Yaşayan Sartre
Ferit Edgü
SORUMLULUK, ÖZGÜRLÜK. UMUT
Çağımızın hiçbir önemli sorunu yoktur ki, Sartre'ın ilgisini çekmemiş ve onun üzerinde düşünmemiş, yazmamış olsun.
İlk büyük felsefe yapıtı, “Varlık ve Hiçlik” (1943), adından da anlaşılacağı gibi, varlık kuramı Üzerine'dir. Kaynaklarını Kierkegaard’da, Heidegger’de, Bardiev’de, Husserl’de, yazında ise, Dostoyevski’de, Kafka’da bulduğumuz varoluşçuluk, Sartre’da, en olmaz gibi görünen toplumsal ideolojilere, tarihe ve siyasete uzanır. Varoluşçu Sartre Heidegger, Gabriel Marcel, Karl Jaspers gibi felsefenin sınırları içinde kalmaz.
Doğa - ötesi, Varlık, Zaman, Hiçlik, kavramları, evet; ama öte yanda, kapitalizmin, sosyalizmin sorunları vardır. Kore, Vietnam, Cezayir savaşları vardır. Açlıktan ölen Biafralı çocuklar vardır.
Çağımızda bir düşünür, bir aydın, bir yazar, bir sanatçı yalnız kendinin değil, başkalarının, yalnız kendi ülkesinin değil, başka ülkelerin sorunlarıyla da ilgilidir. ilgili olmak zorundadır. Bir başka deyişle kendinden ve çağından sorumludur. Sorumluluk... İşte Sartre’ı tanımlayacak sözcüklerinden biri, ikinci sözcük özgürlüktür. Üçüncüsü ise, Umut. (Her üç sözcük de ! büyük harflerle.)
Proust, Geçmiş Zaman Peşinde’dir. Joyce Ulysse’tir. Kafka, saçma bir yazgının. Beckett, insan yalnızlığının ve kişiler arası iletimsizliğin. Yazar Poust’u romanını yazdığı günlerin toplumsal çalkantıları ilgilendirmez. Joyce, İrlanda iç savaşından sözedilmesine bile dayanamaz. Kafka, daha çapraşık bir yapıya sahiptir. Olağan; bir Çek Yahudisidir, ama Almanca yazmaktadır. Herzen ve Kropotkin okuyucudur ama bu romanlarına, öykülerine yansımaz. Sartre bu büyük yazarların tümünü önemser, ama onlardan farklı olarak, tarihsel akışın içinde olmayı seçmiştir. Yazarın özgürlüğü ve bağımlılığı boş sözcükler değildir Sartre için. Yazmak bir eylemdir ya da eylemin bir parçasıdır. “Bulantı”yı izleyen yazınsal yapıtlarında bu görüşleri ağır basar. Daha açık bir deyişle, gerek “özgürlük Yolları” üçlemesi, gerek oyunları (Kirli Eller, Kıral Kean, Sinekler, Şeytan ve Ulu Tanrı, Nekraseov, Altona Tutukluları) tezleri olan yapıtlardır.
Proust, Joyce, Kafka, Beckett, yalnız yazınsal olana sarılıp, toplumsal çalkantıların dışında gerçekleştirmişlerdir yapıtlarını. Sartre için yazın, bir amaç değil, bir araçtır. Yazınsal yaratıcılığı, bile isteye, düşünceleri uğruna “feda etmiştir.” “Gizli Oturum" gibi bir oyunun, “Bulantı” gibi bir romanın yazarı için büyük bir özveri. Ama Sartre’ın yaşamı bu özverilerle doludur.
FELSEFE UĞRUNA HARCANAN YAZIN
Gençlik yıllarının dışında, hiçbir zaman, “mutlak”ın peşinde olmamıştır Sartre. Kaybı da kazancı da burdadır. Eğer yalnız bir yazar olmayı seçseydi, kuşkusuz, çok daha kalıcı öyküler, romanlar, oyunlar yazabilirdi. Ama yazınsal bir yaratı, tek başına, bu aydını doyurucu nitelikte değildir.
Gelmiş geçmiş bir filozof bilmiyorum ki, düşüncelerini, yaygınlaştırmak için yazına başvurmuş olsun. Nietzsche’nin şiirlerini, tüm okur-yazarlar gibi biliyorum elbet. Gabriel Marcel’in, ne oynanabilir, ne okunabilir oyunlarını da. Sartre, düşüncelerini, felsefî yapıtlarının dışında, eleştirilerde, yazınsal denemelerde, romanlarda, oyunlarda da dile getirmiş tek düşünürdür. Felsefe uğruna yazını harcamak mıdır bu? Kuşkusuz, evet. Ama bundan alınacak dersler var. özellikle, birey/toplum diyalektiğinin, sanat/ siyasal etki ve tepkilerinin pek irdelenmediği, tarih bilincinin oluşmadığı ya da ileriye dönük değil, düne dönük bir görünüme sahip olduğu, elmalarla armutların birbirine karıştırıldığı toplumlar için.
Diyalektik diye, karşıtlıklardan yoksun bir düşünceyi izleyenler, dolayısıyla, karşısında olduğunu sandıkları mekanik düşüncenin klişeleşmiş örneklerini verenler, yalnız bizde değil, Fransa’da da Sartre’a karşı çıkmışlardır. Sartre'ın, düşünsel, estetik, yazınsal, siyasal, ideolojik alanlarda getirdiği yanıtlardan çok, sorular tedirgin etmiştir bu kişileri.
Sartre, kişiyi konumu içinde ele alır. Değişken bir varlıktır Sartre’ın kişisi. Çeşitli konulardaki denemelerini topladığı kitaplar dizisinin adına bu nedenle olsa gerek “Durumlar” demiştir. İnsan, bakış açışını, durumlara göre ayarlamak, düzeltmek zorundadır. Sosyalizmden yana bir kişinin, Sibirya kampları, Stalin kıyımları gerçeğini öğrendikten sonra, öğretiye aynı gözlerle bakması olanaksızdır. Amerikan emperyalizmine karşı çıkarken, “yol arkadaşıyım" diye, Sovyetler'in Macaristan’ı işgali karşısında susamaz. Vietnam savaşını lanetleyen bilinç, Çekoslovakya, Afganistan olayları karşısında sus-pus oturamaz. Sartre'ın tedirgin ediciliği de burdadır. Tüm bunlara, gençliğinden bu yana dile getirdiği köklü burjuva düşmanlığını eklerseniz, ne sağ, ne aşırı sol tarafından benimsenmemesini kolayca anlarsınız.
Varoluşçuluğun ilk yıllarında komünistlerin hedef noktasıdır Sartre. Nedeni, birey sorununu toplumsal sorundan öne çıkardığı için. Garaudy, o yıllarda, “mezarcı" diye niteler Sartre’ı. O Garaudy ki, bu “mezarcının’ eleştirilerinin dik âlâsını, ellisinden sonra bilinçlenerek yapacak, Marksçılığın zaman içinde değişmez bir kuram olmadığını görecek, sanat alanında "sınırsız gerçekçiliği" keşfedecektir.
Eğer birey, değişen koşulların ürünüyse, onun ürettiği düşünceler de, değişen koşullara bakışık olarak değişecektir. Kolayca anlaşılabileceği gibi, bu yalnız diyalektik bir düşünce yöntemi değil, aym zamanda bir aydın sorumluluğu, bir ahlâktır.
Ahlâk, daha doğrusu ahlâk bilinci... İşte Sartre’ı tanımlayan dördüncü kavram. Sartre, bir ahlâk bilinciyle, insanın, kendisiyle, başka insanlarla, içinde yaşadığı toplumla tutarlı olabileceğine inanır.
BAĞIMLILIK VE ÖZGÜRLÜK
Sartre’ın insanı, bu ahlâk bilinci gereği “bağımlı"dır. Çoğu kez, bu kavram, yanlış yorumların kurbanı olmuştur. Sanatsal bağımlılıkla, siyasal bağımlılık birbirine karıştırılmıştır. Bağımlılık kavramı ister istemez özgürlük kavramını gündeme getirir. (İşte Sartre’ı tanımlayan iki sözcük daha: Bağımlılık ve özgürlük.) Daha 1945’lerde bir konuşmasında bu iki temel kavram üzerindeki çelişkileri açıklayıcı yorumlarda bulunur, Özgürlük Yolları’nın kişilerinden biri, Mathieu için şunları söyler: “özgür değil, çünkü bağlanmayı bilmedi Mathieu. Vurdumduymazlığın özgürlüğüdür, soyut bir özgürlüktür onunki, hiçbir işe yaramayan bir özgürlüktür. Mathieü özgür değildir, hiçbir şey değildir, çünkü her zaman dışardadır." Daha sonra bir çıkarım: “İnsan bağlanmak için özgürdür, ama (bundan sonrasına dikkat/F.E.) özgür olmak için bağlandığı zaman özgürdür."
Yanlış anlamaları önlemek için, siyasal bağımlılık ile yazınsal/sanatsal bağımlılık arasındaki ayrımı belirtmek gereğini duymuştur. “Diyalektik Aklın Eleştirisi" adlı, ikinci büyük felsefî yapıtında verdiği Flaubert örneğinde, bu yazarı yazınsal bağımlılığın örneği olarak gösterir.
Bir döneminde varlık kuramıyla Marksçı tarih görüşünü ve Freudçuluğu bağdaştırmaya çalışmıştı. Sartre gibi büyük ve çok yönlü bir düşünürün göze alabileceği bir bileşim çabası. Başaramadı. Bu başarısızlık, onun düşünür yeteneklerinden çok, içinde bulunduğumuz tarihsel durumun bir sonucuydu belki. Bu “durum" yaşamının sonlarına doğru (gözleri görmeyeli beri yazmıyordu, düşüncelerini açıklamak için, yalnızca kendisiyle yapılan konuşmalarla yetiniyordu) La Nouvel Observateur’de yayımlanan uzun konuşmasının bir yerinde"... Üretim ilişkilerini (insanlar arası) ilk ilişkiler olarak görmüyorum” diyordu. “İnsanlar arası en derin ilişki, onları, üretim ilişkilerinin ötesinde birleştiren ilişkidir. İnsanların birbirlerini üretici olmanın dışında görmelerini sağlayan budur. İnsan insandır. İncelenmeye çalışılması gereken budur. (...) Marx’ın yapmış olduğu, üst-yapıyla ilgili tüm ayırımlar, iyi bir çabadır, ama tümüyle yanlıştır, çünkü insandan insana ilk ilişki bambaşka bir şeydir ve bizim bugün bulmamız gereken de bu ilk ilişkidir."
Yazımın başında bir yazarın bir başka yazara, ister istemez kendi merceğinden bakabileceğini belirttim. Benim merceğimden Sartre budur, diyemeyeceğim. Çünkü romancı Sartre’ı, oyun yazan Sartre’ı, filozof Sartre’ı, eleştirmen Sartre'ı böylesi bir yazıda (özel bir mercekten de olsa) değerlendirmek olası değil.
Ama gene de, onu, kendime yakın yönleriyle ele aldığımın bilincindeyim.
Çeyrek yüzyılı aşan yazarlık yaşamımda, Sartre’ı her zaman bir yol gösterici olarak gördüm. On sekizimde, “Ya Sartre gibi ol ya hiçbir şey" dediğimden bu yana yıllar geçti. Sartre “gibi" olmanın yalnız kişisel yeteneğe değil, o yeteneğin içinden çıktığı topluma da bağlı olduğunun bilincine varmamıştım delikanlılığımda.
Her düşünür, her yazar, içinde çıktığı toplumun ürünüdür. Sartre Fransız toplumunun, kültürünün uygarlığının ürünüydü. Ama düşüncesi evrenselliğin boyutlarına ulaşmıştı. Onun evrenselliği, bizim kendi koşullarımızda doğruları aramamıza yardımcı olabilir.
Düşüncesi çelişkiler, karşıtlar içinde gelişen, böyle olduğu içini kendini yineleyen ve bize (Batılı Doğulu okur-yazarlara) yeni ufuklar açan Sartre’ın düşüncesi, dünyaya bakışı, yarattığı insanca değerler her zaman başvurulacak değerlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder