Yaralı Kuş -
Lizbon'da Bir Hafta
ENİS BATUR
1
Herşey, Milano Garı’nın iki sokak
ötesinde, 1930’ların başında inşa edildiğinden bu yana hiç bakım görmemiş bir
işhanının dördüncü katındaki seyahat acentasında, 1998 yılının 29 Aralık günü
başladı. Paris treninden uykusuz geçmiş bir gecenin sonunda perona ayak basan
adam kararlı adımlarla istasyon binasını terketti, bir tanıdığının fosforlu
kalemle üzerini çizdiği güzergâhı şehir haritasında son bir kez gözden
geçirdikten sonra ayazın kol gezdiği meydanı yanlamasına katetti, beş dakika
geçmemişti ki, üzerinde “İz Bırakmayın!” yazılı rengi atmış bir etiketin
durduğu kapının zilindeydi parmağı.
Seyahat acentası, “kaçınız, bu
sizin hakkınız” sloganından hareketle kendi özel çalışma alanını yaratmış,
gerçek işlevini üstükapalı biçimde yerine getirmek durumundaki bir kuruluştu.
Yaklaşık kırk dakika süren mülakatın aşama aşama konuya girilen, daha doğrusu
yaklaşılan sürecinin bir noktasında, Signora Florinda ana soruyu birden
yöneltti: “Bu karara nasıl vardınız?”
Adam içini çekti, kendisine
gereğinden fazla sürmüş gibi gelen bir sessizliğin ardından, dolambaçlı bir yol
çizerek gerekçesini dile getirdi: “Fikir yıllardır, vatandaşınız Antonioni’nin
Profession: Reporter filmini göreli beri, içimde, daha doğrusu dibimde bir
yerde işliyordu. Bilmem o filmi görmüş müydünüz, anakişiyi oynayan Jack
Nicholson BBC adına Orta Afrika’dayken, geçici olarak aynı odayı paylaştığı bir
petrol mühendisinin öldüğünü farkedince kimliğini onunkiyle değiştirir, bir
bakıma geçmişinden kurtulmak ister...”
Sözün burasında, berbat bir
gülümsemeyle araya girdi Signora Florinda: “Biliyorum bayım, o filmi ben de
gördüm, ama unutmayın ki, bu seçimi yüzünden ötekinin hayatını yaşayacağına
ölümünü yaşamıştı Signor Nicholson, sizi bu karara getiren tam nedir?”
Birdenbire çöktü adam, sırtını
koltuğa yaslayarak bir sigara yaktı önce, ardından duvardaki boş bir çividen
kalma deliğe gözlerini dikerek birkaç kısa cümle kurdu:
“İçim ağrıyor benim. Kendimi bu
kalıbın içinde bir daha düzelemeyecek kadar boşalmış, yenik hissediyorum.”
Yılların verdiği deneyim, kadına
daha fazlasını kurcalamak için neden bırakmamıştı- “Anlıyorum” dedi: “Pasaport
fotoğrafları için üst kata çıkmamız gerekiyor.”
Yeni kimliği Elviro Guarçez ile
dünyanın dört bir ucuna gidebilmek varken, biraz gülünç biçimde iki günden
beri yeni vatanı sayılan, bugüne dek hiç görme fırsatı bulamadığı Portekiz’e
gitmeyi seçmesinde aslına bakılacak olursa hiç şaşılası bir yan yoktu. Madrid
üzerinden Lizbon'a yönelen uçakta, önlenemez bir susuzlukla üstüste buzlu viski
içti; birazı, hiçbir vakit yenemediği uçak korkusundandı bunun, birazı da yeni
durumunun ona sağladığı, kaynağını henüz bulamadığı, yitip gideceğinden
çekindiği yaşama sevincinden geliyordu. Bir ara, “artık ben değil de bir
başkası olduğuma göre uçaktan korkmasam da olur herhalde” diye düşündü,
etrafındakilerin farkına varacağı biçimde güldüğünü sezince bir an durakladı,
ama uzun sürmedi bu, kendini gevşemeye bıraktı bütünüyle, hiçbir zaman böyle
olmamıştı.
Jean-Didier Urbain’in, adını
adresini vermeksizin Milano’daki acentaya da değinen nefis kitabı Yolculuk
Gizleri - Yalancılar, Meydan Okuyucular ve Öteki Görünmez Yolcular çıkalı altı
ayı geçmişti. Ben (kim miyim ben?), Pascal Bruckner’in 98 Temmuz’unda Le Nouvel
Observateur'de yayımladığı övücü ama eleştirel tonlu yazısını okuduktan sonra
kitabı edindim. Bir toplumbilimciydi Urbain, daha önce “bir kültürel uzam
olarak mezarlıklar” üzerinde çalışmış, bu kez konunun şehvetine kapıldığından
mıdır nedir, enikonu dolantılı, lâfı uzatan bir anlatıma kendini kaptırmıştı.
fotoğraflar: E.B.
Öte yandan, yolculuk da böyle
birşeydir özünde, hattâ yazmak da öyledir diyebilirim (sahi, kimim ben?), ne
denli kestirmeden gitmeye çalışsanız boş çaba: Durmadan kaybolursunuz.
Kayboldukları, ya da dolantılı yolları seçtikleri için kendilerine, kendilerine
eşlik edenlere içerleyenlere rastlanır, oysa her yolculuğun çekirdeğinde bekler
kayboluş dürtüsü, bilmediği görmediği yönleri nasıl bulur, tanır yoksa
insanlar? Tanımak sözün gelişi ayrıca, oturduğumuz evleri, sokakları, şehri ne
oranda tanıyabiliriz - belki kaybolmayız artık, zamanla belleğimize kazılmış
ama içerikleri kesinlik kazanmamış görüntüleri peşpeşe getirebildiğimiz, yön
duygumuza, az çok da gövdemize yer etmiş refleks kırıntılarıyla hareket
ettiğimiz için yolu kendiliğinden biliyoruzdur. Soralım bir de, aynamızın önüne
geçip: Üst kattaki dairenin perdeleri ne renk, az ilerideki ayakkabı
tamircisinin yanında hangi dükkân var, sokağımızda gece en geç ışığı sönen
pencerenin arkasında kim oturuyor?
Urbain’in kitabının anasavı
önemli: Yolculuk, bir çıkış noktasıyla bir hedef arasında, sonra da ters yönde
yaşanan bir çifte-yer-değiştirme eylemine indirgenemeyecek denli çetrefil bir
örgüye dayanıyor: Kişi, yola çıkarken, kendi kimliğinin sınırlarını zorlamaya,
içeriğinden uzaklaşmaya ya da taşmaya yöneliyor - yoldan çıkmak istiyor. Peki,
görünmez ya da izlenmez olduğumuza bizi yolculuk yolculuğunda inandıran ne?
Çarkımızın, devridaimin, bizi gözetlediğini bile unutmuş, gene de bizi gözetlemeden
edemeyen çevremizin sınırlarının ötesine geçiyor oluşumuz mu?
Elviro Guarçez, uçak Lizbon’a
doğru alçalırken sızdığını farkederek heyecanla yerinde dikiliyor.
Bir şehir neresinden başlar?
Saçlarının dibinden mi? “Kekik gibi mi koktuğunuzu sanıyordunuz, kan kokuyor
saçlarınızın dibi.” Bacaklarının arasından mı? Bir kokudan değilse, bir
renkten, yoksa bir sesten mi? Yazmıyor işte bunlar, hiçbir rehberde. Lizbon’un
dişi mi erkek mi olduğu bile. Yeni yayımlanmış bir kent rehberini katediyorum,
bir yandan da gözucuyla Pessoa’nın Lizbon'uyla karşılaştırıyorum okuduklarımı.
Kılavuz kitaplar benim gibiler için yazılmıyor ne yazık ki, Pessoa bile
1930’lu yılların gezmenlerine yönelerek İngilizce kaleme almış kitabını,
içinden kendi hayaletini esirgemiş.
Pessoa, herkes bilir, “kimse”
demek. Bir de “hiçkimse” demek. Persona. Şahıs, o isme seçilmiş miydi, bendeki
antiPlaton arasıra bu tür muammalara gidip çarpmaya bayılır, ayrıcalık
kuramları için biçilmiş kaftandır zihnim.
Lizbon, Pessoa üzerinden geçiniyor
diyecek değilim, ama son yıllardaki evrensel tutamağı o şapkalı, pardösülü
siluet. Bu küçük memuru, Bartleby’ın canlı nûmunesi, hayatındaki tek kadını
uğruna feda etmeyi göze aldığı yazısıyla, yaşarken sandığını doldurduğu 27583
manüskriyle yapılası şeyi yapmış diyebilir miyim?
Beni içyaşantısı ilgilendiriyor herşeyden
fazla. Bir satır olsun yazmasaymış, öyle yaşamış olduğunu bilmek, ona yakıcı
bir yakınlık duymama yol açardı. Ama, tanıyabilir miydim bu
durumda onu? O, bunca irtifa farkı yaratabilir miydi,
yazdıklarını yazmamış olsaydı? Yazmadan onca yaşayabilir miydi, kısacası?
Bütün yaşamını bu şehrin
sokaklarında, sonuncusunda tam yirmibeş yıl yaşadığı birkaç odada geçirmiş. En
son bulgulara bakılırsa, 37 takma isim kullanmış. Bir artış mı seziyordu
kendinde? Cılız, sayrıl bünyesinin, “Kimse”de değilse bile, bu kimsesizleşmenin
parçalarından birinde daha alımlı bir hayata hak kazanabileceğini mi umuyordu?
Şehrin şahdamarlarından birinden,
Avenida Liberdade’den yukarı, bir tepeye doğru sapmış; uzun, sarmal bir sokağın
peşisıra, yukarılardan sarkan çılgın begonyaların esrikleştirici kokusu altında
ilerlemiştim — birden kendimi mendil kadar bir meydanda buldum ve gözüm, hızlı
bir bulut gibi geçip giden bir kadının görüntüsüne takıldı, kalakaldım. Philip
Larkin’in, kıvılcımı sonradan “Fotoğraf’a da sıçrayan hikâyesindeki durumu
anıştıran bir vahâ açılmıştı önümde: Ofelia Quarroz, köşede yitip gitmişti,
kıpırdayamamıştım. “Sizi tanıyorum. Onun için özledim ya sizi, şimdiden.”
4
Elinde çantası, dört saatlik
yürüyüşün sonunda tükeniyor soluğu ve enerjisi. Duque’nin aşağıya yönelen
merdivenlerinin hemen başında gözüne çarpıyor üç dilde yazılmış ileti: Casa de
Hospedes / Rooms / Chambres. Üçüncü kattaki çift pencereli, biri dar balkona
açılan geniş cepheli odayı belirsiz bir süre için tutuyor ve sırtüstü yatağın
üzerine uzanıyor, üstündekileri çıkarmaya kalkışmaksızın. Tavandan sarkan tozlu
ampul usul usul kayboluyor.
Lizbon’dan ilk renk tayfı: Uçuk
yeşil, uçuk sarı, uçuk mavi... bir karışım.
İlk ses bilgisi: Bir tür uğultu,
durmadan akan bir yeraltı suyunun uzak homurtusu.
Koku henüz yok. Koku, kokular var
da, daha tada varmamış, adı koyulmamış bir haldeler.
Aynı, Fernando’nun aylarca ufacık
işyerinde farkına varamadığı -Pessoa, çünkü bakmazmış— Ofelya’yı, bir gün bir
fotoğraf karesinde keşfedişindeki gibi, herşeyin yerliyerine oturması vakit,
vakitler ister.
Bir duruşmuş fotoğraftaki: Ofelya
dirseğini masaya dayamış, sağ eliyle ağzını kapamış, küçük siyah gözlerinin
içinden yaralı bir kuş geçiyor, sanmış.
Neden sonra havanın kararmış
olduğunu anlıyor.
5
Akşamdan gecenin dibine doğru
Lizbon. Berber dükkânlarına, tütüncülere, aşevlerine, batakhane sokaklarındaki
loş barlara, iki-üç katlı mütevazı evlere ve büyük, bakımlı 1900 apartmanlarına
dikkatle bakıyorum: Şehir kafamın içinde biçimlenmeye başlıyor. Alain Tanner’in
Ak Kentimdeki gibi, rıhtımdan yukarı dar, yılansı sokakların labirentinde
dolaştıkça Tarlabaşı’nı, Malta’yı, Napoli’yi, gene Galata’yı, Bornova’yı parça
parça toplayıp ucuca getiriyorum. Bütün bu benzerliklerden taşan bir ayrılık,
ayrıksılık var neyse ki: Yumuşak, Lizbon, gerginlik istemiyor sanki insanları,
berduşları bile sessiz oturmayı yeğliyorlar.
Ertesi sabah, Rua da Carida’dan
önce yukarı, sonra sağa sapıyor, Rua da Candal de Sâo Jose’de, yerde, kaldırım
taşlarının üzerinde bir kumru ölüsü görüyorum. Bu ıssız sokaklar küçük piyano
parçalarını düşündürüyor bana, sözgelimi Wilhelm Kempff'in piyano için düzenlediği
Bach’ın koral prelüdlerini, Ofelya yumuşak adımlarla yanımdan geçip, yarım metrekarelik
bir kuaför dükkânına giriyor. Baixa’ya kadar, yukarıdan yürümeyi sürdürüyorum.
Martinha da Arcada’ya vardığımda,
dört bir yanı Pessoa’nın büyütülmüş fotoğraflarıyla kuşatılmış mekânın bir
köşesindeki bir masaya oturup, neredeyse büzüşüyorum.
6
Odeon
kavşağındaki otelin
dördüncü katından, orta pencereye dayalı küçük ahşap masanın
ardından, çırılçıplak oturmuş, soruyor:
“Hangimiz hangimiz?”
Soruyor ya, soru da sayılmaz bu; biribirilerine yaklaştıkları,
değdikleri, ara ara çakıştıkları oluyor; an geliyor uzaklaşıyor, kopuyorlar
biribirilerinden. Parçalar, bir bütünün vazgeçilmez çelişkileri. Martinha da
Arcada’da ilk oturduğu günden bu yana topu topu iki ay geçmiş. Orada, bir kez
daha gözden geçirmişti Pessoa’yla ilgili kafasında birikmiş olanları: Lizbon'un
onun varlığını sömürdüğü, efsanesinin üzerinden okumuş gezmenleri çağırdığı
söylenebilirdi belki - gene de, insafsız bir yaklaşım olurdu bu, karşılıklı
bir aşk yaşanmıştı sonuçta, her ne kadar Şehir en derin aylağını tanıyıp meşrulaştırana
dek epey zaman yitirmişse de, bütün benzeri öykülerde aynı kayma geçerliydi:
Kavafıs’i İskenderiye tam ne zaman öğrenmiş, yerliyerine koyabilmişti?
Asıl ürkütücü gelen, Pessoa’yla çıplak tanışma olanağının
hemen hemen kalmamasıydı: Yazar’ın etrafına örülen camdan efsane duvarı Adam’a
ulaşılmasını engellemekle kalsa gene birşeydi (ölmüş bir insana değil
ulaşmak, yaklaşmak bile olanaksız değil midir hem? ?). Yazara da başka bir cam
duvarın, üstelik buzlu camdan yapılmış bir duvarın arkasından bakılmasına yol
açmıştı efsun tohumlayan sayısız insan: Yorumcuların, kuramcıların,
ruhçözümcülerin, eleştirmenlerin, yazı tarihçilerinin yoğurduğu,
biçimlendirdiği, erişilmesini kolaylaştırmak adına kuşattığı Persona, yeryüzünde
unutulmuş ve kaybolmuş ruhları konu edinen kimi gotik öykülerde olduğu gibi
acı çekiyor olabilirdi, delik deşik edildiği mekânlarda.
Tanıyanlarının aktardıklarına
bakılırsa, Lizbon’dan uzaklaşmasına yolaçacak bütün bahaneleri ne yapıp edip
yok edermiş. Ofelya ile nişanını kendi bozmuş: “Küçük kadın”, diyesiymiş, “ben
yazmakla görevliyim, gece aklıma birşey düşecek olsa ışığı yakar, başucumdaki
kalem kâğıda sarılır, seni uyutmam”.
Yazı-insanının uyutmadığı,
uyutmayacağı, uyusa bile uyuyamadığı doğrudur. Haftada birkaç yarım günle
sınırlamış bir ticari şirketteki çeviri işlerini, annesi ve kızkardeşiyle şimdi
Casa Pessoa olarak anılan kira evine yerleşmiş, durmadan çıkar yürürmüş,
Baixa’nın daracık sokaklarında, Lizbon'un her köşesine dağılmış ufarak mahalle
barlarına uğrar ve bir tek atıp yürüyüşüne kaldığı yerden devam edermiş.
Sa-Carneiro’nun erken ve amansız
ölümünün üzerindeki etkisi acaba neydi? Onu artmaya, bölerek çoğalmaya biraz da
o olayın yarattığı içdeprem itmiş olamaz mıydı?
Hangisi hangisidir, bilinebilseydi.
Benim Pessoa’yla, kişiyle ve yapıtla ilişkim yaklaşık
1982’de başladı sanıyorum. Babil Yazıları'ndaki “Takma Kimlik” denememi
yazdığımda, içimde kimi sıkıntıların ağır basmaya başladığını, günü geldiğinde
kendimden yorgun düşeceğimi kestirebilecek hale gelmiştim. Dış Kanamanın yazarı
1982’nin son günlerinde intihar ettiğinde, tek bir blok içinde kavrulmanın,
kahrolmanın umarım olduğunu anlamış mıydım?
Pessoa’dan ilk çevirileri de ben
yaptıydım, 1987’de: Modern Dünya Edebiyatı Antolojisinde yer alsınlar diye
çevirdiğim üç parça. Doğu-Batı Dîvanındaki iki şiir, “Şifre” ile “Muhacir
Kuş”, 1988-89’dandır - onları, sanırım, kimse farketmedi.
1999 yılının 29 Mayıs günü, Casa
Pessoa yöneticileri, Lizbon Belediye Başkanı için yapılan Lizbon Şiir
Festivali’nin kapanış etkinliğinde, her şairden, çevirisi sunulmaksızın, kendi
dilinden bir şiir seçip okumasını rica ettiklerinde, tabiî Fernando için, biraz
da Ofelya ve Sa-Carneiro için, tutup “Şifre”yi okudum yüksek sesle. Hecelerim,
görkemli kütüphane salonunun dört duvarına dizilmiş eski ve kıymetli kitaplara
çarpıp boşlukta dağıldılar, birkaçı binadan uçup gitti ola ki, sesler yolculuk
yapabilir, birkaç yüz metre ilerideki Martinha da Arcada’nın pencerelerinden
içeri sızdılar.
8
Odeon kavşağındaki masasından bir
an kopup sırtını arkasına dayıyor adam, başını çevirip salondaki duvarı
kaplayan aynada kendisini gördüğünde bir an bocalıyor: Hem biri, hem bir
başkası olduğu apaçık işte.
“Kim olduğumu bilmesem de olur artık.”
9
Casa Pessoa, yazarın ömrünün son
yirmibeş yılını geçirdiği, orta katında kiracı olarak oturduğu, Lizbon’un tepe
mahallelerinden birindeki genişçe bir sokağın ortasında yeralıyor. Birkaç yıl
öncesine kadar metruk durumdaymış, Belediye Meclisi’nden karar çıkınca, bir
Kültür Merkezi tasarımı öne çıkmış, alabildiğine işlevsel ve estetik bir yapı
ortaya koyulmuş sonunda, daha önemlisi, eski yapıdan iki temel öğe korunmuş:
Biri, en kolayı, binanın cephesine dokunulmamış, elden geçirmekle yetinilmiş;
öbürü, enikonu zor olanı, Pessoa’nın, yapının ortayerine denk gelen çalışma
odası yerinde bırakılmış. Nasıl başarılabildiğini bilmiyorum; galerilerin,
büro bölümlerinin, kütüphanenin ve konferans salonunun arasında, bir- bakıma
onların merkezinde bir noktada, boşlukta salınıyorcasına duruyor Pessoa’nın
odası. Kapısı öylecene bırakılmış, Millî Kütüphane’deki sandığı boşaldığında,
çekirge filologlar ve yayıncılar işlerini tamamladıklarında kimbilir buraya
gelecek mi, şimdilik onun yerini şairin bir vakitler çamaşırlarının —herhalde—
durduğu bir komodin tutuyor. Odaya ziyaretçiler sokulmuyor, Pessoa’yla ilgili
özel sergiler yeralıyor içeride, yalnızca.
Casa Pessoa’nın giriş katında
birkaç küçük camlı vitrin göze çarpıyor ayrıca: Gözlükleri, kalemleri, tütün
düşkünü olduğuna göre doğal ağızlıkları. Bu nesnelerin, özel eşyanın fetişleştiriliyor
olmasına da içerleyebilir insan; ille de ekşi, ironik bir üslûp benimsemek şart
değil oysa, akıl yürütürken. Herkes, hepimiz, yakınlık duyduğumuz kişilerin özel’ine
belli oranlarda sokulma gereksinmesi duyar, duyarız. Nerede durmak, yavaşlamak
gerekir? Merak nereye kadar dürtüklemelidir? Etik, hangi eşikte çatlar,
çatlatabilir? Bu soruların endişe verici yanı, koyduğumuz sınırların
kaypaklığına bağlı bir biçimde büyür.
Size, bir seferinde, sınırlardan
sözetmemiş miydim?
10
Elviro Guarçez, yeni kimliğiyle,
yeni vatanının başkentiyle tanışmayı bir haftadır sürdürüyordu. Kendisine
özlem duymaması, içinde kıpırdamayı sürdüren yaşama keyfinin ateşini besliyor,
her sabah biraz daha arınmış bir bünyeyle uyandığını, yıllardır kâbuslarla yırtılmasına
alıştığı uykularının düzene girdiğini anlıyordu. Lizbon’u kuşbakışı taramak
için bir defasında kaleye çıkmış, bir vakitler insanların korkularının
kaynağından korunabilmek uğruna onca taşı üstüste getirebilmiş olmalarına akıl
sır erdirememişti.
Bir başka sabah, boydan boya,
rıhtıma inen evlerin cephelerini seyrederken Taje kıyılarını izlemiş,
fakirhanelerin seslerine kulak kabartmak için pencere altlarına, kapı eşiklerine
usulcana sokulmayı denemişti. Kiliselerden gelen küçük çan sesleri, karşı
kıyıya geçmek için bindiği teknenin homurtusu, aşevlerinde çalışan kadınların
tükenmez sayıda “ş” ile yuvarladıkları uzun cümleler şimdiden belleğinde geniş
bir yer açmışlardı.
Sonra, Baixa’nın en işlek sokaklarından
birinde, 13. noterin hemen altındaki barın dışarıya attığı iskemleye oturup
üstüste bira içmiş, berduşları, kostak tavırla yürüyen mahalle kabadayılarını,
kolkola yürüyen çok kısa boylu bir adamla iriyarı bir kadını, ağır İrlandalı
aksanıyla kendilerini hemen eleveren gürültülü bir gezmen grubunu, façası
yerinde küçük memurları, dev kalçalı evkadınlarını uzun uzun izlemişti.
“Birinin durup böyle uluorta herkese bakmaya hakkı var mıdır?” diye düşünmüştü
bir ara. Kalkıp Duque’deki pansiyon odasına dönmüş, içindeki havanın dönmeye
başlamasından tedirgin olmuştu. Avucu büyüklüğündeki, Milano’dan hareket
etmeden birkaç saat önce satın aldığı radyoda istasyon tararken tanıdık bir
ses dizisiyle karşılaşmış, içinde beliren merdivenin basamaklarını önce hızla,
sonra tüy hafifliğinde adımlarla tırmanmaya koyulmuştu: Bach’ın, Marcello’dan
yola çıkarak bestelediği konçertoyu Glenn Gould çalıyordu — ezbere bildiği (11
Haziran 1979 günü Toronto’da gerçekleştirilmiş) bu kayıtta, Gould’un yalnız
maymunsu elleriyle değil, bir de içinden, dışarıdan da duyulacak biçimde
mırıltı desteğiyle çaldığı andante bölümü, onu kolay kolay kopamayacağından
aslında şüphe duymadığı, bir süredir mış-gibi yaparak uzak bir mahallenin
lunaparkında oyalanıp ötesinde durmaya zorlandığı geçmişine hızla götürmeye
yetmişti. Presto’nun bitimini beklemeden radyoyu kapattı, gidip soyunmadan
yatağa bıraktı kendini. O gece uyumadı.
Ertesi gün tuhaf bir gelişme
oldu. Gece boyu mıhlandığı yataktan erkenden beklenmedik bir enerjiyle kalktı,
soyunup yıkandı ve gene son gün Milano’dan aldığı eldeğmemiş bir gömleği,
deligömleği gibiymişçesine iğnelerle ve benzeri nesnelerle bağlandığı
kartonundan çözdü ve üzerine geçirdi, cep haritasını yanına alarak merdivenli sokağa
fırladı. Hedefi, yıllar yılı koleksiyonlarının zenginliğini duyduğu Gülbenkyan
Vakfı müzeleriydi, bir saati aşkın bir süre yürümesi gerekeceğini kestirerek
önce aşağıdaki kahvede birşeyler atıştırdı, peş- peşe üç koyu kahve içti.
Doğu koleksiyonlarının yetkinliği
karşısında açıkçası şaşırdı: Bunca seçkin parçayı birarada British Museum’da,
Metropolitan’da ya da Louvre’da bulmak doğal görünüyordu da ona, burada
beklentilerini aşan bir zenginlikle karşılaşmayı aklından geçirmemişti pek.
Acem kumaşları, minyatürleri, dakikalarca önlerinden ayrılamadığı, üzerlerinde
kelimenin her anlamıyla büyük hikâyeler okunan üç dolap kapısı. Alışılmadık
bir cehennem panoraması sunan bir Tebriz halısı. Halep işi mescit kandilleri.
Birinde sanki simurg canlanıyor gibi geldi: Pek çok kuş bir tek kuşta
buluşuyorlar yanılsamasına kapılmadan edemedi. Uçuklatıcı güzellikte İznikler.
En çok da Bursa kumaşlarının önünden ayrılmakta zorlandı: Kan kırmızı ipek,
oradan, renk ve fıgür nasıl Cenova’ya sıçramış, görülüyordu. Sonra söküldü:
Dîvan ciltleri, sayfaları, mıklepler. Çin’e geldiğinde, algı ayarında bir bozulma
hissetti, çılgın ilâç kutularına gözatmakla yetindi, kendini dışarı attı,
bahçede bir sigara yakıp biraz yürüdükten sonra, bir salkımsöğütün altındaki
sıraya oturdu.
11
Pek çok müzede başıma gelen,
Lizbon’daki Gülbenkyan Müzesi’nin klâsik sanatlara ayrılan bölümünde de geldi:
Acem eşyaları bölümünde, aynı vitrinlerin önünde birkaç kez aynı adamla burun
buruna geldik. Bu durumlarda belli bir stratejim olduğunu söylemeliyim:
Bırakınız, uzaklaşsın. Sinirleneceğime, araya beş dakika yerleştiriyorum. O beş
dakika kayboluyor mu hayatımdan, başıma gelebileceklerin sırasını karıştırıyor
mu, aklımı yorduğum sayısız beyhude konulardan biri daha işte.
Acem işi üç dolap kapağını
çizgiroman mantığıyla, soldan sağa ve yukarıdan aşağıya kateden öyküleri,
doğrusu, bir de harflerle kendim yazmak isterdim. Kandiller, kan ve dil arası
yeniden bölünmeme yol açtı. Sonra, azulejos’ları varlıklarıyla ezen İznik mavileri;
sonra, şarap rengi Bursa kumaşları, Toscana’ya mal edilmiş o kurumuş kan
lekeleri gözümün dibinde bir an herşeyi kaplayacak ölçüde büyüdüler. Bir salon
daha aşınca Ming’lerin yalınlığıyla dengelendi zihnimdeki renk taşkınlığı.
Çıkışta, öteki binaya doğru
yöneldiğimde, her vakit başıma geldiği üzere, bahçenin ortayerinde kaybolmayı
başardım. Taş yolu bırakarak kestirmeden havuz tarafına geçmek istedim, hem
uzaktan tanıdık bir siluetin geçtiği izlenimine kapılarak daha iyi görebilmek,
hem de salkımsöğütlerin dallarına çarpmamak için eğilerek ilerlerken, anlatsam
kimsenin inanamayacağı bir olay başıma geldi: Yukarıdan aşağıya, kimbilir
nereden süzülerek inmekte olan bir kumru, olanca hızıyla sağ yanağıma çarptı.
Beklenmedik bir anda saldırıya uğrayıp yumruk yesem ancak bu kadar şaşkınlığa
gömülürdüm. Kumru, belki biraz sendelemiş ve yoluna devam etmişti anladığım
kadarıyla. Olsa olsa bir-iki saniyeliğine gözüm kararmış olabilirdi, bundan da
emin değilim şimdi, yanımda birden, yarım saat önce Müze’de benden
uzaklaşmasını beklediğim adam bitiverdi: “Birşeyimiz yok ya, isterseniz biraz
oturun şu sıraya, ne oldu anlayamadım, ben de şaşırdım, sanırım kanadından
yaralıydı o kuş, ondan yön değiştiremedi.” Düzgün bir gezmen İngilizcesiyle
söyledi bunları adam, konuyu daha fazla uzatmamak için yanıtladım hemen:
“İlginize teşekkür ederim, birşeyim yok ama, tasalanmayın; tuhaf bir kaza tabii”
dedim ve ekledim: “Bir de kuşlar çarpışmazlar denir.”
Sanırım, bu son cümleyi yediğim
darbenin etkisi altında dile getirilmiş bir saçmalık olarak algılamıştı
adamcağız. Öyle ya: Nereden bilebilirdi?
12
Uykusuz geçirdiği geceye, Müze’de
yüklendiği yorgunluk eklenince, Lizbon’a geleli beri her yere yürüyerek gitmeyi
alışkanlık haline getiren Elviro Guarçez, dönüşte bir hovardalık yaptı, eski
günlerindeki gibi, taksiye atladı ve pansiyonuna gelip yattı. Yatağında, kâh
oraya kâh buraya dönerek bir tür üstuyku tutturdu, durmadan kırılan, içiçe
geçen tabakaların arasında biribirileriyle hepten ilgisiz coğrafyalara ve
zamanlara sıçrayarak sanki daha önce hiçbir yabancının ulaşamadığı garip bir
ülkenin ortasında derinlemesine bir yolculuk gerçekleştiriyordu. Çok yüksek
bir dağın doruğundaki, metreler boyu bir buz kütlesini kazdı bir ara. Ardından,
sarp iki kayalığın arasından hızla akıp giden kızıl bir derenin içinde
yıkandı. Dolunayı gördü ve hemen arkasında, şimdiye dek varlığını kimsenin
farkedemediği, Klein mavisi, dörtgen bir gezegeni olduğunu öğrendi.
Geceyarısını geçe ter içinde uyandı, bir gece öncesinden kalma yarım şişe
birayı devirdiyse de susuzluğunu yatıştıramadı, üzerine birşey geçirdi,
pansiyondan çıkıp rıhtıma doğru inmeye koyuldu.
Orada, iki ölgün neon ışığı
altında adı neredeyse gizlenen izbe içkievini, şehrin en önemli fado merkezi
olduğunu elbette bilmiyordu. Bir şişe votkayla bir bardak dolusu limon suyu
istedi. İki tabak kirazla birlikte getirip önüne koydular. Bir masada üç genç
adam oturuyordu, ağırbaşlı, hattâ vakur bir duruşları vardı. Uzun bir masaya
yayılmış, kadınlı-erkekli bir grup dikkatini çekti: Tek kelime konuşmadan
bekliyorlardı. Az ilerisindeki duvara dayalı masada, kızıl saçlı bir adam
yalnız başına içiyordu. Işıklar karardı. İki çalgıcıyla, gri takım elbiseli
fado şarkıcısı ortadaki koridora yerleştiler, mandolini andıran küçük kitarayı
çalanı ayakta, biraz geride durdu, udu andıran kitarayı çalacak olan seyrek
saçlı, göbeklice olanı bir iskemlenin ucuna bacaklarını biraz açarak oturdu.
Şarkıcı 60 yaşlarında, gri saçları müthiş bir özenle taranmış, handiyse
suratsız sayılabilecek ölçüde ciddi ifadeli, bütün hareketlerine örtük bir
mağrurluk sinmiş, son derece ucuz ama bakımlı takım elbisesinin içinde,
sımsıkı bağlanmış boyunbağıyla, daha ilk ses sessizliğe düşmeden etkisini
yaymayı başaran bir ustaydı besbelli.
Fado hakkında, birkaç gün önce
birşeylere gözatmıştı Duque’deki eski haritalar da satan, nefis kitapçıda:
Bugünün duyarlığı açısından bakıldığında, handiyse gülünç bulunabilecek bir
duygusallık dozu barındırıyordu klâsik fado parçalarının sözleri: Ulaşılamayan
sevgililer, terkedilmiş âşıklar, kahredici dilberler, kıskançlık, ölüm...
Gri saçlı adamın sesi basık
tavanlı, ışıkların çoğu söndürüldüğü için gamlı bir tören mekânını andıran
içkievine yayılırken, tek kelimesini olsun anlayamadığı bu sözlerde, ola ki
onları gerçekten anlamadığı için, sıradan ya da ucuz, bayağı ya da hafif hiçbir
anlam biriminin barınamayacağı geçti Elviro Guarçez’in aklından. Yıllar yılı
söylendiği, üstelik bu şarkıcı tarafından da söylendiği düşünülecek olursa,
yorgun bir fado olmasından korkulurdu, o anda dinlediği şarkının; tam tersine,
bir mahzende bekletilmiş, arada şişesi ele alınıp bakıldıktan sonra yerine
bırakılmış şarap kadar kıymetli, biricik bir tad kazanmıştı ses: Hiçbir
abartıya başvurmayan, kaya görünüşlü oysa kadife temaslı bir tınıyı sanki eşit
oktavlar halinde etrafındakilere gönderiyordu adam. Lorca’nın önemini geniş
kitleye duyurduğu duende kavramındaki yangılı büyüyü, Endülüs sokaklarında
flamenco dinlerken yaşamıştı bir, bir de bu gece, fadoların gerçek yüzünün
yabancılardan esirgendiği salaş içkievinde, varlığı nasılsa kabul görmüş bir
böcek gibi kendisini algıladığı noktada içini insan sesinde saklanan cine
terketme olanağı buluyordu. Gri saçlı adam iki şarkı daha söyledi ve arkadaşlarıyla
birlikte çekildi. Yarım saat sonra, gitarıyla birlikte tek bir fadocu
çıkageldiğinde votka şişesini yanlamış durumdaydı. Beyninin ortasında salvolar
halinde dönenen binbir imgenin arasından bu sabahki çarpışma sahnesinin
geçtiğini algıladı, üzerinde oyalanmadı, ikinci şarkıcı gittiğinde, kalabalık
masada bir hareket oldu, içkievinin patronu olduğu tahmin edilebilecek şişman
bir adam çağrıldı masaya, birkaç dakika hararetle konuşuldu, masanın tam
ortasında oturan, altın çerçeveli gözlüğü ve saatıyla bir bakıma önemini vurgulayan
genç biri gösterilerek, kavga edercesine birşeyler anlatıldı patrona, o
uzaklaşırken
masadakilerden biri genç adama dönüp berbat bir Almancayla
“sanırım Argentina’yı ikna edebilecek” dedi: “Yaşayan bir efsanedir o.”
Argentina göründüğünde, şişeyi
bitirmiş, bir bira getirtmişti: Göğsünde tutuşmaya hazır kuru otlar vardı,
kıvılcım bekliyorlardı, gecikmeyecekti:
Siyah, dantelli bir elbise
giymişti; iri göğüsleri, kısa ve sıska bacaklarıyla bir tavuğunkini andırıyordu
cüssesi; boyalı kıvırcık saçlarını güç belâ yatıştırarak tepesinde toplamıştı;
asık suratlı, otoriter bir ifadenin altından, en ufak hafıfmeşrepliğe ödün
vermeyeceği apaçık belli bir tavır koymuştu içeri girerken. Bir süre çıt çıkmadı.
İlk fadocuya eşlik eden kitaracılar gene aynı düzen içinde yerlerini
almışlardı, kısa bir akord seansının ardından onlar da mekândaki mutlak
sessizliğin parçası haline geldiler. Belki bir dakika, ama ne uzundur bir
dakika, bu durumun egemenliğini sürdürmesi için bekledi. Sonra gözleriyle izin
verdi, parmaklar tellere değdi, uzun yeleli çıplak bir at yaklaşmaya başladı
uzaklardan kopup, kahverengi leke büyüyüp her yeri kapladığı an, araya girdi:
Çatlak, epey kısık, daracık ama
dik bir merdivenin basamaklarından inanılması güç bir çeviklikle hareket
edebilen, tam anlamıyla amansız bir sesti Argentina’nınki. Otlar o an tutuştu
ve nereden geldiği belirsiz zorlu bir rüzgâr alevleri hızla taşıdı, ötelere
bulaştırdı. El- viro Guarçez, düpedüz çıtırtılar duyuyordu: Grameri, sözlüğü,
kuralları ve ilinekleri olmayan sert, yalın, gene de uçarı bir dil
konuşuluyordu: Hiçkimsenin partöneri olmayı aklından geçirmeyeceği bir söz ve
ses yumağı, dipsiz monolog, kulağından girdi ve gövdesinin bütün hücrelerine
sızdı, yerleşti.
13
Lizbonlular sabahları kolay uyanmıyorlar,
şehirlerini ayağa kaldırmak için bir aceleleri yok, üstelik sabaha varasıya bir
adım gerek henüz, kuşluk vakti denilen şu zaman dilimi ancak gökyüzünde
karanlığın belli belirsiz yırtılmış olmasıyla anlaşılabiliyor, onu da okuyacak
göz olmalı: Bu saatlara âşinâ, ömrü boyunca güneş saatlarına yakın merak duymakla
yetinmemiş, gecenin saatini gecenin iç ışığından öğrenmek için çaba göstermiş
biri.
Benim (evet ama, kimim sahi ben?)
gökyüzüne duyduğum korkulu ilginin (uçak yolculuğu yapmamın gövdemi nasıl korku
zinciriyle bağladığından söz etmemiş miydim size?) kaynağına bir şiirimde değindiydım
- “babam ve büyükbabam ölüme kilitli birer pervane”, ataları pilot olan bir
çocuğun ilk meslek seçiminin astronotluk değil de astronomluk olması bile gözlemci
kalmayı yeğlediğimi kanıtlamaya yetiyor bana kalırsa. Acemi gök haritaları,
dipsiz teleskop düşleri içinde geçti Eskişehir'deki çocukluğum. Gökmerdiveni
tırmanmak çekiyordu beni, evimizin çatısına yerleştirilecek güçlü bir optik
aracın başında gecelerimi ucuna dek geçirmek için varımı yoğumu feda
edebilirdim buna karşılık. Anımsıyorum da, o yıllardaki en büyük kahramanım,
aklımın erdiği kadarıyla hakkındaki her şeyi ulaşabildiğim bütün kitaplara
başvurarak öğrendiğim Kopernikus’tu — bir gök fatihi ya da herhangi bir eylem
adamı değil. Babam çarçabuk benim herşeyi öğrenmeye kalkıştığımı kavradıydı,
olanaklarını zorlayarak benim ufuklarımı genişletebilecek her aracı (kitaplar,
ansiklopediler, amatör bir laboratuvar ve amatör bir teleskop) edindi, bir bakıma
itti beni. Öyle sanıyorum ki, hiçbir zaman duramayacağımı aklımdan
geçirmemişti. Bugün, 79 yaşında, yolculuğumun beni çorak bir çöle sapladığını,
geldiğim yerde bütün bütüne değilse bile, oldukça yalnız kaldığımı üzüntüyle
izlemeyi sürdürüyor. Kendisine gelince, içine bindiği aracı uçurmasına
yıllardır izin verilmediği, uçaklarda davet edildiği pilot kabininde olup
bitenlere bakmasının sağlanmasıyla sınırlı bir katılıma mahkûm edildiği için,
hayli ezik. Bilmem, Saint-Exupery gibi bir gece uçuşundan dönmemeyi mi yeğlerdi
— şimdi sorulacak olsa?
Gökyüzü, Edip Cansever’in güzelim
bitişik kelimesiyle Gökanlam, her şairi ortasında kaybolmaya çağırmıştır.
Armstrong’un ayın gerçekliğiyle ilk tanışan insanoğlu olduğu elbette doğrudur;
ama yavru gezegenin bir cephesiyle bir tür tanışmaktır onunkisi, yoksa Lorca
kadar ayı yakından bilmiş midir, emin olamayız.
İnsanların kafasında iyi-kötü yerleşiklik kazanmış bir şair
imgesi durduğunu, gelişmeden, orada öylecene nicedir durduğunu kesinleyemesek
bile, gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Sözkonusu imgeyi dolduran şairin,
gökyüzüyle bağlantısında da ayakları yerden kesilmiş bir figürü canlandırdığı
bellidir. ‘Ayran budalası' gibi amiyane bir deyime başvurmak istememekle
birlikte, şairin gökyüzüne bakışının yeryüzündeki soyutluğu ile orantılı
biçimde tanımlandığı, algılandığı kanısındayım. Ortalama insan, gerçekte,
herşeyi sanır - şairi niye sanmasın. Goethe’nin bulutlar üzerine meteorolojik
bir çalışma yaptığını, Coleridge’in kimya ve optikle olduğu kadar hava ve
atmosfer koşullarıyla ilgili ağır okumalara giriştiğini, Roubaud’nun koyu bir
matematikçi olduğunu duymamıştır. Ama, ortalama insanı incitmemek gerekir:
1999 yılının Haziran ayının ilk günü patlak veren bir fırtınanın, 11 Ağustos
1999 günü olageleceği onyıllardır belli olan güneş tutulmasının
başlatacağından kaygı duyduğu kıyametin önprovası olduğuna inanabilmesi, hayal
gücünün zenginliğiyle, ondaki şair ruhuyla yakından ilintili değil midir?
Oysa gökyüzü, şairin gözünde
sınırları gitgide açılan, haritası derinlemesine durmaksızın büyüyen bir
beldedir. Günübirlik yolculuklar düzenler oraya, geceleri dışarı fırlar ve
kendisi için eldeğmemiş hedefler belirler dört bir yanda. Gökanlam, uçsuz
bucaksız, hep bekler. Çoğu kez elevermez kendini, örtünür, kapanır, kubbesini
kilitler.
Bir dostum, üstelik beni yakınlık
duyduğu şairler arasında gören güç beğenir bir dostum, “şairlerin ikidebir
bulutlardan sözetmelerine içerliyorum, o şiirleri esgeçiyorum” dediğinde
handiyse yaralandığımı hissettiydim. Ağaçları ve kimi canlı türlerini saymayacak
olursam, yeryüzü beni doğduğum günden bu yana daralttı hep - bu daralmanın dayanılmaz
boyutlar aldığı anlarda gökyüzünden medet umdum: İri, aceleci bulutlar beni
hiçbir ilacın, hiçbir uyuşturucunun, hiçbir sesin, sözün, düşüncenin (musikînin
bile) boy ölçüşemeyeceği biçimde, yitirdiğim içhuzura kavuşturdular. Onlara bir
borcum var daha: Bir gün oturup monografilerini yazmak istiyorum. Bu tasarıyı
erteliyor değilim, henüz dokunamadığım bir yanları olduğunu biliyorum, hazır
olmama az kaldı.
Gökanlam hakkında, şu an kendimi salıverecek olsam, soluklu
bir kitaba doğru dörtnala ilerleyebileceğimi de biliyorum.
Ne yeri, ne sırası oysa.
Size bir gece Pancar Vadisi’nde, Kapadokya’da, aniden
elektrik kesildiğinde, açık havada, gökkubbe üzerime kapanmış, kapaklanmış,
kalakaldığımdan sözettiğimi anımsıyorum.
14
Argentina’nın sesinden, sesin
içinde doğurduğu sert rüzgârdan nasıl kurtulacağını uzun süre bilemedi. Lizbon
sokaklarında, geceden sabaha geçişin hazırlıkları içindeki tanımlanması güç
ışık değişiminin ortasında, tek bir kişiye rastlasa belki hızını kesecekti
rüzgâr. Rastlamadı. Yokuş aşağı inerken bir-iki damla düştü üzerine önce,
ardından işaret gelmişçesine hızlandı yağmur. Elviro Guarçez, ömrü boyunca
yapmadığı, yapmayı akıl etmediği birşey yaptı birden: Üstündeki gömleği çıkardı
ve sağanağa dönüşen yağmurun dövdüğü gövdesini sundu. Öylecene yürüdü.
Ama yağmur, geldiği gibi gitti,
çarçabuk. Kaldırımlardan birinin köşesine oturdu, daha doğrusu bir külçe
halinde kendisini bıraktı. “Kayboldum ben” diye mırıldandı ya da o iki kelimeyi
yüksek sesle söylemiş olabileceği izlenimine kapıldı. Sonra, bile isteye duyulacak
biçimde ekledi: “Kendimin bir yerlerinde.” Onu duyabilecek, duysa bile dediğini
anlayabilecek kimsenin olmadığını bilmek bir bakıma son darbe oldu. Bir telefon
kabini bulmak, ezberindeki numaralardan birini çevirmek, uzaktaki tanıdık
seslerden birine ulaşmak, gerekirse yanlış numara çevirmek, konuşmasa bile
duymak, işitmek isteği içinde dayanılmaz bir boyut aldı. Argentina’nın sesi
silindi gitti.
15
Odeon’da, dördüncü kattan, şehrin
yüzkaralarından birinin, Montparnasse Kulesi’nin tepesi görünüyor.
Sa-Carneiro’nun 16 Nisan 1916’da, 27 yaşındayken intihar ettiği Nice Oteli, Montparnasse’taymış.
Lizbon’da kalmış, oraya dönmüş olsaydı, onu başka bir hayat bulabilir miydi? Bu
şehirde kapıyı kapatanları kimbilir kaç defa andım: Sadık Hidâyet, Vallejo,
Rene Crevel, Jacques Rigaud, Drieu la Rochelle, Paul Celan, Jim Morrison... Sa-
Carneiro hepsini öncelemiş. İntihar eden yabancıysa, ister istemez, iki şehirden
de püskürtülmüş, kırılmış olduğuna, bu duygu içinde karar verdiğine inanıyorum
ben. İnancımı besleyen sağlam gerekçeler var arkamda, onlardan sözetmek
istemiyorum.
Kimlik değiştirecek ölçüde
kendisinden, serüveninden, onu bağlayan ilişkilerin ağından bitkin düşen kaç
kişi Elviro Guarçez’in yaptığını yapmaya kalkışabilir. Urbain’in verdiği
sayılara inanılacak olursa, New York’ta her hafta 200 kişi, Paris’te her yıl
2200 kişi “kayboluyor”muş, bunların çoğu erkekmiş. Nasıl, neden, nereye gitme
gereksinmesi duyduklarını bilmesek de, onların bir bölüğünün “yeni hayat”lara
başladıklarını kabul etmek durumundayız. Kimileri, gelgelelim, ikinci bir
hayatı değil, hayatın dışına yolcu çıkmayı istemişlerdir: “Gidebileceğim yer
yok benim” - bu çizgiye, duvara dayanan kişiyi kararında sorgulamayı anlamsız
bulduğumu söylemek isterim.
Gitmek; bir başka kimliğin
içinde, başka bir yer de yaşamayı seçmek, bunun üstesinden gelmek, bu kelimeleri
yanyana dizmek kadar kolay olmasa gerek. İnsan, gurbet ve rahim kutupları
arasında kan içinde kalır herhalde; yerli yerinde olmak ve kalmakla yerinden
oynamak yelpazenin iki uçundadırlar: Güven duygusu olanca ağırlığıyla yaşamını
belirlesin isteyen biri genellikle kıpırdamaz yerinden, pek çok insanın
yolculuk yapmaktan, evinden şehrinden uzaklaşmaktan nefret ettikleri
gözlemlenir. Kimileriyse hareket etmeden yaşayamaz gibidirler; ikidebir yola
çıkar, merak ve cüretin kamçıladığı bir tür korkusuzluk duygusuyla kendilerini
sarmalayan uzay içinde aralıksız yer değiştirirler. Ya biri ya öbürü olunacak
diye bir kural konulamaz şüphesiz; gene de, herkesin yelpazenin bu iki ucu
arasında kesin ya da oynak bir odağı vardır, denilebilir. Bir de, yelpaze
katlandığında, iki ucun, iki sınır-çizgisinin üstüste geldiklerini,
çakıştıklarını unutmamalıyız — öyle yaşayanlar yok mudur?
16
Sa-Carneiro, son gecesinde, o
geceyi hazırlayan günün içinde, Pessoa’ya ulaşmanın bir yolu olsun istemiş
miydi?
“Henüz çok gencim Fernando,
yaşamak istemiyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder