Günümüzde Camus’yü Okumak
Pierre Louis Rey
Camus felsefeciden çok sanatçı olmak istemesine karşın bir biçim yaratıcısı olarak ortaya koymadı kendini. Düşüş konusunda, kendisiyle yapılmış son söyleşide şöyle der: “Biçimi konuya uyarladım, hepsi bu”. İçerikle biçim arasındaki farkı geçmişte kalmış bir şey gibi gören her modern akademisyenin elini kolunu bağlayacak bir ifade. 1938 ile 1941 arasında Camus aynı anda üç yapıt birden ortaya koydu: bir deneme (Sisifos Söyleni), bir roman (Yabancı) ve bir tiyatro oyunu (Caligula). Aslolana, ‘saçma’ düşüncesine daha emin bir yoldan ulaşmak için biçimleri -ya da türleri- çeşitlendiriyordu adeta. İyi niyetli kimseler Yabancı'nın Sisifos Söyleni’nin ışığında okunmasına üzüldüler. Ama Camus’nün bundan incinmesi için bir neden yoktu: Daha 1936’da Defterler'ine şöyle yazıyordu:
“Filozof olmak istiyorsan roman yaz”,
sonra, Sartre’ın Bulantı'sı hakkında şöyle yazacaktı:
“Bir roman imgelere dökülmüş bir felsefeden ibarettir daima.”
Roman türünün düşüncelere göre biçimlenme eğilimde olması onun gözünde bir düşüklük göstergesi değildir, tam tersine:
“Birçok kişiyi romana çeken şey, romanın görünüşte üslup taşımayan bir tür olmasıdır. Aslında en zor üslubu gerektirir roman, bütünüyle konuya boyun eğen bir üslubu. Böylelikle, her romanını değişik bir üslupta kaleme alan bir yazar hayal edilebilir” (Defterler, Mart ya da Nisan 1943).
“Hayal etmeye” hiç gerek yok: Bunun en güzel örneği Camus’nün kendisidir. Yabancı'daki yalınlık, Düşüşteki virtüözlük, İlk Adam'daki liriklik, her defasında farklı bir Camus okuruz. Aiskhylos’tan yirmi yüzyıl, Racine’den üç yüzyıl sonra “modern bir tragedya” kurma tutkusu tek bir biçime dökülmemiştir: Roma’da geçen tiyatro oyunu Caligula henüz tamamlanmadan Camus Yanlışlık ile “takım elbiseli trajik” deneyine girişir, sonra da Sıkıyönetim’deki “gösteride totalitarizmi eleştirir. Böylesi bir esneyip uzama özelliği, edebiyatta akrabalıkları zor fark edilir hale getirir. Camus’nün retorik ve yergi nitelikleri taşıyan yapıtı Düşüş'te “yeni roman'ın arayışlarından esinlenir gibi görünmesine şaşarız; bu türden bir yakınlık kurma, Yabancı için daha uygun düşerdi. Yabancı Düşüş'ten on dört yıl önce yayımlanmıştı, oysa Düşüş Alain Robbe-Grillet’nin başarı kazandığı ilk dönemin ürünüydü. (...) Gerçekten de, Meursault’nun kayıtsızlığının önce nesneleri ve olayları eş düzeye getirdiği Yabancı'nın, trajik bir bilincin yansıdığı bir “insanbiçimcilik”e doğru kaydığını gösterme şerefine Alain Robbe-Grillet erişecekti (Pour un nouveau roman, Editions de Minuit, 1963). Yabancı'nın Fransa’daki ve dünyadaki şansı, hem “biçim”i hem de “konusuyla açıklanabilir. Bazı “yeni romancılar” tarafından taklit edildiği düşünülebilecek bu “beyaz yazı”ya (Roland Barthes) bıkıp usanmadan hayranlık duyarız. Ama yeni romancılarda şeylere yapışıp kalma hali roman kişisini “anlatısal bilinç'e indirgerken, Meursault bizi duygulandırmayı sürdürür (eleştirmen Gaetan Picon, Meursault'nun, Chateaubriand’ın “Rene”si kadar kendi çağını temsil ettiği kanısındaydı). Amerika Birleşik Devletleri'nde Albert Camus'ye ilişkin bir internet sitesinde, “Jüri üyeleri Meursault'yu idam cezasına çarptırmakta haklı mıydı?” cümlesini okuruz. Bir edebiyat uzmanının gözünde gülünç olabilecek bu soru, Yabancı'daki yanılsama gücünü onaylamaktadır. Benzer biçimde, Gustave Flaubert’in elyazılı metinlerini incelemenin yanı sıra, Emma Bovary'den yana ya da ona karşı tavır alarak da yazarın dehası diri tutulmaktadır.
Camus'nün felsefesi ve bağlanması romanlarından çok tiyatro yapıtlarını gölgeler. Sahnedeki jestlerin ve konuşmaların üsluplaştırılması buna çok katkıda bulunmuştur. Doktor Rieux'nün Veba'daki roman evreni tarafından biçimlendirilmiş iç-dökmelerinden ziyade, Kaliayev'in, rolünü hakkıyla oynayan bir aktör tarafından dile getirilen sözleri (Doğrular) bir inanç açıklaması etkisi yapar. Caligula ya da Yanlışlıktaki katil kadın Martha, saçma düşüncesinin basit figürleri (kışkırtıcı ya da karşıt oluşuyla saçmayı öne çıkaran figürler) olarak görülme tehlikesine düşer. Camus ilk tiyatro oyunlarının oynandığı dönemde Sartre'la birlikte Saint-Germain-des-Pres deki kahvelere sık sık gidiyordu. Cahiller Camus tiyatrosunun “varoluşçu” olduğu sonucunu çıkardılar bundan. Neyse ki yanlıştan dönüldü, ama Camus'nün oyunları, edebiyat tarihlerinde, “savaş ertesi düşünce tiyatrosu” başlığı altında yer almayı sürdürmektedir. Eleştirmenler Caligula'nın Comedie-Française'e girmesini (1992) ya da Charles Berling tarafından Theâtre de TAtelier de sahneye koyulmasını selamlarken, yapıttan zevk almak için, oyunun bağlı olduğunu sandıkları felsefeyi unutmak zorunda kaldıklarını itiraf ettiler. Tiyatro yazarının şöhreti romancınınkinden aşağı kalmıyordu. Kanıtı da var: Sanki Jean-Baptiste Clamence seyircilere sahne için tasarlanmış kahramanlarınkinden daha üstün birtakım anlam belirsizliği ve heyecan kaynakları sunuyormuşçasına, Düşüş sayılamayacak kadar çok defa sahneye uyarlandı.
Camus’nün düşüncesi, basında, tiyatrosuna yöneltilenlerden daha da kötü yorumların acısını çekti. Camus’nün “Sisifos Söyleni’nden itibaren, ister istemez, bir ‘düşünce ustası olarak görüldüğünü” söyledi Jean-Claude Brisville, yazarın ölümünden bir yıl önceki bir söyleşide. “Düşünce ustası sözü beni güldürüyor” diye karşılık verdi Camus. Gerçekten de kendini, kuşağının bir Gide’i ya da Barres’i gibi sunmamıştı hiç. Sisifos Söyleni’nin başlangıcında, “saçma felsefesi” yerine tercih ettiği “saçma duyarlığı” kavramını öğretmekten çok göstermeyi seçti. Saçma duygusundan ve başkaldırı gerekliliğinden kaynaklanan siyasal görüşlerine gelince, onun siyasal düşünceleri apaçık gerçek olmanın zararını görmektedir bugün. Herkes (ya da hemen hemen herkes...) köleliğin insanları mutluluğa götüren en emin yol olmadığını kabul etmek konusunda uzlaşmıştır.
Marksist ideolojinin uzun süre baskı altında tuttuğu toplumlarda Camus'nün hiç bitmeyen popülerliği onun yol açıcı işlevini kanıtlar. O kadar sert bir baskıya uğramamış toplumlar Camus olmasa da olur diyebiliyorsa, iyiye işarettir bu. Ama Berlin duvarının yıkılması Batılılara gerçek bir özgürlüğün ufkunu hayal meyal göstermeye yetmedi. Buna inanmak, Camus’nün bağlı kaldığı sol değerlerine ve düşüncesinin trajik karamsarlığına ters düşer. Camus, yaşadığı çağda, Franco İspanyasında da Doğu’da da insan onurunu aşağılamanın, bireysel terörizme ya da devlet terörizmine başvurmanın büründüğü biçimleri eleştirdi. O zamandan beri kötülüğün biçimleri dönüşüm geçirdi; onlar karşısında Camus bize en azından “gözlerimizi açık tutmayı” Öğretiyor.
Yapıtının karşısında aynı bilinçlilik iddiasında bulunmadı; kendisi onlardaki “karanlık yan”ı açığa çıkaramadığı için seve seve değirmenlere bıraktığını söylüyordu yazdıklarını. İlk Adam bu karanlık yanı aydınlığa kavuşturmaya katkı sağlayabilirdi. Albert Camus yapıtlarına verilmesi gereken anlamı zorla benimsetmedi hiç, sadece onlardaki mizah ya da ironinin azımsandığına üzüldü. Nitekim Meursault tarafından bir Arabın öldürülmesinin, bir sömürgeleştirme masalı haline geleceğini öngörmemişti ama Yabancıyı bu görüş açısından okursak yapıtı çarpıtmış olmayız.
Cezayir savaşı konusunda Camus’nün görece suskun kalması eleştirildi. Hem sol cenahtaki dostlarını hem de Cezayir’deki Fransızları çileden çıkarmak pahasına, trajik olana ilişkin duygusunu daha da büyüten bir denge arzusundan hiç ödün vermedi o. Camus Fransızların da Mağriplilerin de dostluğunu korumakta direttiği için, Nanterre’de gerçekleştirilen “Camus ve Siyaset” başlıklı kolokyumda (L’Harmattan, 1986) Tunuslu yazar Albert Memmi’nin başkent Cezayir’de bir “Albert-Camus caddesi” dileğinde bulunduğunu ya da Cergy-Pontoise’ daki “Albert Camus ve XX. Yüzyıl Yazarları” başlıklı kolokyumda (Artois Pıesses Üniversite, 2003) Cezayirli akademisyenlerin ya da yazarların kendisine duydukları minnet borcunu dile getirdiklerini işitmek hoşuna giderdi herhalde. 1956’da Cezayir savaşının tam ortasında, başkent Cezayir de bir “sivil ateşkes” çağrısı yapması etkisiz kalmıştı. Ama bu çağrı günümüzde yankılarını buluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder