden bir de taslak eklenmiş. Dürer’in güncesinde rastlıyoruz metne. İşte sanatçının uyandıktan az sonra aktardığı düşün dökümü:




Pentecote gecesinin çarşambayı perşembeye bağlayan (7-8 Haziran 1525) gecesinde, düşümde, taslaktaki manzarayı gördüm: Gökten inen sayısız hortum... İlk hortum dört fersah öteye indi: Çıkardığı sarsıntı ve gümbürtü korkunçtu, bütün bölge sular altında kaldı. Korkumdan uyanmışım. Ardından, şiddet ve miktarlarıyla dehşet saçan başka hortumlar inmeye başladı, kimi daha yakına, kimi daha uzağa. Hortumların hepsi de ağır ağır iner gibiydi, öylesine yüksekten geliyorlardı. Fakat ilk hortum yere yaklaştığında, inişi birden o kadar hızlandı ve bu inişi öylesine şiddetli bir gümbürtü, öylesine şiddetli bir kasırga izledi ki, bütün vücudumla titreyerek uyandım ve epey uzunca bir süre kendime gelemedim. Sonra, yataktan kalkınca, yukarıda görülen resmi yaptım. Tanrı ne yaparsa iyi yapar.

Düşün simgelerden tamamen arınmış olması ilgi çekmiş. Bir Alman eleştirmeni, düşü, Reform hareketinden kaynaklanan karışıklığın Dürer üzerindeki etkisi olarak niteliyor. Tabii bu onun kendi düşüncesi. Bir ruhçözümcü, suyun, ünlü ressamda saplantı haline geldiğini ileri sürerdi herhalde; ama bunu da kanıtlamak lazım. Su, Dürer’in resimleriyle gravürlerinde fazla yer tutmaz; suyun görünümüyse hiçbir şekilde korkunç değildir. Bunu söylerken, karşısında içimiz özlemle dolan, üstüne Innsbruck surlarının aksi vuran Inn nehrini, Trente surlarını yalayan sakin Garde gölünü, ağaçlarla çevrili o düzlükteki, ötekilerden daha koyu, ürkünç denecek kadar tekbaşına, fakat sükûneti en az ötekilerinki kadar bozulmamış o gölcüğü düşünüyoruz. Taşkın resimlerine yapıtında hemen hemen hiç rastlanmaması bir yana, düşte görülen bu taşkın, insan korkusuyla çaresizliğinin ön plana çıktığı Kutsal Kitap tufanlarına da benzemiyor. Söz konusu tarihten on beş yıl kadar önce yaptığı Kıyamet gravüründeki yağmursa, içinde koyun kafalı bir ejderha seçilen bir bulutun saçtığı iri yağmur damlalarından ibaret; üstelik önemsiz bir ayrıntı bu. Zaten şaşırtıcı nokta burada; dört bir yana saçılan yıldızlara, alevlere, dumanlara rağmen, Dürer’de ve Dürer’den önce Saint Jean’da Mucizeler Kitabı imgelerinin, kozmik açıdan, büyük ölçüde kısıtlı oluşu, bu imgelerin yalnızca insan dramını yansıtıyor olmaları.

Ne var ki bu düş taslağında kâhin, bir realist, seyircisi olduğu manzaraysa kozmik bir dram haline gelmiş, Dürer’in isabeti, bir fizikçinin-kinden farksız. İlk hortumun sarsıntısının hemen ardından, Dürer, hortumun yere çarpma noktasından ne kadar uzakta olduğunu ölçmeye, öbür hortumları bu ilk hortuma göre değerlendirmeye çalışıyor. Belirgin yavaşlığın ardından başdöndürücü hızı, çok yükseklerden boşalan yağmuru hesaba katıyor. Bildiklerim doğruysa, düşlerde oldukça ender rastlanan bir şey, suyun sarsıntısını duyuyor, gümbürtüsünü işitiyor. Garip bir ayrıntı daha var, o da Dürer’in ilk sarsıntıyla uyandığını anlatırken, bu uyanışın, gördüğü düşün bir parçası olup olmadığı, sonradan uyuyup uyumadığı, yeniden aynı afeti görüp görmediği noktasında bizi şüphede bırakması. Ama her iki durumda da sonuç aynı: Herhangi bir insan kavramına değinilmeksizin algılanmış, sırça bir küreye —insan gözünün tanık olmadığı bir anda— yansımış doğal bir afet bu. Uyuyan kişiyi saran korku, kuşkusuz insani bir tepki, ne var ki aynı tepkiyi pekâlâ bir hayvan da gösterebilirdi; ayrıca bu fiziksel şaşkınlık, sarsılan yerin şaşkınlığından neredeyse farksız.


Düşü yansıtan taslağı inceleyelim şimdi: Siyahlı gri bir bulut kümesini andıran dev hortum, günümüz insanına ister istemez mantar biçiminde bir atom bombasını hatırlatıyor. Manzara, gökten dikine boşalan suların altında ezilmiş gibi. Boşalan yağmurla toprak, çamur gibi bir kahverengi ve kirli bir mavi halinde iç-içe geçmişler. Bu yeri dünyanın belli bir yerine benzetmek ille de gerekseydi, bu felaket atmosferinde belli belirsiz seçilen, fakat insan eliyle dikilmiş hatta budanmış izlenimini veren şu tek tük ağaca bakarak, burasının Dürer’in pek çok kere geçmiş olduğu Lombardiya ovası olduğunu öne sürebilirdik. Uzakta, aradaki mesafenin küçülttüğü tek tük kahverengimsi yapı, tekrardan çamura dönüşmeye hazırlanırcasına, bir körfezin kıyısına doğru kayar gibi. Birazdan yerle bir olacak şey pek o kadar güzel değil.

Tekrar ediyorum, sonradan eklenmiş dinsel simgeler, Tanrı gazabını simgeleyen intikam melekleri ve —hortumların ürkütücü inişleri yanında anlamını yitiren— «yeryüzüne yönelen güçlerse ilişkin simyasal işaretler yok bu taslakta. Galeyana gelmiş kâinat karşısında, insanın hem her şey hem de âciz olduğuna ilişkin (Michelangelo’da görüldüğü gibi trajik, Poussin’de görüleceği gibi hüzünlü) hümanist düşünceler de yok. Tabii en yetkin hümanizma kavramının, burada olduğu gibi, değerlendirme eyleminin, düşte, üstelik ontolojik bir sıkıntı içinde bile sürdürülmesine dayandığı göz ardı edilirse.

Metin, düş dünyasından gerçek dünyaya dönen kişinin seçtiği sofuca bir formülle bitiyor. Bu formül, Dürer’in hıristiyan olduğunu ve bir yandan Ortaçağ sofuluğunun mirasçısı, emsalsiz sözcüsü, öte yandan, hayatının sonuna doğru Reform’u karşılayan bir burjuva olarak, deyiş yerindeyse, «iki kere» hıristiyan olduğunu hatırlatıyor. Formül iki biçimde yorumlanabilir: Ya, Tanrı rızası üzerine kurulmuş bir iyimserliğin —az çok içtenlikle söylenmiş, gelişigüzel haç çıkarmak kadar inandırıcılıktan yoksun— dile getirilişi, kurulmuş gibi eklenen bir formül biçiminde, ya da tam tersine, doğanın düzenine kararlı bir boyun eğiş biçiminde. Öyle bir boyun eğiş ki, gerçekten sofu bütün düşünürlerin (kâinatın isteklerini kabullenen Marcus Aurelius’un, boşlukla anlaşan Lao Çe’nin, gökle anlaşan Konfüçyüs’ün) başlıca ayırt edici özelliği olmuş. Ama yukardaki, şu «tam tersine» fazla. Çıkar gütmeyen inançla, her türlü kişisellikten arınmış katılımın, insan doğasının derinliklerinde bir yerde, zıtlaşmadan buluştuklarını sanıyoruz. Şu haliyle, bu hıristiyan mantra’sı, Dürer’in korkunç düşünden su yüzeyine hiç yara almadan çıkmasını sağlamış olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder