Theophile Gautier (1811 – 1872)'in
Baudelaire üzerine bir yazısı:
Romantizmin sınır boyunda, tuhaf parıltılarla aydınlanmış acaip bir bölgede, 1848'den az sonra, ortaya çıkışı şiir kitaplarının doğuşunda çok zaman rastlanmayan bir gürültüye sebep olan bir şiir kitabının Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri'nin) yaratıcısı garip bir şair, Charles Baudelaire çıkıyor karşımıza. Gerçekten, şiir demetlerini genellikle meydana getiren çiçeklere benzemeyen Les Fleurs du Mal başka çiçeklerdir. Bu çiçeklerin madenî renkleri, karaya ya da maviye çalan yeşil yaprakları, tuhaf biçimde yivli kasecikleri olan bu egzotik çiçeklerde tehlikesizce koklanmayan, baş döndürücü kokular var. Hindistan'dan yahut Cava’dan getirilmiş hissini veren bu çiçekler, bozulup çürümüş medeniyetlerin kara toprağında yetişmiştir; şair, güllerden, zambaklardan, yaseminlerden, menekşelerden, unutmabenilerden yapılmış saman sarısı, inci kurşunisi örtülerine bürünmüş, bu kötülükten uzak çiçekler demetine ötekilerini yeğliyor ve böyle çiçekler yetiştirmekten zevk alıyor. Açıkça söylemek gerek, Baudelaire’de çocuksu içtenlik ve temiz kalblilik eksik; o çok ince düşünen, fevkalâde zevk sahibi, ilhamına tenkidi de katan bir kimsedir. Fransa'da ilk defa kendisinin tanıttığı, o deniz aşırı deha, Edgar Poe ile çevirileri dolayısıyla olan ahbaplığı istenilerek yapılmış ve hesaplı orijinalliği seven ruhunda büyük etkiler yarattı. Virgilius, Dante’nin sevdiği yazardı, Edgar Poe da Baudelaire’in sevdiği yazar oldu ve Amerika’lı şairin Karga'sı Paris’li şairin mısralarında telafisi imkânsız Never, oh ! never more'u söylüyor sanki. Paris’li dedik, çünkü Baudelaire delikanlılık çağında Hint adalarına gitmiştir ama hemen hemen bütün hayatını Paris’te geçirdiği ve yazık ki henüz genç yaşında orada öldüğü için Paris’lidir. Edgard Poe gibi o da insanın kötü ahlâklı olduğuna inanıyor. Kötülük deyince, aklımıza rağmen bizi mânâsız, zararlı veya tehlikeli işlere : “yapılması yasak” denildiği için teşvik eden o acaip içgüdüyü, o boşuna kötülüğü ve o, cennette bulunmanın verdiği sevinçle yılanın telkinlerini insanlığın çok fazla aklında tuttuğu ihanet öğütlerini ilk kadına zorla dinleten isyanı anlamak lâzım.
Bir anatomi müzesi ressamı gibi soğuk kanlılıkla çizdiği kusurlara, sapıklıklara, en kötü münasebetsizliklere karşı zaten şairde hiç müsamaha yok. Onlara genel ahengi bozan şeyler gözüyle bakıp reddediyor: zira bütün bu ayrılıkların aksine o düzeni ve herkesin uyması gerekli kuralları seviyor. Başkalarına karşı merhametsiz olduğu gibi kendine karşı da merhametsiz; kendi hatalarını, kendi kusurlarını, kendi saçmalıklarını kendi ruh sapıklıklarını, hem de ayni dertlerle dertli okuyucuya hoş görünmeyi düşünmeksizin, erkekçe bir cesaretle söylüyor. Zamanımız sefaletlerine ve kötülüklerine karşı duyduğu tiksinme Young'u gözümüzde keyifli bir insan olarak gösterecek kadar derin bir sıkıntıya atıyor onu.
Paris’i Balzac gibi sevmesine, akisler yapan ışıkların yağmur birikintilerini kan havuzlarına çevirdiği, eğri büğrü çatılar üstünde ayın sarı fil dişinden bir ihtiyar misali dolaştığı saatta, o, kafiye arayarak, en korkunç ve esrarlı dar sokaklarda dolaşmasına, bazan sarhoşun boğuk sesini ve orospunun ıslık gibi öten kahkahasını dinleyerek izbe odaların kirli camlarının önünde veya yaklaşan gamlı bir sabahın kendisininkiyle beraber ıstıraplarını arttırdığı bir hastanın iniltilerini not etmek için bir hastahanenin penceresi altında durmasına rağmen, hatıralar yoluyla fikren geriye dönüşler onu gençliğinin cenneti olan Hindistan’a doğru götürüyor; tıpkı peri masallarında olduğu gibi, lâcivert ve altın renkli bir sis arkasında, kokuyla dolu ılık bir rüzgârla sallanan palmiyeler, efendilerinin hüznünü dağıtmaya çalışan, gülerken beyaz dişleri parıl parıl koyu renkli yüzler görülüyor.
Paris’in koket yapmacıklarından Les Fleurs du Mal'in ince zevkli şairi hoşlanmakla beraber egzotik acaipliklere karşı gerçek bir tutku duyuyor içinde. Heveslerin, sadakatsizliklerin ve küskünlüklerin her şeyin üstünde olduğu mısralarında garip bir sima, Afrika bronzundan dökülmüş, kızıl renkli, fakat güzel bir Venüs, nigra sed formosa, duvar içinde oturtulduğu yer kristalden güneşlerle ve inciden demetlerle süslü, bir çeşit siyah Meryem ana heykelciği; yaptığı seyahatlerden sonra, korku içinde bütün kalbiyle bağlandığı odur ve ondan, mutluluk olmasa bile, unutmanın huzurunu istemektedir. Bir Sfenks kadar gamlı ve dilsiz vahşi sevgili, insanı büyüleyen kokuları, elektrik gibi tesir eden okşamalarıyla adeta tabiatın yahut belki de vazgeçemiyeceği medeni hayatın karma karışıklığından bıkmış usanmış insanın arzuladığı ilkel yaşayışın sembolüdür.
Fevkalâde derin bir acaiplikteki bu kitabı yazık ki dar olan bir çerçeve içinde tafsilatıyla tahlil edemeyiz. Bu teksif edici sanat sayesinde her şiir, yontma kristal bir şişede saklanan bir damla esans haline getirilmiş: tadı keskin bütün sıvılar gibi ihtiyatla içilmesi veya koklanması gereken, gül yağı, haşhaş, afyon, sirke ya da İngiliz tuzudur bu.
Bu simayı tamamlamak için, izin verirseniz, pek acıklı bir şekilde geçenlerde ölen şâirin sonu hakkında bir kaç yıl önce, daha hiç bir şeyden haberimiz yok iken yazdığımız bir yazıdan bir parçayı alıyoruz. Les Fleurs du Mal'in üzerimizde hasıl ettiği tesiri, Baudelaire’i tanımış olması gereken bir Amerikalı yazardan aldığımız bir benzetme ile anlatıyorduk.
Nathaniel Hawthorne'un hikâyelerinde zehir uzmanı bir nebatatçının zehirli bitkileri topladığı acaip bir bahçenin tasvirini okuyoruz: yaprakları tuhaf biçimde, siyahımsı yeşil ya da bakır sülfatıyla boyanmış gibi maviye çalan yeşil renkteki bu bitkilerde uğursuz ve korkunç -bir güzellik var. Alımlı olmalarına rağmen tehlikeli oldukları hissediliyor: gururlu, meydan okurmuşçasına ya da haince duruşlarına bakarsanız sonsuz bir kudrete veya karşı konulamaz bir cazibeye sahip olduklarını biliyorlar sanki. Vahşicesine alaca bulaca, kaplan derisi gibi benek benek, donmuş kana benzeyen yahut iyice soluk beyaz çiçeklerden keskin, her yere işleyen, baş döndürücü bir koku yayılıyor; bu çiçeklerin kâse biçimi yapraklarında çiğ tanesi akuatofana zehiri haline gelebilir ve çevrelerinde altın yeşili zırhlara bürünmüş kuduz böceği ya da sokunca şarbon hastalığı yapan çelik mavisi sinekler uçuşabilir ancak. Orada sütlüğen, kurtboğan otu, banotu, segua, güzelavrat otunun zehirleri, tropiklerin ve Hindistan'ın yakıcı zehirlerine karışır. Orada mansenila ağacı öldürücü küçük elmalarını Hazretî Adem’e yemesi yasak edilen elmalar gibi sermiştir önünüze. Zehirli upa kezzaptan da yakıcı sütlü suyunu damıtmakta. Bahçenin üstünde sağlığa zararlı buharlar dalgalanmakta; geçen kuşlar sersemliyor. Ama doktorun kızı bu hastalık yuvası zararlı buharlar ortasında hiç bir şey olmadan yaşıyor; ondan başka herkesin ve babasının muhakkak ecel şerbetini içeceği bu havayı teneffüs ediyor tehlikesizce. Bu çiçeklerden demetler yapıyor, saçlarını süslüyor, gene onlarla göğsüne kokular sürüyor; genç kızlar gülleri dişleriyle nasıl koparırlarsa o da bunları öyle ısırıyor. Bu zehirli sularla yavaş yavaş doymuş hale geldiği için, öteki bütün zehirleri zararsız hale koyan canlı bir zehirdir artık kendisi.
Bahçesindeki çiçekler misali, insana kuşku veren, korkulu ve ölümü hatırlatan bir şey var onun güzelliğinde de; mavi parıltılı siyah saçları cildinin mat ve yeşilimsi solukluğuyla korkunç bir tezat teşkil ediyor; bu cilt üstünde, erguvan rengini kanlı küçük meyvelerden almış ağzı parıldamakta. Deli bir gülümseyiş koyu kırmızı diş etlerine gömülen dişlerini meydana koyuyor ve gözleri büyülüyor insanı, yılan gözleri gibi. Dersiniz ki bu aşk vampiri, ihtirası on beş günde bir Avrupalının kanını iliğini ve ruhunu kurutan, gündüz gezen bu kadın, bir Cavalı’dır. Fakat doktorun kızı bakiredir ve yalnızlık içinde solup gitmektedir; aşk, buradan başka bir yerde yaşamayacak olan kızın ortamına kendini uydurmağa çabalıyor boşu boşuna.
Baudelaire’in ilham perisi zarar görmeden bu bahçede dolaştı uzun süre; ama bir akşam, zayıf ve bitkin, bu uğursuz çiçeklerden yapılmış bir demeti koklarken ölüverdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder