Camus Yaşasaydı...



Bernard - Henri Levy / 14 Ağustos 1993

Camus yaşasaydı... 

80 yaşında olacaktı. Levi -Strauss’tan beş, Julien Green’den on, Ernst Jünger’den yirmi yaş genç. 4 Ocak 1960’daki korkunç araba kazasından sağ kurtulacak ve Bodard, Robles ya da Jules Roy ile ruhen aynı yaşta olacaktı.

Onu saçları ağarmış olarak düşlüyorum. Onurdan ve utkudan hafifçe palazlanmış. Ama aynı gür saçlarla. Aynı serserice bakışla. Yürüyüşünün heybetini vurgulayan düşünceli filozof cüssesiyle. Paradoksal biçimde onu gençleştiren kara - ayak aksanının dönüşü. Gönüllü olarak “antika” rolü oynasa da, zamanla, bir tür ulusal anıta dönüşme düşüncesinden - o, ki uzun süre çamur atılmış, küçük düşürülmüştü - nefret etmese de, eminim, dünya ve insanlara tutkusu el değmemişliğini koruyordu.

Bu hafta, örneğin. Bu gürültüsüz patırtısız 15 Ağustos haftasını, her yıl olduğu gibi Lourmarin’deki evinde geçirecekti ve ilke olarak, kendini Anılar’ına adaması gerekecekti. Birleşme ve sakıncaları üstüne “bir Alman dosta mektup” göndermek; Bosna’da “ateşkes”e çağrı yapmak için uygun aracı buldu. Marsilya’da, bir Albert Camus lisesini törenle açma önerisini reddetti. Biyografi Jean Lacouture’le uzun uzun görüştü, özellikle kadınlarla ilgili bölümler üzerinde durdu. Aşırı sağın dönüşüne karşı uyanık olma çağrısını imzalamayı reddetti -“ben asıllarını tanıdım! Müsveddelerinden mi sakınma mı istiyorsunuz?”; buna karşın, sevgili Cezayir’ini yasa boğan bir dizi cinayete dikkatini çekmeye gelen Oranlı entelektüellerden oluşan delegasyonu hararetle kabul etti - “içinizdeki Fransa’dır, öldürülen; Fransa, ben yaşadığım sürece sizi terk etmeyecek”.

Çünkü bu sorun onu açıkça altüst ediyor. Öyle çok görüntü birdenbire...öyle çok anı ve yüz... Ona gösterdikleri bu fotoğraflar takip edilen ya da öldürülen bu yazarlar - bunlar “onun” Cezayirlilerinin çocukları; bazıları torunları; ama bu hep aynı Öykü değil mi? Sürüp giden aynı dram? Güneşli yüzü her zaman vardı Cezayir’in. Evrenselle yakınlığı. Grekoromen Avrupa için hala gözlerinden yansıyan “Tipasa” kıyısı var. Ama cinleri de var. Korkutucu taşkınlıkları ki tatlı anılara dönüverir. Söylemekten çekiniyor biraz, çünkü yeniden alay edecekler onunla: “Camus ve sabit fikirleri! Camus ve saplantıları!” Ama onun için kozlar Fransızların boşalmasından bu yana oynandı ve o, kozmopolit tohumlardan vücuda geldi. Öyleyse özünde tutuculuk mu? Bu değişmeyenin takıntısı! Saflığın manyak tadı! Eh iyi, bu mani, “adalet” kisvesi altında, Cezayir topraklarını sözde yabancı gövdelerinden arındırdıkları zaman başladı.

Aynı hafta Le Point tarafından, günümüz dünyasını tehdit eden temel tehlike sorulduğunda şöyle yanıt verdi: Yeni tehlike, tutuculuktur. Oh, sadece dinsel tutuculuk değil. Daha güçlü bir nedenle Müslüman tutuculuğu da değil. Hayır. Genelde tutuculuk. Bu nitelikte bir saflık isteği. Robespierre’cileri, daha sonra komünistleri ve Nazileri silahlandıran. İran ya da Kamboçya ya da Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de eyleme geçen. Çünkü bu başkaldırı gibi, saflık gibi. Kesinlikle başkaldırı gibi. Rimbaud’nun gözleriyle görüldüğünde müthiş. Onu ele geçiren Netchaievler ya da Saint -Justler olduğunda korkunç. Komünizm öldü, kuşkusuz. Ama Netchaiev yaşıyor - barbarlıkların değişmezi - politik anjelizmiyle.

Camus, komünizmin ölümünden sevinç duyuyor, dile getirilmese de böyle. Duvar’ın iyi zamanlarına ve “düzen”ine ağlayacak olan o değil. Ama, gerçekten bayraklar asmaması herkesi şaşırttı. Düşmanları, dostları gibi bir utku metni bekliyordu. Sartre ve diğer Jeansonlara, otuz yıl sonra, “Size söylemiştim” türünden bir taşı gediğine oturtma. Ama tıs yok. Buna karşılık şaşırtıcı olan yorumlarının ölçülü, melankolik tonu - orada da, Avrupa’nın olağandışı özgürlüğü için ödeyeceği bedeli tahmin eder gibi. “Tehlikenin ortaya çıktığı yerde kurtarıcı da ortaya çıkar.” der her zaman sevdiği Hölderlin’in bir dizesi. Zaman geçtikçe bu sözü dönüştürür: “Barışın geldiği yerde tehlikeler de ortaya çıkar.”

Ulusçuluk, örneğin. Ona çok güzel anlatıldı dönüşün, komünizm tarafından aşağılanmış, köksüzleştirilmiş halklar için kaçınılmaz olduğu: Onda şaha kalkan bir şey var - dünyanın eski vatandaşı, Gary Davis’in arkadaşı her şeyden elini eteğini çekmedi.

Popülizm. Onun da bildiği gibi popülizmin içinde o güzel “populus” (halk) sözcüğü var. Ya populus’un “izm”i? Halkın kültü, dini mi? 50’li yıllarda bildirdiği ve tüm tiranlıkların anası olarak gördüğü Tarih’in bu idolleştirmesi gerçekten yeğ midir?

Ve sonra ruhların düzensizliği. Toplumsal ahlakın çöküşü. Gevşeyen toplumsal bağlar, her yerde sallanıyor. Camus, her zaman ahlakı ahlakçılıktan ayırmayı savunmuştur. Ama şu paranın saltanatı! Devletin yüreğindeki çıkarcılık. Göz boyayıcılar tarafından doğallığı bozulmuş ideal sportif kendisi! Daha ne diyordu? Evet... futbol sahası, tiyatro sahnesiyle birlikte, masumiyet duygusuna kapıldığı tek yerdir dünyada...Eh iyi! Ne acı alay... Ne kadar uzak şimdi, Cezayir kentinde, Belcourt Mahallesi’nde centilmence maç saatleri.

Tapie diye biri onu görmeye gitti geçen gün. Ne istiyordu hakikaten? Kendini anlatmayı herhalde. Bir tür destek arama. Sonuçta antipatik değil çocukcağız. Serseri yanı onu rahatsız etmedi. Ve her şeyden önce bu haliyle ona verilen şöyle dedi (neredeyse kelimesi  kelimesine onun sözlerini aktardığını biliyor muydu?): “Karl Marx’tan değil, sokakta öğrendim ben yoksulluğun ne olduğunu.” Ama kendini savundu tabii bu sempatiden. Ve diğeri ona OM’nin (0lympique Marseille) onursal başkanlığını önerdiği zaman, nazikçe ama katılıkla onu savdı.

Camus, seksen yaşında. Ünlü kazadan beri pek felsefe yapmadı. Daha çok romanlar. Bir tiyatro. Sinema. Yeni tutkusu.  "Yabancı"nın uyarlanma hakkını kimseye bırakmayacaktı ya da daha kötüsü Jean Luc Godard tarafından. Casablanca'nın yeniden çevriminde Bogart'ın rolünü  üstlenecekti. Ama bu noktada, benzer bir bozgun karşısında, kimsenin karışıklıkları ve verilen sözleri tutmadığı bir dünyanın tükenişi karşısında, son bir kez daha felsefe yapma riskini göze alma zorunluluğuna ve seçme hakkına sahip olmadığını hissediyor. Hiç sahip olmayan birine anlam vermek mi? Dar zamanlar için bir politika, bir etik icat etmek mi? Şimdiden ilkbaharla eksikliğini duyacağımız kitabı duyuruyorlar: İlk insan mı, son insan mı? Başkaldıran İnsan'ın dönüşü?



Camus, bugün

Enis Batur



Albert Camus 1913'te doğmuş, 30’una varmadan "Yabancı'yı ve “Sisyphos Efsanesi”ni, 35’ine varmadan “Veba"yı, 40’ından önce “Başkaldıran Adam'ı yazmış. 44 yaşında Nobel ödülünü kazanmış, 46 yaşında bir araba kazasında ölmüş:

4 Ocak 1960.

Şanslı bir yazar: Yolunu çabuk bulmuş, yolunu genç yaşta açmış, bunu pek önemsememiş olsa bile üne, saygınlığa ve yaygınlığa kavuşmuş, yapıtının dünyanın dört bir yanında yankı topladığına, etki alanı kurduğuna tanık olmuş.

Şanssız bir yazar: Genç sayılacağı bir yaşta pisipisine ölmüş! daha da olgun yapıtlar vereceği bir döneminde (peşpeşe yayımladığı “Yaz” ve “Düşüş” bunun açık kanıtları) kalemi durmuş.


Ölümünün ardından 30 yılı aşkın bir süre geçtiğine göre sorabiliriz: Albert Camus, bugün, yaşadığı dönemde olduğu ölçüde etkili sayılabilir mi? Dünyada ve burada yapıtının etkisi gerilemişse, bunun gerekçelerini tanımlayabilir miyiz?

Bana öyle geliyor ki, Camus’nün yazdıkları paradoksal bir durum ortaya koyuyor bugün. Anlatılan, denemeleri, felsefi metinleri neredeyse “klasiklerin ürünleriyle kıyaslanabilecek bir mesafe ile okur karşısında duruyorlar: Herkes tanıyor, biliyor, önemsiyor da Camus’yü, sanki kimse okumuyor. Shakespeare’in, Dante’nin ya da Goethe’nin Zaman’ı aşmış, bütün çağların üzerinde yol alan geçerliliklerine eşdeğer bir konum veriliyor gibi Camus’ye. Şüphesiz, bu genel yaklaşımın büyük bir “rütbe” olduğu, asri bir yazarın klasikler katına bunca kısa süre içinde çıkarılmasının gücünün kabul gördüğüne işaret ettiği hemen söylenebilir.

Açıkçası, pek öyle düşünmüyorum ben. Camus’nün klasikler düzeyine yerleştirilmesine karşı çıkıyorsam bunun en önemli nedeni onun günümüze, günümüz sorunlarına bütün klasikleşmiş yazarlardan daha sıcak ve yakın duruyor oluşundan kaynaklanıyor.

II. Dünya Savaşı sonrası egemen olan medyatik ve teknolojik hızlanma hem iletişim ağını güçlendirdi, hem de imgelerin yıpranma ritmini enikonu artırdı. Sanat, edebiyat ve düşünce bağlamında 'moda’ların üretilmesine, kimi yazar figürlerinin yapıdan tam sindirilmeden yerlerini yenilerine bırakışlarına tanık olundu.

Camus’nün de başına gelen biraz budur: “Saçma” ana temasının büyüteç altına alınması nedeniyle yapıtının önemi daraltılmış, onun günümüze de uzanan çanakçı pek çok yaklaşımı unutulagelmiştir. Oysa, başkaldırı ve boyuneğiş kutupları arasında gitgide ezilerek XXI. yüzyıla yaklaşan bireyler ve toplumlar için Camus’nün yapıtında pek çok anahtar gizlenmektedir.

Bizim kilitlerimize de, başkalarınınkine de. 

Bu sözlerim, Camus’yü ondaki düşünüre indirgediğim anlamını doğursun istemem. “Yabancı”dan “Veba”ya ve “Düşüş”e giden çizgide, anlatılarının da önemlerinden bir şey yitirmediği kanısındayım. Aynı gözlem, bir dönem isimleri handiyse bitişik kılınmış Sartre için geçerli görünmüyor bana, sözgelimi. “Sözcükler” bir yana, Sartre’ın romanesk dünyası düşünsel girişiminin altında ezilmiş, doğurgan bir kimlik oluşturamamıştır. Buna karşılık, güçlü yapıları ve titiz ekonomileriyle Camus’nün öykü ve romanları okunabilirliklerinden pek az şey yitirmişlerdir. Şüphe yok ki kahramanlarının simge değerleri bir ölçüde abartılı ya da aşınmış bulunabilir; bana öyle geliyor ki, farklı anlayışlarla da olsa, dönem dönem anlatı yazarının uğramadan edemeyeceği bir duraktır bu da. Kaldı ki Camus’nün kahramanları romans yükleri bile isteye daraltılmış modeller olarak örneğin Beckett’inkilerden çok da uzak bir düzleme yerleştirilemezler: Belki biraz daha misyoner kılmıştır onları Camus'nün düşünsel / eylemci kişiliği, gene de soyutlama düzeyi gözden uzak tutulamamıştır burada.

Gene de, Camus’den bugüne uzanan canlılıkta aslan payını ondaki düşünür denemeci tutuyor, diyebilirim. Son yarım yüzyıl içinde yaşananlar, yeryüzündeki kronik çalkantı çerçevesinde bireyin trajik duruşunu pekiştirdi sanıyorum. Üstüne üstlük, bu pekişmenin yaygınlık kazandığı gerçeği de var şimdi: Global dünya gerçekliği yalnızca Avrupa insanını değil, canı yanan bütün dünyalıları aynı kahırlı zeminde buluşturuyor artık: Herkesin içinde bir Akhilleus ya da Helena bekliyor ve geçip giden zaman Camus’nün bakışını doğruluyor.

Onun, belli bir konjonktür içinde başkaldırıya eğilişiyle, günümüzde, hegemonyası önünde öfkelenmekten öte bir çıkış bulamamanın aczini yaşadığımız boyuneğiş’in utkusunu yüzyüze getirmeliyiz. Bir kez daha “saçma”yı besleyen, semirten bir “haksızlık” okyanusundayız. Sorunumuz, olsa olsa Camus’nün didiklediği bu kavramlara yeni “nüans”larını yüklemekle ışığa kavuşabilecektir.

Umut ve umutsuzluk kefeleri için de öyle, terazinin. Hayatımızın, başkalarının hayatının yaptıklarımızın ve yapılanların, kuranların ve yıkanların ahlak’ı için Camus’nün yazdıkları hala başvurulası kaynak. Nerval’in “siyah güneşiyle Camus’nün değişken güneşi arasında, hele Akdenizliler için, “Yaz” şimdi bile en büyük rıhtım değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder