YAZMA SIKINTISI


Yazma arzusu, hatta gerekliliği ile bunu yapamama sıkıntısı arasında sıkışıp kalan biri, elinde olmaksızın durmadan “Keşke yapmasam" diye tekrarlayan yazar Bartleby’nin durumunda bulur kendini. Kuşkusuz yazıdan alınan bir haz vardır, ama pek çok yazarda uyandırdığı sıkıntı, çeşitli biçimler altında onları yazma anını değiştirmeye yönelik saplantılı ritüelleri ve uygulamaları çoğaltmaya götürür: kurşunkalemleri yontmak; dolmakalemler denemek; yürümek ya da müzik dinlemek; hep aynı kafede aynı masaya yerleşmek; bir satır yazmadan önce yarım saat, bir gün, bir yaşam boyu okumak; bir gün önce, ya da önceki günlerde ya da oldum olası yazılanları düzeltmek; ancak daha sonra, günün birinde yazılabilirmiş ve kitap her zaman “ertelenebilirmiş" gibi, sürekli olarak yazmayı olanaklı kılacak tatilleri ya da özgür zamanı düşlemek, vb. Narsisizm ve teşhir çoğu kez bastırmaya ve ketlemeye (inhibasyon) üstün geldiğinden, kuşkusuz günümüzün editoryal üretimi yazma sıkıntısıyla ilgili bu fikirleri çürütme eğilimde olacaktır. Ama genelde (oto)biyografik ve/ya da reklam amaçlı “kitaplar”, yalnızca iletişim işlevi için göz önünde bulundurulan sözcükler aracılığıyla kişinin kendi imajını yükseltmeye ya da ortak alanları iletmeye yönelik aynalar olduğunda, edebiyattan söz edilebilir mi? Öne sürülen bir şey yok, simgesel oyun yok, edebiyatın temelini oluşturan sorunsal söylemin dramatizasyonu yok.

Yazı ile söylemin (“metnin keyfi” içinde bile) tartışmasız olmadığını düşünen Roland Barthes, “yazınsal itiraf” aracılığıyla “tatillerde zamanını nasıl geçirdiğini” ortaya koyarak, ironik bir biçimde yazmaya karşı kendi ritüellerini, kendi yan çizmelerini tanımlar;

 “Tatillerde saat sekizde kalkarım, aşağı inip evi açarım, kendime çay yaparım (...). Ardından bir kararsızlık dönemi geçiririm; içimden hiç çalışmak gelmez; bazen biraz resim yaparım, ya da eczaneden kendime aspirin alırım, ya da bahçenin dibinde kâğıt yakarım ya da kendime bir kürsü, bir evrak dolabı, bir fiş kutusu yaparım; böylece saat dört olur ve yeniden çalışırım (...).” 

Jacques Roubaud için yazıya geçişi gösteren, musluk suyunda eritilmiş Nescafe ritüeli ve “sona eren, eğreti gecenin içindeki” tek ışıltı olan açık bilgisayar ekranıdır:

 “Klavyede ‘yazıyorum’ sözcüğünü oluşturan tuşlara basıyorum, ama bunlar yalnızca, kalemle yazılandan ya da kâğıt üzerindeki mürekkepten daha da eğreti bir biçimde, ‘kes’ komutunun her an yok edebileceği bir ‘yazma’ sarhoşluğu uyandıracak kadar eğreti olan günümüzün eloktronik yazısıyla karşımdaki dikey ekranda beliriyor” (La Boucle).

 Yaratılan şey ile “yok oluşu” arasında, yazı adeta, temel olan ve beyaz sayfanın üzerinde ya da bilgisayarın karşısında oynanan sahnenin kayıtsız kalmadığı bir şeyi ortaya koyar. Michel de M’Uzan, yazının, kendini ifade etme arzusuyla kendini beğendirme gereği arasında, okunmak ve kabul görmek için, yazarın kendi içindeki bir iç çatışmanın dramatize edilmesinin ta kendisi olduğunu incelikli bir biçimde göstermiştir: 

“Son derece çatışmalı bir durum, çünkü kendini ifade etmek; dünya ile özne arasında o ana dek varolan bağları tüm gücüyle değiştirmek, saldırmak ve belli bir noktaya kadar başkalarını silip atmaktır, ama bu koşullar altında onların takdir ve sevgisi nasıl elde edilir?


Yaratma yeteneğini engelleyen de çoğunlukla bu onaylanma isteği ve gerçek ya da hayali bir kamuoyu beklentisidir. Camus’nün Veba’sındaki, romanının ilk satırını sürekli yeniden yazan ve okudukça da eleştirmenlerin ‘Şapka çıkaralım beyler!’ diye yerlere eğileceğini düşleyen Grand adlı kahramanı anımsayalım. Colette de, arkasında “bir düzine karton cilt”, “cilt başına iki yüz, üç yüz, beş yüz sayfa” bırakarak ölen babasının açığa çıkardığı sırrı, “bir aczin kanıtı”nı anlatır: "Yüzlerce ve yüzlerce beyaz sayfa... Hayali bir yapıt, bir yazarlık kariyeri serabı." Freud, ketlemeyi iç sıkıntısıyla bağdaştırmış ve onu bir bastırmaya yol açan ben işlevlerinin sınırlanması olarak tanımlamıştır: “Ben, yeni bir bastırmaya kalkışmak zorunda kalmamak için, şu ya da bununla kendi arasındaki bir çatışmadan kaçınmak için, sahip olduğu işlevlerden vazgeçer.” Oysa yüceltme teorisine göre, yaratımda yön değiştirmiş olan cinsel itkidir. Anlaşıldığı kadarıyla, yazı sahnesinde daha karmaşık bir şey, dirim ve ölüm itkisi arasındaki bir çatışma oynanmaktadır. Bir üstben ile bir ben ideali’nin çok çetin uyarmaları, yazıyı felç eder ya da gerçekleşmesini engelleyerek sonuçta onu bir çatışma ortamına dönüştürür. Camus’nün kahramanını umutsuzluğa düşüren eleştirel bakış, Michel de M’Uzan’ın “içsel kamuoyu” diye adlandırdığı, aynı zamanda “hem aracı, hem ithaf edilen kişi, hem de bir anlamda yapıtın yaratıcısı olan”, “kendisiyle ve kendisi üzerinde tüm çelişkili eğilimler oyununun oynanabileceği” bir iç figürdür.

Proust’tan Barthes’a kadar uzanan, Blanchot, Leiris ya da Cioran’ı da içeren yazarlar, yazma zorluğunun ya da olanaksızlığının tespitiyle dolu kitaplar yazmışlardır. Vermeer sergisinde Vue de Delft'i seyrederken, o resim parçası kadar mükemmel tek bir cümle kuramamış olmanın umutsuzluğuyla başı dönen Bergotte’un ölümünü hepimiz anımsarız: “Böyle yazmalıydım işte, diyordu. Son kitaplarım çok kuru, birçok renk katmanı ekleyerek cümlemi kendi içinde değerli kılmam gerekirdi, tıpkı şu sarı duvar panosu gibi.” Leiris bunu, Bataille’ın çizgisinde, ölüm ve dirim itkilerini ve ölümü göze alarak sevgiyi ortaya koyduğu L’Age d’homme’da boğa güreşine benzer bir riske girdikten sonra yazdığı Journal’inde ve özellikle de Biffures’de söyler: “Güttüğüm amaçlardan biri de tam olarak, —gerçekte— nereye gittiğimi anlamak değil mi? (Hedef: tanımlanması gereken şu yumuşak ve bulunmaz nesne - ve bu şeyi tanımlamak onu bulmak olabilir mi acaba?-, yokluğu hayatının niçin bir iç sıkıntısı ve aylaklık, ham hayali geçemeyen bir arzu içinde akıp gittiğini açıklayan nesne keşfedilmesi olanaksız olan ve ölüm korkumun kökenindeki sıkıntılı, yoksun arzuyu uyandıran nesne, bağlanabileceğim ve içinde kendimi unutabileceğim nesne.”

Yazarın sıklıkla (yazma arzusunu) bastırmayla ilişkilendirdiği iç sıkıntısı, aslında onun nedenidir. Leiris kendini aylaklıkla, bir “pazar günü yazarı” olmakla suçlar, aynı şekilde Proust’un anlatıcısı da “vasatlığından”, “boşluğundan” dolayı üzülür ve asla bir yazar olamama  umutsuzluğuna kapılır. “Ölümün sivri iğnesini” ancak Yeniden Bulunan Zaman’da hisseder ve kaybolan zaman sıkıntısının ötesindeki “katıştırılmış zaman”ın bilincine vararak, katedral gibi bir kitap oluşturmak için ‘‘paperol”lerini toplamaya karar verir: “Bu upuzun zamanın kesintisiz olarak benim tarafımdan yaşanmış, düşünülmüş, üretilmiş olmakla kalmayıp, benim hayatım, benim kendim olduğunu, ama dahası her dakika onu kendime bağlı tutmak zorunda olduğumu, baş döndürücü doruğuna tünemiş olan beni desteklediğini, onun yerini değiştirmeden hareket edemeyeceğimi hissettikçe bir yorgunluk ve korku duygusuna kapılıyordum.” Bu zaman ve ölüm bilincini kimi yazarlar yoğun bir biçimde hissedip yazılarında işlerler. 

 Kimi yazarlarda, sıkıntının nesnesine dokunmamak için, yan çizmeler, takıntılı ritüeller böyle başlar. Perec, Düşünmek/Sınıflandırmak’ta (Penser / classer) tüm yazı stratejilerini labirente benzer yapıları, sayma, eksiksiz adlandırma, sınıflandırma, listeleme saplantısını, belki de yalnızca W ya da Çocukluk Anısı ’nda (W ou le souvenir d’enfance) görünmesine izin vereceği şeyi söylemekten kaçınmak için yerine oturttuğu bütün bu yöntemleri bizzat gözden geçirir: Annemi anımsamıyorum. Yazmak konuşmak değildir, hatta söylemenin, “hiçbir şey” dememenin bir yoludur, tıpkı en gülünç anıları üst üste yığmanın (Anımsıyorum) esas olanı unutmaya, hatta yok olmaya bırakmanın bir yolu olduğu gibi. Yazım öncesi ritüeller gibi, Yaşam Kullanma Kılavuzu (La Vie mode d’emploi) ya da Yok Oluş’tâki (La Disparition) gibi karmaşık yazı stratejileri de iç sıkıntısını yok etmeye, anıları beton yapıların içine kapatmaya, yazma arzusunu bir "kabuk-yazı” arkasında gizlemeye yönelik “kurnazlıklar”dır. Hatta W ya da Çocukluk Anısı, Perec onu tefrika halinde düzenli yayınlama baskısını benimsemeseydi kesinlikle yazılamazdı (sonuçta az kalsın öyle olacaktı). Çünkü yazarın kendine dayattığı formel baskılar iç sıkıntısını püskürtme amaçlıdır ve Perec’te bu sıkıntı çok büyüktür, (M’Uzan’dan sonra Perec’in psikanalisti olan Pontalis’in, adını vermeden öne sürdüğü gibi) Winnicott’un “çöküş kaygısı” diye adlandırdığı şeyin sınıfındadır. Bu stratejilerden yola çıkan yazar, bazen az ya da çok inanılır, geç ya da erken bir “itiraf”ta bulunur, Raymond Roussel’in, intiharından sonra yayımlanan Kitaplarımdan Bazılarını Nasıl Yazdım (Comment j’ai ecrit certairıs de mes livres) adlı kitabında yaptığı gibi. Oulipo geleneğine uyan Jacques Roubaud, ilk şiir kitaplarının başında, yazı yöntemini açıklayan bir kitap “kılavuzu” bulundururdu (go oyunu, satranç oyunu, sonenin ya da Japon şiirinin yapısı, vb.), bunun uç örneği de E”ydi: “Bu kitap temelde, bir go oyununun 180 beyaz ve 180 siyah piyonu olan 361 metinden oluşuyor...” Önerdiği üç okuma biçiminden sonra dördüncüsü şöyleydi: “Sonuçta, öncekileri hesaba katmadan, her metni tek başına okumak ya da incelemekle yetinilebilir.”

Yazınsal oyunun ötesinde, tıpkı saplantılı ritüeller gibi formel baskılar da bir “bağ” işlevi görerek, iç sıkıntısının ortaya çıkmasının çözeceği her şeyi doğrudan engelleyebilir (ayrılık sıkıntısı, ölüm sıkıntısı). Roubaud bunu, Siyah Bir Şey’de (Quelque chose de noir) bir afazi dönemine değinirken çağrıştırır:

“Senin ölümünden sonra tam anlamıyla sustum / Neredeyse otuz ay boyunca konuşamadım. Artık kendi söyleme tarzım olan şiir dilinde konuşamaz olmuştum / Şiirce konuşmaya yirmi iki yıl önce başlamıştım / Bir başka ölümün ardından.”

Çünkü yazar, Boğuk Sözler'in (Sarah Kofman) içinde ölmemek için, bilincinde olsun ya da olmasın, sık sık Yazı ile Yaşam arasındaki olanaksız bir seçimle karşı karşıya kalır, Semprun bunu çok görkemli bir biçimde ifade etmiştir: 

“Yazı ile yaşam arasında bir seçim yapmam gerekiyordu, ben bunu seçmiştim. Hayatta kalmak için uzun bir afazi, amnezi kürünü seçmiştim.” 

Yazmamak, ya da yazmadığını yazmak, sonuç olarak kendini bir iç sıkıntısından korumak ve belki de yazının ortaya koyduğu çöküş riskini sezmektir. Leiris kendini aylaklıkla, Proust yüzeysel zevklerle oyalanmakla, Barthes yazmak yerine fişler üretmekle, ya da Perec “kurnazlıklar” hayal etmekle suçlarken, tek yaptıkları yazma zamanını geciktirmek, ya da basit bir biçimde kendini korumak, belki de hayatta kalmaktır. Marcel Benabou, ironik başlıklı kitabı Kitaplarımdan Hiçbirini Neden Yazmadım’da (Pourquoi je n’ai ecrit aucun de mes livres), “onun istediği, gönül rahatlığıyla yazınsal etkinliğe girişenlerde —hafif de olsa, geçici de olsa— bir huzursuzluk, bir rahatsızlık yaratmak ve tam tersine yazamamaktan mustarip olan herkesi biraz huzurlu kılmaktı” derken, yazmanın olanaksızlığı sorusunu yanıtlamaya çalışıyordu. Bu rahatsızlığı bazıları uç noktada duyarken, kimisi hiç duymaz. Ama Oulipocuların takipçisi, “kitabını” yazamamanın Proustvari sıkıntısını bizzat hissediyor ve kendi kitabını, yazma sıkıntısıyla ilgili şu kesin sözlerle bitiriyordu:

 “Yani, yazmak istediğini yazmak, şimdiden yazmaktır. 
Yazamadığını yazmak da, yine yazmaktır.”

*
Agnes Verlet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder