Daha altı ay önce birbirimize "O ne yapacak?" diye soruyorduk. Saygı gösterilmesi gereken bazı çelişkiler içinde kıvranırken geçici olarak suskunluğu seçmişti. Ancak o seçimlerini ağırdan alan ve seçimlerine bağlı kalan, şu seve seve beklenen adamlardan biriydi. Nasılsa bir gün konuşacaktı. Ne diyeceği konusunda en ufak bir tartışmaya girmeye bile cesaret edemiyorduk. Fakat her birimiz gibi onun da dünyayla birlikte değiştiğini düşünüyorduk: Varlığını canlı tutması için bu yeterdi.
Onunla aramız açılmıştı: Bir küskünlük nedir ki -hiç görüşmemecesine - tastamam bir başka tarzda birlikte yaşamak ve bize sunulmuş olan küçük, dar dünyada gözden yitmek. Bu, benim onu düşünmemi, bir kitabın sayfalarında, okuduğum gazetede onun bakışlarını duyumsamamı ve onun bana "O bu konuda ne diyor? Şu sırada o ne diyor buna?" demesini engellemiyordu.
Olaylara ve mizacıma göre kimi zaman sakınımlı ve üzücü bulduğum suskunluğu, ışık ve sıcaklık gibi bir gündüz özelliğiydi, ancak insansı bir özellikti bu. Kitaplarının bize sergilediği gibi -özellikle Düşüş, belki en güzel fakat en az anlaşılmış kitabıydı— onun düşüncesiyle ya da onun düşüncesine karşı, ancak hep onun düşüncesinde yaşanırdı. Bu, kültürümüzün; evrelerini ve bitim zamanını öğrenmeye çalıştığımız bir devinimin tekil bir serüveniydi.
Yüzyılın ve Tarih’in karşısında, yapıtları belki de Fransız yazınının en özgünlerini oluşturan o upuzun ahlakçılar soyunun güncel kalıtçısıydı. İnatçı, sınırlı, saf, kösnül ve soğuk hümanizmi, zamanımızın yoğun ve çok boyutlu olayları karşısında kuşku uyandıran bir savaşımı ele veriyordu. Ancak bunun tam tersine, reddettiği şeylerde ayak diremesiyle gerçekçiliğin paralarına, makyavelcilere karşı bu çağın ortasında törel gerçeğin var olduğunu ısrarla savunuyordu.
Sanki o, bu yıkılmaz savın ta kendisiydi. Biraz okunsa ve düşünülse, sıkılı yumruğunda sakladığı insancıl değerler kucaklanacaktı: Politik eylemi tartışma konusu haline getirmişti. Ya ona yaka silkilecek ya da karşı konulacaktı: Ruhsal yaşamı canlı tutan bu gerilim tek bir sözcükle kaçınılmazdı. Son yıllardaki suskunluğunun bile olumlu bir yanı vardı: Absürd'ün bu Dekartçısı ahlak anlayışının güvenli sularını terk etmeyi ve deneyimin (pratique) kesin olmayan yollarına düşmeyi reddediyordu. Bunları keşfediyorduk biz ve yine anlaşmazlıkları söylemediğini keşfediyorduk: Zira tek başına ele alındığında ahlak, kimi zaman başkaldırıyı ve yargılamayı gerektiriyordu.
Bekliyorduk, beklemek ve bilmek gerekiyordu: Çok sonraları bir şeyler yapabilmiş ya da kararlara ulaşabilmiş olmasına karşın Camus, ne kültürel alanımızın temel güçlerinden biri olmaktan, ne de Fransa’nın ve bu yüzyılın tarihini kendi tarzıyla betimlemekten geri durdu. Ama biz belki de onun gittiği yolu bilmiş ve anlamıştık. O her şeyi yapmış yalnız yapıtlarıyla- ve her zamanki gibi bundan geriye, her şeyi yapmak kalmıştı. Şöyle diyordu: "Yapıtlarım benim önümdedir." Bu kadar. Bu ölümün kendine özgü utancası insan düzeninin acımasızca yıkılmasıdır.
İnsanlık düzeni bugün hâlâ bir kargaşadır, haksızlık ve güvensizlik doludur, öldürme, açlıktan ölme vardır: İnsanlarca kurulmuş, korunmuş ve uğrunda savaşımlar verilmiştir. Bu düzende Camus yaşamalıydı: Bu adam ilerlemekte, bize tartışmalar açmaktaydı, kendisi de yanıtını arayan bir soruydu; uzun bir yaşamın ortasında yaşıyordu; bizim için, kendi için, düzeni egemen kılan insanlar ve onu reddedenler için, onun suskunluktan çıkıp kararlara, sonuçlara varması çok önemliydi. Kimileri yaşlı ölür, ölümü erteleyen kimileri de yaşanım ve yaşamlarının anlamı değişmeksizin her dakika ölebilirler. Ama bizim gibi kararsız ve şaşkınlar adına, en iyi insanlarımızın tünelin sonuna varmaları gerekirdi. Bir yapıtın kişileri ve tarihsel zamanın koşulları pek seyrek olarak bir yazarın yaşamasını gerektirmiştir.
Camus’yü öldüren kazaya, "utanca" (scandale) diyorum ben, çünkü bu kaza insan dünyasının özündeki en derin gerekliliklerin anlamsızlığını gösteriyor. Camus, daha yirmi yaşındayken ansızın karşılaştığı bir kötülüğün yaşamını altüst etmesiyle saçmayı keşfetmişti - insanın aptalca inkârı. Saçmanın içine düştüğünde o dayanılmaz durumu aklından geçirdi ve işin içinden sıyrıldı hemen. Bununla birlikte bu iyileşmiş hastalık önceden kestirilemeyen ve dışardan gelen bir ölümün altında ezildiğine göre, ilk yapıtlarının kendi yaşam gerçeğini anlattığı söylenebilir. Saçma, artık ne onun kimseye ne de kimsenin ona getirdiği bir sorundur: Saçma, artık suskunluk olmayan bir suskunluk ve artık büsbütün bir hiçtir.
Buna İnanmıyorum. İnsanlıkdışı olan boy gösterdiği anda insanın bir parçası olabiliyor. Yarıda kesilmiş bütün yaşamlar -çok genç bir insanınki bile- aynı zamanda kırılan bir plak ve boş yeri kalmamış bir yaşamdır. Onu sevenler için bu ölümde dayanılması zor bir saçmalık vardır. Kolu kanadı kırılmış bu yapıdan, eksiksiz bir yapıt olarak görmeyi öğretmek gerekecektir. Camus hümanizminin içerdiği ve kibirli mutluluk arayışlarının, ölmenin insanlıkdışı gerekliliği anlamına geldiği ve bunu gerektirdiği ölçüde, bu yapıtların ve onlardan ayırt edilemeyen bu yaşamın içinde gelecek ölümlerindeki varoluşunun her anını yeniden ele geçirmek isteyen bir adamın katıksız ve yengi dolu girişimini göreceğiz.
*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre
*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder