Isparta’ya yaklaşırken duraksamadan
Ağlasun sapağından içeri giriyorum,
alttaki mor tabelâda Sagalassos 26
kilometre yazıyor, kavakların fısıltısı
büyüyor birden başlayan rüzgârda.
Beni bu noktaya getiren tam nedir?
Soru o an bölünüyor içinde: Ben, nokta,
tam, ne, en çok da sanırım şu “tam”
dokunduğumda cıva gibi dağılıyor.
- Sizden beni bağışlamanızı rica
ediyorum. Çadırınızın sökülmesinden de, bir şüpheli gibi davranılmasından da
ben sorumluyum. Arkeologlar, kazı sorumluları herkesten tedirgin olurlar,
yardımcı olan sponsorların, yetkililerin, basın çalışanlarının varlıkları bile
içimizi ürpertir. Ziyaretçi, bir de sizin gibi tanımsız gözüken bir amaçla,
yüksek yerden alınmış özel bir izinle gelmişse, her hareketini denetleme
güdüsü ağır basıyor. Bu sabah, burada olduğunuzu öğrenen genç
meslektaşlarımdan biri heyecanla yazdıklarınızdan sözetmeye başlayınca tepeden
tırnağa kızardığımı hissettim, hemen çıkıp yanınıza geldim. Nasıl geçirdiniz
geceyi, yoksa şu uyku tulumunun içinde mi?
- Tasalanmayın lütfen; hem sizin,
hem görevli arkadaşın duyarlı davranmasından doğal ne olabilir? Bu havada uyku
tulumu bile çok geliyor, ben çadırı sıcaktan korunmak için düşünmüştüm, buraya
tatil yapmaya gelmedim. Öte yandan, sizinle karşılaşmayı ummuyordum, yabanıl biriyim
ben, gelip kapınıza dayanamazdım. Şöyle de düşünebiliriz: IV. yüzyılda gelmiş
olsaydım buralara, şehrin duvarlarının içinde bir noktada kalmamı uygun
bulacaklar mıydı? Bir bakıma aradığım atmosfere ilk andan girmemi sağladı
mesafeli karşılanmam, kendimi yabancısı olduğum bir diyarın yabancısı gibi
hissettim böylece.
- Merakımı yadırgamazsanız: Somut
bir amaçla mı izin için başvurmuştunuz?
- Benimkisi bir nokta atışı.
Demin “tanımsız gözüken bir amaç” dediniz, tam da öyle: Bir şiir kitabımın
merkez parçasını bitirmeden önce yeniden Sagalassos'a gelmek, Flavius Neon
kütüphanesindeki son durumu görmek istedim.
- Utancım daha da arttı. Sabah,
arkadaşım sizin Yourcenar’a yakınlığınızdan sözettiğinde, Hadrianus heykelinin
bulunuşu nedeniyle geldiğinizi düşünmüştüm, demek ki tasarınız onunla ilgili
değil.
- Siz heykele ulaşmadan bir yıl
önce gelmiştim buraya. Ama şiirin kıvılcımı daha da gerilerden geliyor. Heykelin
bulunmasını bana gönderilmiş bâtıl bir işaret olarak algılayacaktım neredeyse,
ama o tür şairlerden sayılmam açıkçası, metin üzerinde çalışırken, başta sizin
1992 ve 1993 kazı raporlarınız olmak üzere pek çok kaynağa dikkatle eğildim,
anlayacağınız işi yalnızca cinlere, perilere bırakmayız biz.
- Ne diyorsunuz! Raporlarımızı,
yetkilileri ve ekiptekileri saymazsak, bir avuç ilgili ancak okuyordur.
- Aynı meslekteniz.
- Arkeolog musunuz?
- Edebiyatın çekirdeğinden
uzaklaşmayan her şair, her yazar temelde bir kazı adamıdır: Aradıklarımızı bulabilmek,
bulamasak bile onları arama sürecini katetmek için yüzeyden derine inmemiz
zorunludur. Aslına bakılırsa, yöntemlerimizle üsluplarımız ve yol yordam
tayinlerimiz arasında ciddi koşutluklar olduğu tartışılmaz. Hadrien’in Anıları’nı
gözünüzün önüne getirin: Olağanüstü bir kazı çalışması yok mu o kitabın
arkasında?
- Hem de nasıl. Tek sıfatla,
dudak uçuklatıcı bir arkeoloji dersi. Biliyor musunuz, savlı okurlardan
değilim ben, ama yirmi yıldır buradaki küçük kitaplığımın başköşesinde bekler o
kitap, en son geçen kış baştan uca okudum, duygularım düşüncelerim pekişti.
- Heykel bulunduğunda,
rastlantının bu kadarı olur demiştim içimden: İki kazı sorumlusunu bu adamla
buluşturmakla yükümlü bir Pagan tanrısı devreye girmiş olmalıydı. Benim
Hayat'a bakarak geliştirdiğim, düşünürlerin ya da bilim adamların sanırım
ciddiye almayacakları kuramlarım vardır, bunlardan biri de çapraz bağlar
kuramı: Aynı örümcek ağının örgü mantığını andıran ilişkiler zinciri.
Kendisine Zaman ve Uzam sınırı tanımayan, düzçizgi halinde ilerlemeyen bir
zincirin halkalarındaki düzeni yaratıyoruz bir biçimde. Şair teori kurmaya
başladığında hangi kuyunun dibine inileceği belli olmuyor işte.
- Bilim alanında farklı mı durum,
sanıyorsunuz? Arkeolojiye öteki öğreti kollarından gelen desteği küçümsemek
aklımdan geçmez, ama, zaman zaman öyle yaklaşımlarla karşılaşılıyor ki.
arkalarındaki kuramsal perspektifin kurgucu boyutu aşırılaşıyor inancına
kapılmadan edemiyorum. Roma İmparatorluğunun asıl çöküş nedeninin, başkentin
ileri gelenlerinin yaşadığı mahallelerdeki gelişkin su şebekesi borularına
yerleşen bir virüsün, üst sınıf yöneticilerde melankoliye yolaçmış olması diye
gösterilmesine ne dersiniz?
- Şair imgelemine yaraşır bir
açıklama olduğu için akla uygun geliyor bana: Bir uygarlığın ölümünde poetik
bir unsurun rol oynaması Tarih'i biraz daha katlanılır kılabilir. Bana
sorarsanız, canlılara ait en gelişkin duruş formu melankoli burcunda bekler.
- Hadrianus'un ölümü yaklaşırken
söylediklerini, “kırılmış heykellerimizi onaracaklar” cümlesinin geçtiği sayfalardaki
düşünceleri anımsattı bana sözleriniz. Heykelin ayağına, o dev kütleye
ulaştığımızda kanım donmuştu.
- Andığınız bölüm neredeyse ezberimdedir. "Hayatın acımasız olduğunu biliyoruz” diye başlar.
“Tam da insan olma koşulundan pek bir beklentim olmadığı için, mutluluk dönemleri, parçabuçuk ilerlemeler, yeniden başlama ve sürdürme çabaları bana sonsuz kötülük, bozgun, onarılmazlık ve yanılgı kütlesine denk gelecek, onu telafi edecek tansıklar gibi görünür. Felâketler ve yıkımlar gelecektir; kargaşa galebe çalacaktır, ama zaman zaman düzen de egemen olacaktır. İki savaş dönemi arasında barış dönemi yaşanacaktır; özgürlük, insanlık, adalet sözcükleri şurada ya da burada bizim yüklediğimiz anlamla buluşacaktır. Bütün kitaplarımız yokolmayacaktır; kırılmış heykellerimiz onarılacaktır; kurduğumuz alınlıklardan ve kubbelerden yenileri doğacaktır;
- Gerçekten de böyle düşünüyor
idiyse, öngörülerinin bütünüyle gerçekleştiği söylenebilir.
- İki bin yılın böyle geçtiğini
biliyoruz. O değilse bir başkası, iki bin yıl önce bütün bunları düşünmüştür.
Benim gibi ömrünü kitaplar arasında mekik dokuyarak, onların toplanıp
kurdukları öteki-evrenin içine hapsolmuş tüketen pek çok kişi, döngüsel
hareketlere bağlı bir ilerleme biçiminin varlığına inanmakta bulmuştur çareyi.
Şairin saptaması doğru: Koyulaşmış zamanlar, her kütüphanenin içeriği. Her-
şey, çoktan, düşünülmüş ya da imgelenmiş, yazılmıştır; bize kalan aynı
cümleleri, bir de kendi kelimelerimizle yeniden kurmak.
- Kütüphaneler de o tekrar
tekerleğinin sonuçları. Raporları görmüşsünüz, Neon kütüphanesinin Efes’teki
Celsus Kütüphanesinin bir değişkeni olduğunu, tümünde, sözgelimi Limyra da ya
da Termessos’ta, monototeros yapı çeşitlemelerinin hüküm sürdüğünü yazmıştım.
- Yapım benziyor da, yıkım
benzemiyor mu? Burada, önce deprem, sonra yangın, en son yeniden deprem işe
koşmuş. Doğa dalgınsa, insan üstleniyor yok etme işlevini. Yek Tanrı’ya,
ilâhların gökkubbesine gereksinme duymayan bir çark dönüyor.
- Haklısınız. Bir dönem,
Kütüphane’nin burada tapınak statüsü kazanmış olması, yakılmasına yolaçmış,
ilâhlar koruyamamış onu.
- Helios, koruyamamış. Bugün ve
yarın, şu kavurucu sıcakta güneşin Sagalassos’un üzerinden nasıl bir yay çizerek
geçtiğini gözlemlemek istiyorum. Anası öldürüldüğünde şehre gelen Julianus’un
bin yedi yüzyıl sonra yerine geçmek. İtiraf edeyim, beni bu noktaya asıl
çeken, Hadrianus değil, Misopogon'da “yaşıtlarım arasında en fazla kitap okuyanın
ben olduğuma inancım kesin”, “parmaklarım, kalem tutmaktan kömür gibi
siyahlaştı” diyen o adam. Sanmayın ki, tek ortak tutkumuz sakaldır!
- Misopogon'u okumadım,
Libanios’un mektuplarından öğrendim, ne öğrendiysem. Julianus öldüğünde, “o
günden beri sesimi yitirdim, yazmayı kestim" der, belli ki güçlü bir
kişilikmiş. Hıristiyanım ben, nereden baksanız ilk Hıristiyanlara hayatı
daretmiş bir imparatora, Pagan öğretisinin ateşli savunucularından birine
mesafe duygusuyla yanaştığımı saklayamam. Ama, kütüphane konusunda durum
farklı. Vaktiniz olduğunda, yıkılmış yapıyı nasıl ayağa kaldırdığını,
Antakya’dan yanında getirdiği Dioskoros’a yaptırttığı olağanüstü mozayık zemin
düzenlemesinin özelliklerini kendim anlatmak isterim. Ağlasun’da bir yazıt bulduk,
burada yakın arkadaşları olduğu anlaşılıyor. Ölümünden sonra, bu kez de
Hıristiyanların Kütüphane’yi yakıp yıkmış olmaları trajik bir öykü. Burada,
Efes’te, Antakya’ da hazine değerinde elyazmaları kül olmuş.
- O gün bugün insan değişmedi.
Herkes ötekinin izlerini silme yarışında. Tektanrılı dinler, deniliyor, oysa
tanrıları farklı. Bizim güneşimiz bir tane, evrendeki öteki güneşlerin bizim
hayatımıza bir katkısı yok. Şimdi sönse, ne kalır?
- Yoksa...
- Hayır, hayır: Yıllardır bir
gecenin ortasında yaşıyorum ben. Karşılıklarına ulaşamadığım büyük soruların
arkasında bekleyen küçük soruların peşine takıldım, yol beni bugün buraya
getirdi, yarın başka bir yere savurur, içimin güneşi sönene dek sürecek bu
devran. Dün, günbatımını izledim, bulunduğumuz noktadan. Yorgundum, yattım, uyumuşum,
uykumun içinde bir nehirden geçtiğimi gördüm. Geceyarısını geçe uyandım.
Sırtüstü uzandım toprağa, yüzüme değen yabanıl ot, kolumda yürüyen karıncalar,
kalabalık şehirden gelen birinin ilk elde sessizlik sandığı kütleyi dolduran
sesler ve göz alabildiğine uzayan gökyüzü tablosu. Bu kazıya, kazılara hiç
girişmemek, herşeyi olduğu gibi yerliyerinde bırakmak, sırası gelenin
gömüleceği, üstünü toprağın taşın örteceği bir düzeni kabullenmek en doğrusu
değil miydi? Yerin dibinden çıkardıklarımız, en seçkinleriyle müzelerin
vitrinlerini doldurduğumuz parçaların bize öğrettiklerini bilmesek ne
değişirdi?
- Biri ötekinin yerine geçse
bile, inanmadan yaşamak olanaksız.
- İnananlara hak veriyorum:
Öylesine doğmuş, öylesine ölecek olduğunu kabullenmek aklın ve duyarlığın duvarlarını
yıkıyor, çeperlerini çözüyor, bize vaatlar gerek.
- Ya siz: Neden taş taş üstüne
koyuyorsunuz? En azından kendinize inancınız yok mu?
- Benimkisi, pek çok benzerimde
rastlanıldığı gibi, bir güçsüzlüğün hikâyesi. Kırk yıl önce, genç yaşta karşıma
dikilen duvarın dibine çökecek gücü toplayamadım, yola devam ettim. İrili
ufaklı firar geçenekleri buldum. Oyalanmaya, avunmaya yatkınsanız Hayat size
köprüler atar. Şiirler yazdım, Kitab’ımın düşünü kurdum, kayboluşuma hak
kazanmaya çalıştım. Arada yüksek sesle kuruntularıma güldüğüm olur, sonra mürekkep
tazelerim. Buradan iki gün eksilmiş, artabildiğince artmış, döneceğim. Dün gece
uykumu bölen nehir, aslında benim taşıyıcım. Nereye, nereye kadar
gidebileceğimi bilir, tayin eder.
- Sizi ortasında yaşadığınızı
söylediğiniz gecenin dibinde bırakmalıymışım, kapınızı çaldım.
- İyi yaptınız. Nasıl olsa
ikimizin de döneceği yerler var. Bana lütfen Kütüphane’yi gezdirin.
Karşılığında size oradaki kitapların hayalet tasnifini yaparım. Adı sanı unutulmuş
şairler, yazarlar; harfleri silinmiş kelimeler, ateşte kavrulmuş sayfalar;
bugün aynısını kurmak için canattığımız mısralar, cümleler. Onlar benim kazı
sonuçlarım olsun.
...
*
Saga'dan,
Enis Batur
Enis Batur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder