Harikulade bir ergenlik öyküsü bu, uzun zamandır ilk kez bir metni büyük bir merakla, bu derece iştahlı okuyorum. Susan Sontag'ı, kitaplara olan tutkusu ve yazarlık yaşamıyla, kendime hep çok yakın hissettim; ve hep çok tanıdık hisler ve kaygıları buldum onda. Daha liseli yıllardayken tuttuğu günlüklerinde karşılaştığım erken gelişmiş bilinci, duyarlığı şaşırtmış, ürkütmüştü beni; o yıllardan bir hatıra bu da: Susan Sontag'ın, Büyülü Dağ romanını okumalarının ardından arkadaşı Merril'le birlikte Thomas Mann'in evine gidişlerinin öyküsü.
Thomas Mann'le Karşılaşma
Onunla karşılaşmamla ilgili her şey belleğimde utancın renkleriyle donanmış durumda.
1947 Aralığı. On dört yaşımdaydım ve çocukluk denen o uzun tutukluluk döneminden kurtulur kurtulmaz atılacağım gerçek yaşama karşı sabırsızlık ve hayranlıkla dopdoluydum.
Ergenliğin eşiğindeydim, orta öğrenimim on beş yaşıma geldiğimde tamamlanmış olacaktı. Ve sonra, sonra... her şey açılıp saçılıverecekti. Ama o güne dek beklemek, zaman öldürmek gerekliydi (henüz on dört yaşındaydım). Güney Arizona çölünden Kaliforniya’nın güneyine yeni gelmiştim, önümde yeni kaçış perspektifleriyle, yeni bir yaşam çerçevesi açılmıştı; bu da çok hoşuma gidiyordu. Onulmaz bir dolaşma hastalığından muzdarip olan dul annem, 1945’te Amerikalı as pilotlardan biriyle ikinci evliliğini yaptı; yakışıklı bir adam olan eşi, vücudundaki onurlu yaralar nedeniyle bir yıl hastanede kaldıktan sonra, çölde bir nekahat devresi geçirdi. Onun sayesinde annem, nihayet bir yere yerleşebildi. Böylece, ertesi yıl yeni bir aile oluştu: Anne, üvey baba, küçük kız kardeş, köpek, inanılmaz bir maaşla tutulmuş İrlandalı kâhya kadın, geçen günlerin kalıntısı ve nihayet, bu yeni iklimde yabancılık çeken taşınmış bir parça eşya örneği, ben... Kaptan Sontag’ın bize katılmasıyla, Tuckson’un kenar mahallelerinden birinde, kirli bir sokakta bulunan kulübemizi terkederek, San Fernando vadisinin girişindeki, kayın ağaçları ve sıra sıra güllerle çevrili çok güzel bir pancurlu villaya taşındık. Üvey babam, hafta sonlarında, üniformasından sıyrılmış olsa bile her zamanki askeri disiplinini bozmadan, üzeri biftekler ve tereyağına bulanmış mısır taneleri yüklü barbeküyü kumanda ediyordu. Yiyor, yiyordum! Karşısında ağzını durmadan şapırdatan kemik yığını ve asık suratlı bir anne duran insan, başka ne yapabilir ki? Onun sönüklüğü kaptanın neşesi kadar kaygı vericiydi. Hayır, artık aynı ailenin üyeleri rolünü oynamayı sürdürmelerini hayal etmek gerçekten olanaksızdı! Artık çok geçti! Onlardan uzaklaşmıştım; yüzüm, çok çabuk büyüyen, artık ailenin büyük kızı olmuş o bebeğin yüzünün aynısı olsa da, ben artık onlardan biri değildim. (Fransızlar "fikren ayrıldım" deyip aynı yerde sürünmeyi sürdürerek işin kolayına kaçarlar)
Çocukluğun şu son yılları geçsin, yeterdi. Zaman akıp giderken, küçük aile toplantılarından keyif duyar gibi davranmak, anlaşmazlıklardan kaçınarak aileden geçinip tıkınmak yasaklanmış değildi ne de olsa... Doğruyu söylemek gerekirse, hayatta en çok anlaşmazlıklardan korkmuşumdur. Üstelik açlık duygum da bitip tükenmek bilmiyordu.
Hayatın zor olduğuna inanıyordum bir yandan da, çünkü salaklıktan kaçınmayı kendime iş edinmiştim (oysa içinde yüzüyor gibiydim), sınıf arkadaşlarımla öğretmenlerin aptallıkları, evdeki çılgın yavanlıklara ek olarak, televizyonda arka planda kahkaha kayıtlı haftalık komedi izlenceleri, şurup tadında hit-parade’ler, beyzbol oyunlarının histerik özetleri ve radyodan dinlenen profesyonel çatışmalar oturma odasını doldurdukça, her akşam, özellikle de hafta sonları çıldıracak gibi oluyordum. Dişlerimi gıcırdatıp saçlarımı çekiştiriyor, tırnaklarımı kemiriyor ama terbiyemi bozmuyordum. Başkalarının hakkımda düşündükleri umurumda bile değildi; benim gözümde hepsi de şaşırtıcı bir biçimde kör ve az meraklı kişilerdi; öğrenme isteğiyle yanıp tutuşarak, kendimle çevremdekiler arasındaki bu çarpıcı aykırılığın nedenlerini ortaya çıkarmak istiyordum; başka yerlerde bana benzeyen bir sürü insan bulunduğundan kuşku duymuyordum. Yolumda bir engel olduğu hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmemiştir.
ÖLÇÜSÜZ BİR OKUMA AÇLIĞI
Buraya gelmeden önce yaşamış olduğumuz sekiz ev ya da dairede kendime ait bir odam olmamıştı. Kendi kapıma sahip olmak, ne düştü ama! Oysa şimdi buna sahiptim. ve bir cep lambasının ışığında, örtülerin altına saklanmadan serbestçe ve saatlerce okuyabiliyordum
artık.
Küçüklüğümden beri ölçüsüz bir okuma açlığı hissetmişimdir; elime ne geçse okurdum: Masallar, çizgi-romanlar, Compton Ansiklopedisi, astronomi kitapları, kimya, Çin bilginlerin bibliyografyaları, Richard Hallburton'ın tüm gezi kitapları ve çok sayıda klasik yapıt. Neden sonra, kırklı yıllarda, Tuckson'da modern kütüphanenin derinliklerinde boğulur gibi olma keyfini yaşadım. Her yapıt, önümde marangozun metresi gibi yayılan yeni ufuklar açıyordu. Los Angeles’a gelişimden bir ay sonra, Hollywood caddesi üzerinde, yaşam boyu müşterisi olacağım kitapçılardan birini keşfettim: Pickwick; her gün okul çıkışı, dünya edebiyatından birkaç yapıtı ayakta okumak, param varsa almak ya da cesaretim varsa çalmak için oraya gidiyordum. Her çalışım, haftalarca süren vicdan azabına neden oluyordu, ama cepte bulunan para o kadar olursa elden başka ne gelir ki? kütüphanelere neden gitmediğimi düşünmek ilginç geliyor bana. Kitaplara sahip olmak, küçücük odamın duvarlarını çevreleyen raflarda birer koruyucu tanrı gibi onları dizili görmek gerekliydi bana.
Öğleden sonraları, hazine avına çıkıyordum. Dersten sonra hemen eve dönmekten hep nefret ettim. Holywood Caddesiyle Highland Caddesinin kesiştiği köşebaşından birkaç sokak ötede bir plak satıcısı keşfettim. Dükkân sahipleri, her hafta dinleme kabinlerinde müzikle dopdolu saatler geçirmeme izin veriyorlardı; ayrıca bir de uluslarrası gazeteleri satın almadan okuyabildiğim gazete kulübesi vardı. Ah, altın çağ! Bunu yaşağımın bilincindeydim. Rengârenk saman çöplerinden binlerce kaynak arasında boğuluyordum. Odama kapanıp okumuş olduklarımı öykünerek yazıyor ve bir günlük tutuyordum. Kelime hâzinemi zenginleştirmek için sözcük listeleri düzenliyor, plaklarımı dinleyerek orkestra şefliği yapıyor ve her akşam gözlerim açıncaya dek okuyordum.
ARKADAŞLAR
Kısa sürede arkadaşlar edindim. Onlarla ilgilendiğim konulan konuşabilmek hoşuma gidiyordu. Benim kadar okumuş olmalarını beklemiyordum; onlara ödünç verdiğim kitapları okuduklarını görmek bana yetiyordu. Müzikte ise acemiydim. İkinci yıla başladıktan az süre sonra son sınıftan, müzik bilgileri benimkinden kat kat üstün iki arkadaş edindim. Elaine flüt, Mel ise piyano çalıyordu. Şık sık konserlere gidiyorlardı ve ince bir müzik zevkine sahiptiler.
Arkadaşlarımdan her biri "en iyi arkadaşlardı. Başka bir çözüm yolu bulamamıştım. Müzik konusunda iki akıl hocamın dışında ikinci sınıftan bir arkadaş, son iki yıllık orta öğrenim döneminde romantik kavalyem olarak bana eşlik etti. Peter, babadan yetim bir göçmendi (yarı Fransız, yarı Macar). Sürekli taşınmalar onun hayatini benimkinden de çok etkilemiş gibiydi. Gestapo babasını tutuklayınca, annesiyle birilikte Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine kaçmış, 1941'de Lizbon üzerinden gemiyle New York’a geçmişlerdi. Arkadaşlığımız, okul kafeteryasında, merhum pederlerimizin yüksek kaliteli özelliklerini anarken perçinlendi. Peter’le birlikte sosyalizmi ve Henry Wallace’ı tartışıyor, elini tutarak izlediğim acıklı filmlerde omzuna yaslanarak ağlıyordum. Birlikte bisiklet gezilerine çıkıyor, Griffith Park’ta çimenler üzerine uzanarak öpüşüyorduk. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Peter’in hayattaki üç aşkını annesi, ben ve bisikleti oluşturuyorduk. Esmer, zayıf, sinirli ve uzun boyluydu. Bense, sınıfın en genci olmakla birlikte genellikle erkeklerden daha uzun boyluydum; sporcu atletler konusunda alabildiğine özgür düşünmekle birlikte, boy konusunda garip bir tutuculuk vardı bende: Bir arkadaş, iyi olduğu kadar, uzun boylu da olmalıydı. Bu sonuncu koşulu yerine getiren tek kişi ise Peter’di.
Bir başka "en iyi arkadaşım", başka bir lisede yine ikinci sınıf öğrencisi olan Merrill’di; Sakin, tıknaz ve sarışın, ayrıca da, açıkgöz, kurnaz ve "genç kızlara hayal kurduracak yakışıklılıkta"ydı. Fazlasıyla da akıllı olduğuna göre ayrı bir kategoride tutulması gerekiyordu. Alçak ve yumuşak bir sesle konuşur, ağzıyla değil, gözleriyle gülümserdi. Merrill, kendisi için deli olduğum tek arkadaşımdı. Ona bakmaya doyamazdım. Onun içinde erimek ya da onun benim içimde erimesini isterdim, ama aşılmaz bir engel vardı aramızda: Benden birkaç santim kısaydı boyu. Diğer engeller ise tartışılabilirdi: Merrill bir sır küpüydü, hesapçıydı (kelimenin tam anlamında: Konuşmasında sayılar hep egemendi) ve bana dokunaklı görünen konular onu fazla duygulandırmazdı. Aynı şeylerden hoşlanıyorduk ve bunların başında da müzik geliyordu. Aynı plak koleksiyonlarına sahiptik, Highland plak evinin karanlık ama serin kabinlerinde güçlerimizi birleştiriyorduk.
MÜZİK
Bazen benim, bazen de onun arabasında birbirimize yakınlaşıyorduk. Geceleri onların mavi Chevrolet’si, ya da bizimkilerin yeşil Pontiac’ını alarak deniz kenarına gidiyorduk; kentin ışıklarını sonsuz bir havaalanı gibi yansıtan sular ayaklarımızın dibindeydi. Yanımızdaki arabalarda sevişen çiftlere aldırmadan kendi zevk âlemimize dalıyorduk. İnce ve zor çıkan bir sesle şöyle diyorduk birbirimize: "Dinle ve bil bakalım hangi parça bu?" Belleğimizi yokluyor ve birbiri ardından Mozart yapıtlarından Koechel numaralarını sıralıyorduk; yüz yirmi altı tane arasından büyük bir bölümünü anımsayabiliyorduk. Elaine ile Mel’den duyduğumuza göre Nazi kökenli olan Gieseking’in Debussy kayıtlarını satın almanın doğru olup olmayacağını tartışıyor ve bir önceki pazartesi günü dinlediğimiz John Cage’in piyano resitalini beğendiğimize birbirimizi inandırmaya çalışıyorduk. Sonra da, Stravins’kinin daha kaç yıllık ömrü kaldığı konusunda konuşuyorduk. Bizlerin ölümüne karşılık Stravinsi’ye daha kaç yıllık bir yaşam verilebilirdi? Yirmi yıl? Evet, kuşkusuz. Bunu ummaya cesaret etmek çok kolay ve çok güzeldi. 1947’de on dört ve on altı yaşındaki bizler için, Stravinski denen bu harika adamın yirmi yıl daha yaşayacağını düşünmek baş döndürücüydü. (Bugün, bundan da uzun bir süre yaşadığını bilmek ne güzel.) Bu olağanüstü insan için kendi yaşamlarımıza karşılık yirmi yıl daha istemek, oldukça zayıf bir tutku işaretiydi. Peki öyleyse, on beş olsun. Neden olmasın?
Olmaz, on olsun. Şaka mı ediyorsun?
Beş? Gitgide düşüyorduk. Ama tamamen yadsımak, bir saygı sevgi eksikliği gibiydi. Bizim yaşamlarımız neydi ki -liseli gençlerin anlamsız olmakla birlikte vaatlerle dolu yaşanılan - dünyaya Stravinsi’nin bir beş yıl daha yapıt kazandırma olasılığı karşısında? Beş yıl? Anlaştık.
Ya da belki dört? İçimi çekiyordum. Hadi, Merrill, devam edelim.
Üç? Yalnızca üç yıl daha yaşasın diye ölmek mi?
Genellikle dört üzerinde anlaşıyorduk; bu bir minimumdu. Evet. Stravinski'nin yaşamını dört yıl uzatabilmek için her ikimiz de hemen, oracıkta ölmeye hazırdık. Okumak ve müzik dinlemek; artık kendin olmaktan çıkmanın zafer dolu tatmini... Sevdiğim ve hayranlık duyduğum hemen hemen her şeyin bugün ölmüş (ya da çok yaşlı) veya dışardan, örneğin Avrupa’dan gelmiş kişilerce yaratılmış olması kaçınılmaz gibi görünüyordu bana.
BÜYÜLÜ DAĞ
Tanrıları biriktiriyordum. Stravinsi müzikte neyi ifade ediyorsa, edebiyatta da Thomas Mann aynı şeydi. Benim için bir Alaaddin’in mağarası olan Pickwick’ten, 11 Kasım 1947’de Bûyülû Dağ’ı satın aldım.
Aynı akşam okumaya başladım ve başlangıçta soluğum kesilir gibi oldu. Ellerimde tuttuğum gelişigüzel bîr yenilik değil, sarsıcı bir yapıt, bir bulgu ve keşifler kaynağıydı. Avrupa bütünüyle kafamın içini kuşatmış ve beni ağlatmıştı. Verem, anneme göre biraz utanç verici bir hastalıktı. Gerçek babam buzdan çok uzakta ve yıllarca önce veremden ölmüştü ve şimdi Tuckson’da bu hastalık, sıradan bir mutsuzluktu artık. Oysa bu kitapta verem, patetik renklere ve ruhsal açıdan şaşırtıcı bir ilginçliğe bürünmüştü. O büyülü dağda kişiler fikirleri, fikirler ise hep sezinlemiş olduğum gibi tutkuları temsil ediyordu. Düşünceler beni zor bir sınamadan geçiriyordu ve sırasıyla, Setembrini’nin insani çıkışının ardından Naphta’nın sevinci ve kaygısıyla ateşim yükselir gibi oluyordu. Ve o tatlı, son derece iyi yürekli, dürüst Hans Castorp, Mann’ın düşlemiş olduğu o öksüz çocuk, yüreğimde savunmasız bir kahraman gibiydi; hem öksüz olduğu için, hem de kendi hayal gücümün tertemiz oluşu nedeniyle onu savunmasız gibi görüyordum. Mann’ın onun portresini yaparken gösterdiği alçakgönüllü sevecenliği seviyordum; biraz saf, fazlasıyla içten, uysal, pek parlak olmayan bir portre (gerçekte, kendimi de böyle-görüyordum)... Sevecenlik! Peki ya Hans Castorp, saman altından su yürüten biri idiyse (annem günün birinde yüzüme karşı bu suçlamayı yapmıştı)? İşte onu bana diğerlerinden değişik gibi gösteren buydu! Onun dindarlık eğitimini, başkalarının yanında edepli bir biçimde yaşadığı zor katlanılır yalnızlığını, acı veren yeknesaklık (bizi eğitenlerin hakkımızda hayırlı olduğunu düşündükleri tarz), serbest ve tutkulu konuşmalarla belirginleşen yaşamını anlıyordum. Kendi gündelik gidişatımın olağanüstü bir yansımasıydı bu.
Bir ay boyunca, kitap her yerde bana eşlik etti. Daha yavaş, sindirerek okumamı öğütleyen mantığımı dinleyemeyecek kadar heyecanla, bir solukta okudum. Ancak bu ritm, 334 ile 343. sayfalar arası yavaşladı: Hans Castorp ile Claudia Chauchat, en sonunda aşktan söz ederken metin Fransızcaydı ve ben bu dili hiç bilmiyordum. Hiçbir şeyi kaçırmama kaygısıyla, Fransızca-İngilizce bir sözlük satın aldım ve konuşmaları kelime kelime çevirdim. Son sayfaya gelince kitabı bırakma fikri bana öylesine ters geldi ki, böylesi bir yapıtın hakkını tam verebilmek için her akşam bir bölümü yüksek sesle okumaya kendimi zorlamak kaydıyla yeniden okumaya başladım.
Sonra da, okurken duymuş olduğum zevki bir başkasıyla paylaşabilmek ve kitap hakkında konuşabilmek için onu bir arkadaşıma ödünç vermek istedim. Aralık ayı başında Büyülü Dağ'ı Merrill’e götürdüm. Benim her önerdiğim kitabı anında okuyan Merrill de kitaba bayıldı. Bravo. Ve sonra şöyle dedi: Neden gidip onu görmüyoruz?" İşte o da bütün neşem utanca dönüştü.
Buralarda oturduğunu bilmiyor değildim kuşkusuz. Güney Kaliforniya, kırklı yıllarda, her türden ünlü isimleri barındırıyordu. Arkadaşlarım da, ben de, yalnızca Stravinski ve Schoenberg’in değil, Mann, Brecht (Charles Laughton’un çevirdiği Galile'sini yeni izlemiştim), İsherwood ve Huxley’in de burada yaşadıklarını biliyorduk. Ama onlardan biriyle ilişki kurmanın yine bu taraflarda oturan Ingrid Bergman ya da Gary Cooper'la görüşmeye kalkmak kadar hayal dışı olduğunu düşünüyordum.
Büyülü Dağ'ın sarhoşluğu içinde, onun "burada" olduğunu aklıma bile getirmemiştim. Benim için o bir kitap, daha doğrusu kitaplardı. Mann, ölümsüzdü; dolayısıyla Victor Hugo kadar ölüydü. Ne diye onunla karşılaşmaya çalışacaktım ki? Kitapları vardı ya!
TELEFON GÖRÜŞMESİ
Hayır, onu görmek İstemiyordum. Bir pazar günü, Merrill bizim evdeydi; annemle babam dışardaydılar ve biz, onların odasında, beyaz saten yatak örtüsünün üzerine uzanmıştık. Yalvarmalarıma aldırmayıp Merrill telefon rehberini getirmiş, M. harfini tarıyordu.
"Gördün mü? Rehberde adı var."
"Bilmek istemiyorum."
"Olsun, bak."
Rehberi burnumun dibine uzattı. Dehşetle okudum: 1550 San Remo yolu, Pacific Palisades."
"Gülünç bu! Hadi, yeter!"
Yataktan aşağı atladım. Merril'in böyle davranabileceğine İnanamıyordum. Oysa...
"Arayacağım onu," dedi.
Telefon yatağın yanındaki sehpanın üstündeydi.
"Merrill, lütfen!"
Almacı kaldırdı. Her zaman açık duran giriş kapısından dışarı fırlayarak kaldırımın kenarında park edilmiş Pontiac’a doğru koştum. Yolun ortasında dikili kaldım, Merrill’in o inanılmaz ve utanç verici telefon görüşmesi buradan duyulabilirmiş gibi ellerimle kulaklarımı tıkıyordum.
Korkağın tekiyim, diye düşündüm hayatta ilk ve son kez olarak. Kendimi kontrol altına alabilmek için derin bir soluk aldım ve geri dönerken ellerimi kulaklarımdan çektim. Yavaşça ilerledim.
Giriş kapısı, annemin deyimiyle "eşya koleksiyonu" ile dopdolu oturma odasına açılıyordu. Sessizlik. Odayı geçtim, yemek odasına girdim, kendi odamın önündeki koridoru ve banyoyu geçtim ve annemle babamın odasına ulaştım.
Telefon kapanmıştı. Merrill, dudaklarında geniş bir gülümsemeyle kenarına oturmuştu.
"Dinle, bu hiç de komik dedim. "Gerçekten de telefon etmek üzere olduğunu sanmıştım."
Elini kıpırdattı, "Zaten ben de bunu yaptım,"
"Ne?"
"Telefon ettim," diye yineledi, hala gülümsüyordu.
"Onu aradın mı?"
"Gelecek pazar günü öğleden sonra saat dörtte bizi çaya bekliyor"
"Olamaz. Bunu yapmadın değil mi"
"Neden olmasın? Hiç de zor olmadı."
"Onunla gerçekten konuştun, öyle mi?" diye sordum ağlamamak için kendimi zor tutarak. "Böyle bir şeye nasıl cesaret edersin?"
"Hayır, onunla değil. Karısı cevap verdi."
Fotoğraflarda gördüklerimden anımsadığım kadarıyla Katia Mann’ı zihnimde canlandırmaya çalıştım. Belki de Merrill, Mann’in kendisiyle konuşmamışsa, durum o kadar da kötü değildi
"Peki ne dedin kadına?"
"Bizim, kocasının yapıtlarını oku-muş iki liseli genç olduğumuzu onunla tanışmayı dilediğimizi söyledim."
Hayır! Olamaz! Bu sandığımdan da beterdi. Ama, aslında ne sanmıştım ki?
"Bu o kadar... o kadar aptalca bir iş ki!"
"Ne yani? Aptalca olan ne? Tam tersine!"
"Ah, Merrill... Merrill! Artık karşı koyacak gücüm bile kalmamıştı. "Peki ne cevap verdi kadın?"
"Bir dakika lütfen, dedi, gidip kızımı bulayım. Sonra kızı çıktı karşıma ve aynı şeyi ona tekrarladım."
"Bu kadar hızlı konuşma," diye girdim araya. "Yani sen, kadının telefonu bıraktığını, bir süre beklediğini, sonra bir başka ses duyduğunu söylüyorsuné"
" Evet, bir başka kadın sesi, aynı aksanla, şöyle dedi: Ben Bayan Mann'im -ne istiyordunuz?"
"Böyle mi söyledi? Ee, kızgındı, değil miydi?"
"Yo, hayır, hiç değildi. Belki de) yalnızca: ‘Ben Bayan Mann...'demiştir, tam anımsamıyorum ama hiç de kızgın değildi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ne istiyordunuz?’ Hayır! Bir dakika! ‘Ne istemiştiniz?’ dedi.
"Peki sonra?”
"Sonra ben cevap verdim... biliyorsun... Thomas Mann’ın kitaplarını okumuş iki liseli genç olduğumuzu ve onunla görüşmeyi dilediğimizi söyledim."
"Ama ben bunu hiç mi hiç istemiyorum,” diye ağlamaya başladım.
"Bir dakika, gidip babama sorayım dedi genç kız,” diye inatla sürdürdü anlatmayı, "Bir saniye sonra da, ‘Babam sizi gelecek pazar günü öğleden sonra saat dörtte çaya bekliyor,’ dedi."
"Ya sonra?"
"Adresi bilip bilmediğimi sordu bana."
"Peki sonra?"
"Hepsi bu kadar. Ha, bir de hoşça kalın, dedi."
Bir an için, Ok yaydan çıkmış diye düşündüm ve yeniden mırıldandım:
"Ah, Merrill, nasıl böyle bir şey yapabildin?"
"Yapacağımı söylemiştim sana," diye yanıtladı.
DOKTOR THOMAS MANN
Hafta sonu, utanç ve korku dolu bir kâbus gibi geçti. Thomas Mann’ı ziyaret etmek bence küstahlıktı; zamanını benimle geçirmesi için onu rahatsız etmek kabalıktı.
Kuşkusuz, oraya gitmeyi reddedebilirdim. Ama, bir Ariel olarak gördüğüm bu Caliban’ın oraya bensiz gitmesine izin vermek kaygı vericiydi. Taptığım insana aracısız gidip kendini kabul ettirmesine izin veremezdim. Ona eşlik ederek, en azından, beceriksizce yapacağı gafları tamir etme olanağını bulacaktım. Anılarım arasında bana en dokunaklı görüneni de, benim ya da Merrill’in aptallığının Mann’a zarar vereceği düşüncesiydi... zaten aptallık her zaman zarar verirdi ve bu adama en büyük hayranlığı ben duyduğuma göre, bu tür bir yara almaya karşı onu korumak da hakkımdı.
Merrill ile o hafta boyunca iki kez buluştuk. Ona serzenişte bulunmaktan vazgeçmiştim. Kızgınlığım azalmıştı ama kendimi gitgide daha mutsuz hissediyordum. Tuzağa düşürülmüş gibiydim. Ama söz konusu buluşmaya gideceğime göre, ona yakınlaşmam, onunla ortak konuşma zemini bulmam gerekliydi, ayıptan kaçınmanın yolu buydu.
Pazar günü geldi. Merril, saat tam birde, evin köşesinden Chevrolet’siyle beni almaya geldi (evde kimseye bu ziyaretten söz etmemiştim); saat ikiye doğru arabayı ‘1550 San Remo Drive’ın yakınlarında park ettik; geniş cadde o saatte boş oluyordu ve okyanusla, uzakta Catalina Adası oradan çok güzel görünüyordu.
Konuşmanın gidişatı konusunda görüş birliğine vardık, önce Büyülü Dağ'dan söz edecektim, sonra Merrill, Mann’a şu sıralarda ne yazdığını soracaktı. Geri kalanı da şimdi, iki saat süreyle prova yaparak saptayacaktık. Ama sorularımıza vereceği yanıtları kestiremediğimizden bir kaç dakika içinde tükeniverdik. Bir tanrı ne söyler? Bunu bilebilmek olanaksızdı. Merrill hiç de telaşlı görünmüyordu ve Thomas Mann’ı rahatsız etmeye pek güzel hakkımız olduğunu düşünür gibiydi. Onun kafasında bizler, ilginç, erken gelişmiş, harika çocuklardık; (ikimiz de gerçek anlamda harika çocuklar olmadığımızı çok iyi biliyorduk, örneğin genç Menuhin gibi değildik, ama hiç tartışmasız, yetenek konusunda değilse de, bilgi açlığı, ve saygı konusunda harikaydık) ve Thomas Mann’a ilginç gelebilirdik, o buna inanıyordu. Bense inanmıyordum.
Güneş yakıcıydı ve sokak bomboştu. Saat dörde beş kala, Merrill, freni boşalttı ve araba boş caddede kaymaya başladı. 1550 numaranın önüne park ettik. Aşağı inip gerindik, birbirimizi cesaretlendirmek için birkaç sözcük mırıldandık, arabanın kapılarını olabildiğince yavaş kapatıp eve doğru ilerleyerek kapıyı çaldık. Çok yaşlı, beyaz saçları tepesinde topuz halinde toplanmış bir kadın açtı kapıyı, bizi görünce şaşırmadı, kendisini izlememizi istedi, sonra da karanlık girişte bir dakika beklememizi isteyerek uzun bir koridorda gözden kayboldu.
"Katia Mann bu,” diye mırıldandım.
"Bakalım Ertka’yı görebilecek miyiz," diye fısıldadı Merrill.
Evde tam bir sessizlik egemendi. Yaşlı kadın geri geldi.
"Benimle gelin lütfen. Eşim sizi çalışma odasında kabul edecek."
Dar koridorda, onu izleyerek bir merdivene ulaştık. Sol taraftaki kapıyı açtı. Ardından ilerledik ve yine sola döndük. Thomas Mann'in çalışma odasındaydık.
Muhteşem bir görüntüye açılan camekânlı geniş odayı gözden geçirdim ve neden sonra, masif, karanlık ve tumturaklı bir masanın arkasında oturan Thomas Mann’ın kendisini gördüm. Katia Mann bizi tanıştırdı: işte genç liseliler, dedi; ve bize dönerek, işte Thomas Mann... Mann, başını sallayarak hoşgeldiniz diye mırıldandı. Buddenbrooks'un kapağındaki gibi bej bir kostüm giymiş ve papyon kravat takmıştı. Kuşaklar boyu elden ele geçecek o fotoğrafa bunca benzemesi benim için bir ilk şok oldu. Benzerlik garip olduğu kadar harikaydı. Şu anda da sanki poz verir gibiydi. Ama belleğime yerleşmiş, onu ayakta gösteren o fotoğraf, onu böylesine ince göstermiyordu; nerdeyse bütünüyle saçsız oluşunu, teninin beyazlığını, damarları fırlamış ellerinin üzerindeki lekeleri, gözlüklerinin ardındaki kehribar rengi gözlerinin küçüklüğünü farketmemiştim. Dimdik duruyor ve çok çok yaşlı görünüyordu. Yetmiş iki yaşındaydı.
Kapının ardımızdan kapandığını duydum. Thomas Mann, masasının önünde duran dik arkalıklı iskemlelere oturmamızı işaret etti. Bir sigara yaktı ve iskemlesine yaslandı.
Ve başladık...
"PARSİFAL"İM, "FAUST"UM
Rahatça konuştu. Ciddiyetini, telaffuzunu, konuşmasındaki ağırlığı anımsıyorum; bunca yavaş konuşulduğunu hiç duymamıştım.
Ona Büyülü Dağ'ı ne kadar beğendiğimden söz ettim.
Bunun Avrupa tarzı bir yapıt olduğunu, dünyanın bu yöresine ait uygarlığın gizli kalmış çatışmalarını sergilediğini söyledi.
"Benim algıladığım da buydu,” dedim.
Merrill, en son ne yazdığını sordu.
"Kısmen, Nietzche’nin hayatı üzerine kurulmuş bir romanı yeni bitirdim,” derken her kelime arası uzun birer ara vererek beklemesi kaygı vericiydi. "Oysa kahramanım bir filozof değil, bir kompozitör."
"Müziğe yürekten bağlı olduğunuzu biliyorum,” diye atıldım, böylece bir süre konuşulacak malzeme çıkacağını umuyordum.
"Alman müziği, bu halkın ruhunun hem alçaklıklarını, hem de yüceliklerini yansıtır,” dedi.
”Wagner...” diye söze girdim, bir felakete yol açmaktan korkuyordum; hiçbir operasını görmemiştim, ama Mann'in onun hakkında yazdığı denemeyi okumuştum.
"Evet," dedi masanın üzerinde duran bir kitabı eline alarak. "Gördüğünüz gibi, şu sıralar Ernest Newman’ın yazdığı Wagner biyografisinin dördüncü cildini okuyorum."
Kitabın ve yazarının adını gözlerimle görebilmek için boynumu uzattım. Pickwick’te gözüme çarpmıştı.
"Ama benim bestecimin müziğiyle Wagner’in müziği arasında hiçbir ilişki yok. Benim beğendiğim Schoenberg’in dodekafonik sistemiyle İlişkili.
Merrill, Schoenberg’in bizlerin de ilgisini fazlasıyla çektiğini söyledi. Büyük adam buna bir yanıt vermedi. Merril'in yüz hatlarında alınma belirtisi görünce, bakışlarımla onu cesaretlendirdim.
"Romanınız yakında mı çıkacak?" diye sordu Merrill.
"Çeviren kişi bu işle uğraşıyor."
"Ha evet! H.T. Lowe-Porter," diye mırıldandım.
"Kuşkusuz bu, çevirisi en zor olan kitabım," diye sürdürdü. Bayan Lowe-Porter’u bunca uğraştıracak bir başka yapıt olacağını sanmıyorum."
"Öyle mi?" dedim. H.T.L-P’nin ardında bir kadın isminin yattığını hiç düşünmemiştim.
"Almancayı çok iyi bilmenin yanı sıra, bir de beceri gerektiriyor, çünkü bazı kişileri diyalektlerle konuşturuyorum. Ve şeytan -evet, romanımın kahramanlarından biri gerçekten bir şeytan- XVI. yüzyıl Almancasıyla konuşuyor," diye açıkladı Thomas Mann ağır ağır. Hafif bir gülümseyle ekledi: "Bunun Amerikalılar için fazla bir şey ifade edeceğini sanmıyorum."
Onu ikna etmek istiyor, ama buna cesaret edemiyordum.
Normal konuşması da böylesine yavaş mıydı, yoksa yabancı dil olduğu için mi böyleydi? Ya da çocuklarla, bizim gibi küçük Amerikalılarla böyle konuşmazsa söylediklerinden hiçbir şey anlamayacaklarını mı düşünüyordu?
"Bunu, romanlarım arasında en gö-züpek olanı olarak düşünüyorum.” Başını salladı. "Ve en zorlusu."
"Onu okumak için sabırsızlanıyoruz,” dedim, sözün nihayet Büyülü Dağ'a geleceğini umarak.
"Bu aynı zamanda bir tür son yapıt," diye sürdürdü sözü. Uzun bir sessizlik. Ardından: "Bu benim Parsifal'im, aynı zamanda Faust’um kuşkusuz."
Konuşma "Almanya’nın kaderi"... "şeytansı olan"... "yıkım" ve "Faust’un şeytanla yaptığı anlaşma” ile sürdü. Hitler konuşma süresince birkaç kez gündeme geldi. (Wagner-Hitler sorununa değindi mi? Hiç sanmıyorum.) Elimizden geldiğince, boşa konuşmadığını hissetirmek istedik ona.
Thomas Mann’la aynı odada bulunmak kuşkusuz müthişti, büyüleyiciydi. Ama bir yandan da benzerini hiç görmediğim kadar büyük kitaplığını gözden geçirmek için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Belli etmemeye çalışarak incelemeye koyuldum. Beklediğim gibi, bütün kitaplar Almancaydı; bazıları aynı seridendi ve deri kaplıydı. Ne yazık ki, birçoğunun başlığının ne olduğunu çıkaramıyordum. Şimdi de Goethe’den. söz ediyordu.
Provasını yapmış gibi, Merrill’le hoş bir uyum sağlamıştık, Mann’ın uzun ve soğuk konuşmaları biter bitmez rahat bir tavırla sorumuzu soruyorduk. Bütün söylediklerini saygıyla dinliyorduk. Merrill, o sevdiğim sakin ve sevimli tarzıyla hareket ediyor, hiçbir aptallık yapmıyordu. Kendini utanç verici bir duruma düşüreceğinden kaygılanmış olduğum için utanıyordum. İşi çok iyi çekip çeviriyordu... bense, idare ediyordum işte. Gerçek sürprizi ise Thomas Mann yapmıştı: Onu anlamak hiç de o kadar zor değildi!
Kitap gibi konuşuyor olması beni rahatsız etmiyordu. Hatta bunu tercih bile ediyordum. Beni asıl tedirgin eden, bir edebiyat dergisi gibi konuşmasıydı. Sanatçı ve toplumdan söz edilirken Saturday Review of literatüre'da okuduğumu anımsadığım cümleleri kullanıyordu. Bu dergiyi biraz modası geçmiş buluyordum ama söylediklerinin bana çok duyulmuş sözler gibi gelmesi, kitaplarını okumuş olmamdan ileri geliyor, diye düşündüm. Onu gözümde nasıl büyüttüğümü bilmesi olanaksızdı. Daha önce söylemiş olduklarını niye yinelemesindi ki?
Hayal kırıklığına karşı direniyordum.
Bir an ona, Büyülü Dağ'ı iki kez okuyacak kadar çok beğendiğimi söylemek geldi aklıma; ama sonra bunun aptallık olacağını düşündüm. Ayrıca beni okumamış olduğum diğer kitapları üzerinde sorgulayacağından korkuyordum. Oysa şimdiye dek bize bu konuda hiçbir şey sormamıştı.
"Büyülü Dağ beni çok duygulandırdı," diye atıldım sonunda, şimdi konuya girmezsem bir daha hiç giremeyeceğimi sezini emiştim.
"Bazen bana, en çok beğendiğim yapıtımın hangisi olduğunu sorarlar dedi.
"Evet," dedi Merrill.
"Şöyle söyleyeyim; bunu yakınlarda bir söyleşi sırasında da söylemiştim... Biraz ara verdi. Soluğumu tuttum. "Derim ki, bu Büyülü Dağ"dır." Derin soluk aldım.
AVRUPA’DAN UZAKTA
Kapı açıklı. Rahatlayıverdik. Mann’ın eşi elinde çay ve pastalarla dolu bir tepsiyle içeri girdi, eğilerek tepsiyi duvar boyu uzanan divanın önündeki alçak sehpanın üzerine bıraktı. Thomas Mann, ayağa kalktı, sehpaya yaklaştı ve onu izlememizi işaret etti. Çok zayıf olduğunu gözlemledim. Mann, masanın yanındaki sallanan iskelesine oturdu, ben de Merrill’in yanında gösterilen yere oturmak için sabırsızlandım. Katia Mann, ağır gümüş çaydanlığı eline alarak zarif fincanlara çay doldurdu. Thomas Mann, fincanı dudaklarına götürürken biz de onu taklit ettik. Eşi, kendisine alçak sesle Almanca bir şeyler söylerken kafasını salladı ve İngilizce olarak, "önemli değil” ya da "şimdi olmaz" türünden bir şeyler geveledi. Kadın derin derin içini çekerek odayı terketti.
"Haydi," dedi, "şimdi bir şeyler yiyelim". Gülümsemeden, bize pastalardan almamızı işaret etti.
Kimse konuşmuyordu. Daha önce hiçbir yerde böylesine tadına varmadığım, ağır bir sessizlik egemendi evin içinde. Hareketlerimde ise alışılagelmişin dışında bir sakarlık sezinliyordum. Küçük yudumlarla çayımı içiyor, pastamı kırıntı saçmadan yemeye gayret ediyor ve Merrill'e kaçamak bakışlar yöneltiyordum. Biraz sonra görüşme sona erecek olmalıydı.
Thomas Mann, çayını sehpaya bıraktı, ağzının kenarını büyük beyaz peçetesiyle sildi ve bu büyük ülkenin gücünü, optimizmini ve sağlığını temsil eden genç Amerikalılarla tanışmaktan her zaman mutluluk duyduğunu söyledi. O anda cesaretimi yitirdim. Kaygı duyduğum şey oluyordu İşte: Bizler konuşmanın merkezi haline geliyorduk.
Bize derslerimiz hakkında sorular sordu. Oldukça sıkıntı verici bir konuydu bu. Güney Kaliforniya’da bir lisenin hangi anlama geldiği konusunda en ufak bir fikri olmadığından emindim. Onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Kafasında yeterince umutsuz sorun vardı: Hitler, Almanya’nın yıkılması, sürgün... En iyisi sevgili Avrupası’ndan ne derece uzakta bulunduğunu bilmemesiydi.
HEMINGWAY’İ OKUMALI MIYDIM?
Şimdi de “edebiyatın değeri"nden ve "uygarlıkları barbarlığın güçlerinden koruma gereği"nden söz ediyordu, ben de evet, evet, evet diye onaylıyordum... Burada bulunuşumuzun saçmalığı iyiden iyiye kafama dank ediyordu. Başlangıçta, tek tehlike saçma bir söz söylememizdi. Ama şimdi "çay" töreniyle birlikte utanç verici bir duruma düşme olasılığımız artıyordu. Sakarlık yapacağım diye ödüm kopuyordu ve bu korku beni felç ediyordu. Artık ne diyeceğimi bilmez durumdaydım. Çekilmek istesek ayıp olmaz mı, diye düşündüğümü anımsıyorum. Merrill’in de sergilemekte olduğu rahat tutumuna karşın, gitmekten mutluluk duyacağını tahmin ediyordum.
Ama Thomas Mann, yavaş yavaş, edebiyat konusunda konuşmayı sürdürüyordu. Sözlerinden çok, duyduğum rahatsızlığı anımsıyorum. Doğal oburluğuma gem vurmaya çalışıyordum ama, bir dalgınlık anında, elimi tepsiye uzatıp ikinci pastayı kapıverdim. Mann, başını salladı, "Buyrun, alın" dedi. Korkunçtu. Odada yalnız kalıp kitaplarına bakmak nasıl da hoş olurdu!
Bize en sevdiğimiz yazarların kimler olduğunu sordu ve benim duraksadığımı görünce (aklımda o kadar çok isim vardı ki seçmekte güçlük çekiyordum), şöyle sürdürdü:
şöyle sürdürdü: "Hemingway'i sevdiğinizi sanıyorum. Bence Amerika’yı en İyi temsil eden yazar odur."
Merrill, Hemingway'i hiç okumadığını geveledi. Ben de okumamıştım, ama hayal kırıklığım yanıt vermemi engelledi. Thomas Mann'in, yapıtları romantik filmlere konu olmuş popüler romancı Hemingway’e ilgi duyması öylesine garipti ki Hemlngway’i okunmaya değer bir yazar olarak hiç düşünmemiştim; Thomas Mann’ın onu ciddiye alması aklımı karıştırmıştı. Ama hemen toparlandım, Hemlngway'i onun sevmesi değildi söz konusu olan, bizim sevdiğimizi düşünmüştü yalnızca.
"Öyleyse, sevdiğiniz yazarlar hangileri?" diye sordu.
Merrill, Romaiır Rolland’ın Jean Christophe'una ve Joyce’un Bir Sanatçının Portresi'ne hayran olduğunu söyledi. Ben de Kafka’nın Metamorfoz'unu ve Tolstoy’un din üzerine bazı yazılarıyla romanlarını sevdiğimi söyledim ve onun Amerikalı bir yazar adı vermemi beklediğini düşünerek, Jack London’un yapıtı Martin Eden'i de ekleyiverdim.
Thomas Mann, kuşkusuz çok ciddi gençler olduğumuzu belirtti. Ne kadar da sıkıntı verici bir durumdu! Kaygıyla Hemingway hakkında kendimi sorguya çektim. Onu okumalı mıydım?
UTANÇ VERİCİ BİR OLAY OLARAK
Bu ziyaretin sonu hakkında hiçbir anımın olmaması hayret Verici. Gitme zamanının geldiğini, Katia Mann mı gelip haber verdi, Thomas Mann, artık çalışmasına dönmesi gerektiğini mi söyledi? Teşekkürlerimizi kabul edip bizi odasının kapısına kadar geçirdi mi? Veda sahnesini anımsamıyorum. Belleğim, çay töreninden birdenbire sokağa, arabanın önüne geçişi canlandırıyor. Odanın karanlığından sonra, batmakta olan güneş büyüleyiciydi Saat beş buçuk olmuştu.
Merrill arabayı çalıştırdı. Ziyaretimizin bir zafer olduğu düşüncesindeydi. Bense, utanç duyuyordum, yine de kendimizi rezil etmediğimizi kabul etmek durumundaydım.
On ay sonra, ünlü Doktor Faust'u yayınlanalı birkaç gün olmuştu; Merril’le ben Picwick'e gidip birer adet satın aldık. Kitabı birlikte okuduk.
Çok reklam yapılmış olmakla birlikte, yapıt, Thomas Mann’ın beklediği başarıyı elde edemedi. Eleştirmenler, kitaptan saygıyla söz ettiler ve yazarın ünü Amerika’da inişe geçti. Roosevelt dönemi sona eriyordu; Soğuk Savaş başlangıcındaydık. Thomas Mann geri dönmeyi tasarlıyordu.
Şimdi artık gerçek yaşam diye düşündüğüm şeyin başlangıcındaydım. Ocak ayında diplomamı aldıktan sonra bir sömestr boyunca, Kaliforniya'da Berkeley Üniversitesi’nde okudum ve 1949 Ağustos’unda, Kaliforniya’dan ayrılıp Merrill ve Peter'le birlikte Şikago Üniversitesi’ne geçtim; orada felsefe eğitimi gördüm. Ve sonra... sonra... yaşamım, on dört yaşında öngördüğümün hemen hemen benzeri bir biçimde sürdü.
Ve Thomas Mann Avrupa’ya geri döndü. Eşi Katia Mann'la birlikte on beş yıllarını Amerika'da geçirmişlerdi. Mann, orada oturmuş, ama gerçek anlamda yaşamamıştı.
Yıllar sonra, bir yazar olup başka yazarlarla tanıştıkça, daha toleranslı olmayı ve yazarla yapıtını birbirinden ayıran uçurumun ayırdına varmayı öğrendim. Ancak, bugün bile, Mann'la karşılaşmamız bana hâlâ ahlak dışı ve yersiz görünüyor.
Bu buluşmadan asla kimseye söz etmedim. Yıllar boyunca onu bir giz gibi, iki ayrı insanın, iki hayaletin başından geçmiş utanç verici bir olay gibi sakladım; bu buluşma, sıkılgan, ateşli, edebiyat yüklü bir kız çocuğu ile Pacific Palisades’da oturan sürgün edilmiş bir tanrı arasında geçmişti.
Türkçesi: Fitiz Hayır Deniztekin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder