Fellini's Satyricon (1969)





Aylaklar’ı yaptığım günlerden beri Casanova, Decameron ve öfkeli Roland'la birlikte Satyricon, beni daha çok il­gilendiren Strada ya da başka şeylere karşılık yapımcılara, ağızlarına bir parmak bal çalmak için vadettiğim filmlerin arasında yer alıyordu. Aslında, bu vaatleri tutmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Allerjik zatürreden yatarken, nekahat döneminde Petrone'yi yeniden okumuştum. Ve da­ha önce yakalayamamış olduğum bir ayrıntıdan çok etkilendim. Eksik kalan parçalar, yani iki koro ezgisi arasında kalan konuşmalı bölüm ile diğeri arasındaki karanlık... Daha lisede Pindare öncesi eski yapıları araştırırken, bölümler arasındaki boşlukları hayal gücüyle doldurmaya çalışırdım. Öğretmenimiz, bir şairden kalma tek dizeyi, "uzun mızrağıma dayanmış içiyorum"u kırık sesiyle gür biçimde okuduğunda, on altı yaşındaki çocukların heyecanlanmalarını beklerken gülünç duruma düşüyordu. Ben de ona teklif edeceğimiz bir dizi parçayı uydurarak şama­tanın başını çekiyordum.



  


Bu parçalar hikâyesi beni çok cezbediyordu. Yüzyılların tozlarının tamamen durmuş bir kalbin atışlarını muhafaza ettiği fikri, beni büyülemişti. Manziana'da, nekahat döne­minde kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere, kırık bu­runlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerin­den oynatılmış ve unutulmuş, bir rüyadan da çıkmış olabi­lecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar, kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlana­bilecek, müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlı­ğın içine gömülmüş, ışık saçarak uçuşan parçaları bize ka­dar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şef­faflığı, anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur. Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bi­lincimiz, rüyaların hava gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu" diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok de­ğişmiş bir şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.






Filmin ilk gösterimi, Amerika'daki Square Garden'da, bir rock konserinin hemen ardından yapılmıştı. On binler­ce genç vardı. Salonun havası eroin ve haşhaş kokuyordu. Küçük lambalarla aydınlatılmış rengârenk arabalarla ve inanılmaz motorlarla gelmiş bir hippi ordusu, ola­ğanüstü bir görünüm oluşturmaktaydı.

Gösteri heyecan vericiydi. Çocuklar her planda alkışlıyorlardı; bazıları uyuyor, ötekiler sevişiyorlardı. Bu keşmekeş içinde film, salonda olup bitenin görüntüsünü yansıtıyora benzeyen dev bir perde üzerinde hiç sekmeden akıp duruyordu. Hiç akla gelmedik bir yerde, bu çevrede Satyricon gizemli biçimde doğal mekanını bulmuşa benziyordu. Belleğin eski Roması ile geleceğin bu fantastik izleyicisi arasında böylesine ince ve hiç kopmamış bağlar, böylesine gizli bir anlaşma bulunduğunu birden açığa vuran film artık benim olmaktan çıkmıştı sanki.



1964'te "Show"a yazdığınız bir makalede, bir edebiyat yapıtını hiçbir zaman uyarlamayacağınızı söylemiştiniz. Düşüncenizi değişti­ren nedir?

Satyricon fragmanlardan oluşan bir çalışmadır. Bir kitabı göste­riyor değilim; kitap, yalnızca vesiledir.

Niçin imparator rolünü Tanya Lopert’e verdiniz?

Çünkü yapımcının kızıydı. Ancak, nevrotik bir cinselliksizlik duygusunu da veriyordu. Öyle ki, onun hangi cins olduğunu kimse söyleyemez -bu da uygun düşüyordu.


Bu filmde hastalığı ve biçimsizliği niye böylesine vurguluyorsu­nuz?

Öyle yaptığımı sanmıyorum. Yalnızca izlenimlerle bildiklerimi­zin bir bilinmeyen dünyasını sunmak istedim; bu izlenimler, özellik­le, ülküleştirilmiş yeni klasizmden çıkıyordu. Her şeyi unutup, sık sık dediğim gibi bir bilimkurgu filmi yapmak istedim. O, biçimlerin rahatsızlık verdiği, bilinmeyen bir gezegenin keşfidir. Bildiğiniz gi­bi, dahası, penisilinin olmadığı, antibiyotiklerin olmadığı bir dönem­di o; dolayısıyla, korkunç hastalıklar kol gezecekti. O zaman yirmi yedi yıllık yaşam, uzun yaşamdı; çoğu insan hastaydı.


Eşcinselliği niçin daha doğrudan göstermiyorsunuz?

Gösteriyorum.

Bütün gördüğümüz, diğerinin bileğini öpen bir adam.

Aletin nereye girdiğini mi görmek istiyorsunuz? Ben, sapkın bir Katoliğin gördüğü gibi, eşcinsellik hakkında film yapmıyordum. Her şeyin, freskte göründüğü gibi olmasını istedim.

Resim galerisi sahnesi...

Ne istediniz, ağız ağıza öpüşen erkekler mi?

Resim galerisi sahnesinde, insanlarla dolu bir platform, pencere­nin önünden geçiyor. Niçin?

Bunu hiçbir zaman size söylemem.

Giz mi?

Hoş bir şeydi... Bu insanları geçerken görmeyi sevdim. Samuels bana sorsun diye öyle yaptım.

Trimalohio’nun banyosunda konuklar niçin zıplayıp duruyorlar?

Çünkü o insan dalgasını sevdim.

Başka bir nedeni yok mu ?

Bakın, Satyricon'da aktörler hep grotesk şeyler yapıyorlar, çün­kü bilmediğimiz bir dünyayı uyandırmak zorundadırlar. Jestleri Amerikalı bir turiste anlaşılmaz görünen İtalyanlar gibidirler.

Efesli dul epizodunu niye soktunuz?

Onu çıkarmayı düşündüm; ancak, Petronius’un fragmanların­dan en önemlilerinden biri olduğundan, onun çıkarılması bütün bir üniversiteler kültür dünyasının, Latin dilcilerinin ve Roma tarihi profesörlerinin harcanması olurdu. Onun için öylece bıraktım.

Ancak harcanma bir yerde var; Petronius’un ruhuna zarar verdi­ğiniz iddiası.

Bunun gerçekten ne olduğunu kim bilebilir? Petronius o kadar az yaşıyor ki! Onun dünya görüşünü nasıl söyleyebiliriz? Bunu anla­mak için, romanın bütününe, karakterlerin sonuçta ne olduklarına bakmak gerekir. Petronius’un yarım yapısına; yitip giden bütün geç­mişi, kırık sütunlar üstüne kurmak istediğimizden daha büyüleyici olan yıkık tapınağa bağlı kaldım. Ben, başkalarının çalışmalarına işaret eden biri değilim. Satyricon’u kuşatan karanlığa; eksiklik, ke­siklik, yıkıklık ve dolayısıyla çekiciliğe bağlı kaldım.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder