Enis Batur
*
*
Sabırlı, ufuklu, kılı kırk yaran bir araştırmacının bir gün
çıkıp “yazan gövde"yi
konu edinen satırları, sayfaları toplamasını beklemek gerekiyor - ben aradım,
arandım, taradım: Böyle bir araştırmaya rastlamadım.
Bu tür bir antologya
oluşturulduğunda herkes farklı bir yorum çizgisi çekebilir şüphesiz; gene de,
seçilen (bulunan ve seçilen) metinlerin toplamı zaten bütün yorumları içinde
hapsedecektir sanısını taşıyorum: Kişi yazsın, hem de yazarken yazma halini
kurcalasın, söylediklerinden ötesini kim söyleyecek, söylesin?
Yazan gövde yazan kişiye zaten içkindir, denilebilir.
Tarihçiler tanıdım, tarih felsefesiyle ilişkileri sınırlıydı; Pek çok yazarla
karşılaştım, görüştüm: Yazı üzerinde derinlemesine düşünen yazın adamı karşıma
pek az çıktı.
Yazmak fiili, yazma edimi, yazı yazanların çoğunun gözünde
kendiliğindenlik taşır, ötesini didiklemenin tılsımı, büyüyü bozmak anlamına
geleceğine inananların sayısını abartmıyorum.
Yazı yazan derken, önce edip/muharrir, sonra Barthes’ın
ustalıkla sınırlarını belirlediği yazar/yazan ayrımına bakmak gerekir; daha
sonra da, yazı ile yazın’ın ortasında kalan, duran, dönem dönem büyüdüğüne
tanık olduğumuz boşluğa. Orada oyalanırsak, göreceklerimiz
vardır.
Yaşıtım bir romancımız, çok olmadı, nasıl yazdığımı sordu
bana. Düz, dümdüz, fizik ile ilgili bir soruydu bu, öyle yanıtladım: "Masada,
uzun uzun oturarak" dedim. Masada uzun uzun oturamadığını söyledi bana,
iyi bir cümle kurduğunda kalkıp yürüme isteği duyuyor, isteğini
bastıramıyormuş. Fizikten Kimyaya geçtiğimizi anladık böylece: İki ayrı
gövdeden, gövde gerçekliğinden söz ettiğimizin farkındaydık.
Yıllardır öyle çalışıyorum ben: Masabaşına oturuyorum Bazı
günler yazıyor, yazabiliyorum: yazamadığım günler, haftalar oluyor; her gün
oturuyorum masaya ama: hemen hemen her gün oturuyorum. Ne kadar oturuyorum. Koşullara,
olanaklara bağlı bu: Bir-iki saatla yetinmek zorunda kaldığım günlerin sayısı
az değil: ortalama yedi - sekiz saat, masabaşında geçirdiğim günlerin sayısı
da.
İlk bakışta “oturuyorum, yazıyorum” ya da “yazmak için
masabaşına geçiyorum” demek malumu ilân olarak görülebilir. Tam öyle değil.
Çok kişi oturur, yazamaz. Yazamadıkça masadan ürperir, korkar, uzak durur.
Uzanarak (Colette), ayakta (Gide) yazarak çözüm bulanlar azınlıktadır.
Genellikle, yazan gövde, masabaşında oturan gövdedir.
Eylemin, edimin, fiziksel ve kimyasal açıdan bir uyum
denklemi mi vardır? Fiziksel hazırlıklar genellikle pek bilinmezler, önemleri
üzerinde yeterince durulmaz. Gövde ayarı, yazan kişi için canalıcı bir boyut
taşır oysa: Masayla temasının ülküsel koşulları, oturma biçiminin belirleyiciliği
küçümsenilmemelidir. Yazarın, kullandığı malzemeyle ilişkisinin de fiziksel
koşulu bütünlediğini unutmamak gerekir: Bunlar, yazma ediminin bâtıl
aksesuarları sayılamaz, kimyasal ortamı etkileyebilen öğelerdir. Yazan, yazmaya
hazırlanan gövdenin elektrik yükü, kimyasal dengesi terazinin öbür kefesinde
bekler, ilk kefeyle yetinme yanılgısı, ülküsel anlamda fiziksel koşullar
yaratıldığında bile yazma eyleminin fitilinin ateşlenememesi durumuyla açıklık
kazanır. Yusuf Atılgan, bir seferinde, “herşey” olabildiğince yola koyulmaya
elverişli gözükürken, penceresine dadanan bir kuşun onu durdurduğunu
anlatmıştı. “Herşey” hazır değilmiş besbelli, herşey bir yana, asıl hazır olmayan
kendisiymiş.
Yazmaya karar veren zihin, yazmaya oturan gövdenin elektrik
yükünün eksikliği ya da fazlalığı, içindeki kimyasal ortamın eksi ya da artı
düzeyinde oluşmuş bileşkenliği nedeniyle derişemeyebilir. Yazma isteksizliği,
tutukluğu, kilitlenmesi çarçabuk kısa devre yapacaktır. Bu dengesizlik arasıra
ya da belli bir dönem gövdede egemen olup giderilebilir, kimi zaman. Kimi
zaman da, yerleşerek, kronikleşecek bir kilitlenme olgusu yaratabilir.
Yazma sancısı ayrı birşeydir, yazamama sancısı apayrı
birşey. Derişememe durumu gündelik hayatta, dilde, handiyse sıradan bir
vurguyla kullanılır çoğu kez; oysa, teksif olma sıkıntısı kalınlaşan bireyin,
her uğraş alanında olduğu gibi, yazma edimi bağlamında da en zorlu engeli gövde/zihin
işbirliğinde uyumsuzluk zarfını yırtamayışında biçimlenir.
Bütün bu saptamalar; ‘başarmak’, ‘üstesinden gelmek’ türü
kök-anlamlardan hareketle yaratıcı uğraş alanlarında epeydir ağırlığını duyuran
“performans” kavramının önünde yazarın duruş biçimine yakından bakmak için.
Üstesinden gelmeyi, üstesinden gelememe halinden soyarak
soyutlayarak okumak, anlandırmak bana olanaklı gözükmüyor. Sahne sanatlarında,
gösteri sanatlarında "track"tan sık sık dem vurulduğuna, gevşemek
için uyarıcılardan ya da uyuşturuculardan yararlanıldığına tanık oluyoruz.
Yazma edimi tıpı tıpına oynamaya, söylemeye benzeyen bir uğraş sayılamaz:
Kasılmış gövdeyi açmak, bundandır, her vakit yazma ediminin önünü açmaya yetmez;
tam tersine, gevşemenin bambaşka bir kilitlenme biçimini ateşlediği
örnek-durumlar saymakla bitmez: “Alkol” çerçevesinde yazdıklarıma bir kere
daha dönmek istemiyorum.
Buna karşılık, yazma anı üzerine gereğince bilgiden, birinci
elden bilgi ve görgü aktarımından geniş ölçüde yoksunuz. Doğal, bir bakıma:
Kişi hem yazsın, hem de, anı anına yazma edimini gözlesin, üzerinde akıl
yürütsün: Özel bir bilinç yarılması ister bu. Zihin ile gövde nasıl bir işbirliği
içindedir: Soruya yönelirsek, edim kesintiye uğrar, iki süreci çakıştırmak
olanaksızdır, olsa olsa yaklaşmalarını sağlamayı deneyebiliriz.
Öte yandan, zihnin işleyişiyle gövdenin ona ayak uyduruşu,
uyum sağlaması arasında kendiliğinden bir kayma olduğu gerçeğini yazmaya
başlar başlamaz öğreniriz. Bırakın zihindeki akışa, akışkanlık hızına
yetişmeyi, yazan gövde kolay kolay söze bile birebir ayak uyduramaz, onun
genellikle gerisinde kalır. Steno tekniği bundan geliştirilmiştir.
Bu “hız farkı” üzerinde, “Amerika Dersleri”nden birinde
durur Italo Calvino; De Quincey’in “İngiliz Posta Arabası"ndaki bir
gözleminden hareket ederek. Performans çerçevesinde dış dünyada gelişen bir hız
olgusuyla zihnimizin hızı algılama hızı arasındaki denklem bir yandaysa,
algılama hızımız ile algıladığımızı aktarma (yazma) tempomuz arasındaki
denklem bir başka yandadır. Şüphesiz, bireye özgü yetiler sözkonusu
denklemlerin ayrışmasına yol açar: Algı refleksi, derişme gizilgücü, yazma
kıvamı tutturma herkes için farklı bir sonuç ortaya koyar. Üstesinden gelmenin
kesin bir tanımı, yasası olduğundan söz edemeyiz.
CALVİNO: YAZMA,
OKUMA, ALGILAMA HIZI
Italo
Calvino’nun, tamamlayamadan -erken sayılabilecek bir yaşta- öldüğü ve “Amerika
Dersleri" başlığı altında kitaplaştırılan "Norton
Lecture"larının İkincisini Hız kavramına ayırdığını, Hector Bianciotti'nin
bir yazısından öğrenmiştim ilk. “Amerika Dersleri"ne ulaşana dek bir
aşamada, kitabı ele geçirip okuduktan sonra ikinci bir aşamada hız, hızlılık,
sürat, çabukluk kavramlarıyla didiştim. Bu alıştırmalar ve yan okumalar, biraz
da "Beyin Tutuşması"nın dümen suyunda, içine daldığım labirentin
koridorlarını artırdı: Tempo, düzen, düzenek, odaklaşma, yoğunluk ve yeğinlik
kavramları çerçevemi hayli genişletecekti.
Bianciotti,
Calvino’nun yaklaşımını, her zamanki fantezi eğilimi bir yana, Borges’ten bir
örnekle özetliyor: Borges, minör bir yazarın (Arthur Machen), Henry James’in
bir öyküsü için kaleme aldığı tanıtım notunun “üzerinde hayli çalışılmış özgün
metinden çok daha heyecan verici" olduğunu ileri sürmüş. Cerçekten de,
Calvino, Charlemagne’a ilişkin bir efsanenin başta Petrarca olmak üzere pek çok
usta kalemden versiyonu dururken, ayrıntılardan ve karmaşıklaşma sürecinden
ayrılan bir metni, Barbey d’Aurevilly’nin birkaç satırlık “bütün bütüne çıplak
özeti”ni yeğliyor: "Çünkü bu hızla ardarda dizilmiş olay akışında herşey
imgeleme bırakılmıştır.”
Calvino’nun
hız’dan, hızlılık’tan ne anladığını bir tek bu örnek mi, konferansın gövdesine
yazdığı bütün örnekler aydınlatıyor. Bir yazma hızı değil sözkonusu ettiği, tam
tersine okunma hızını öne çekiyor dense yeri.
Konferansın
neredeyse merkezinde, bir Latin deyişine geliyor Calvino: "Yavaşça acele et” diye çevirebileceğimiz Festina Lente. Ağır
ağır, her kelimesini tartarak, dağılıp gitmeden, binbir eksende avare bir yazı
kuracağına eksenini iki uca doğru
sonsuza açmayı seçen bir yazma türünü benimsediğini açıkça yazıyor: Üzerinde
çalışılmış, yoğunlaştırılmış, derişik
kılınmış bir metni daha övgüye değer bulduğu da ortada. Ama, diyor bir noktada,
soluklu ve kapsamlı bir anlatıda bu kıvamı tutturmak zordur - onun için de
kısa metinlerin gerilimi sağlaması daha kolay olur.
Neden bilmem, ikinci konferansın başlığı “Hızlılık"
da, konusu bana, metni okudukça "Kısalık"
gibi göründü. İlk ‘alıştırma'larım bağlamında üzerinde (başta da değindiğim
gibi, "Beyin Tutuşmasının ana izleğinin etkisiyle) kafa yorduğum
“sürat” ve "tempo” konularını açmak istememiş pek Calvino. Daha doğrusu
“sürat”i "hız”dan hem ayırmak, hem
de bu iki kavramın örtüştükleri, örtüşebilecekleri durumlara el atmak için
iki önemli örneği kuşatmış da, "yazma sürati"ni dışlamış.
Konferansta, biri De Quincey’nin "The English
Mail-Coach"una, diğeri Galileo’nun "Saggiatore” başta olmak üzere
bütün yazdıklarına bağlı olarak Calvino’nun at’ın farklı koşu hızlarıyla düşünme sürati arasın da koşutluğu çekici bulduğu göze çarpıyor. Canalıcı bir konu
şüphesiz. Hele, De Quincey'nin anlatısındaki denklemin ortaya koyduğu zihinsel
süreçlerin hız odağına bağlılıkları düşünülürse. Süratin fiziksel yanıyla
zihinsel yanını karşılaştırırken, Quincey, aynı yolda çarpışmalarına ramak
kalan iki atlı arabadan birinin üzerinde düşünür: "Fırlatılan bakış, insan
düşüncesi , melek kanadının çarpışı:
Soruyla yanıtın arasına onları bölerek girecek ölçüde hızlı olan hangisidir?”
Calvino
"hızlı zihni” yüceltmiyor, ağır çalışan ama etkili sonuç alan bir zihnin
etkinliği ile eşdeğer buluyor süratli aklın etkinliğini. Bunun yazıya yansıyan
sonuçları açısından da yansız gibi: "Üslûbun ve düşüncenin hızlılığı ilk
ağızda çeviklik, devingenlik, özgürlüğün biraz abartılı biçimi demeye gelir;
başıboş yol almaya hazır, bir konudan ötekine atlayan, yüz kez ipin ucunu
kaçırıp yeniden yakalayan bir yazıyla atbaşı giden pek çok kalite”. Ne var ki
digressif (kaçıp» giden, durmadan uzaklaşmaya yatkın, serseri mayın) bir yazıya
yatkın olmadığını da belirtiyor. "Yavaşça acele et"mekten anladığı,
yazma sürecine ait bir olumlama değil de, okunma sürecine ait, yazarın bir
yetisi ya da erdemi.
Bu
kavşakta "çabukluk” devreye giriyor. Karşımızda süratle yazan, süratli bir
yazar yok. Kurduğu metnin süratle okunmasını mı sağlıyor öyleyse? O da değil:
Kurduğu metnin dayandığı ekonomi sürati ve hızı içeriyor. Alabildiğine yoğun,
yeğin, derişik kılınmış bir yazı. Şiirle düzyazı arasında bir fark görmüyor
Calvino: "Mürekkebe su katma” açısından. Ama, bu inancın onu kısa
metinlere sürüklediğini yadsımadığı gibi, kısa metinlere bir övgü de düzüyor -
"Monsieur Teste "e, Ponge’un kısa parçalarına, Leiris’e ve
Michaux'ya. Arada, "metnin uzunluğunun ya da özlülüğünün dış ölçütler
olduğunu biliyoruz, ben burada özel bir yoğunluktan sözediyorum, bu soluklu
yapıtlarda da ortaya çıkabilir herhalde, gene de ölçü birimi kuytuda kalmış
sayfa olur” diyor.
Ne
yazık ki, belki de keskin bir tavır almaktan yana olmadığı için, bulanıklığı
göze alıyor Calvino - bir sonraki konferansıyla üstelik çelişerek. "Özel
bir yoğunluk”tan ne anlıyor? Neden "herhalde"ye başvuruyor?
Genelde
tahmine büyük pay bırakıyor.
* Italo Calvino,
"Rapiditâ", in "Leçons Amöricaines”, s. 59-93, Gallimard 1989.
** E/oge de la Rapiditt, Le
Monde, 7. VII. 1989.
Ne olursa olsun; yazmak, yazabilmek aslında üstesinden
gelmektir: Karşı-kefede yazamamak fiilinin yer aldığı düşünülürse.
Yazılmış-olanın niteliklerini, o niteliklerin belirleyiciliğini elbette
yoksaymıyorum. Onlara ilişkin bir ölçüm yapılabilmesi için önce varolmaları
gerektiğini anımsatıyorum. Öyle sıradışı imgelem donanımı olan, öyle özel
zihinsel alıştırma yapma yeteneği bulunan kişilerle karşılaşırız ki yazarken,
şaşırırız: Eyleme geçiş kimilerinde tıkanmıştır. Yazmak (yapmak), yazamamak
(yapamamak) bozguna uğratıldığında gerçekleşebilir ancak.
Yazamayan/yapamayan’ın düşkurusu, imgelem kısırı, akıl fakiri olduğunu sanmak
en hafifinden yanılmaktır.
Bir yapıtı bütünlemek için ona önce başlamak, başlayabilmek
gerekir - zordur. Ardından, başladığımızı sürdürebilmemiz gelir - zordur.
Sonra, bitirmeyi, bitirebilmeyi bilmek, öğrenmek öne çıkar - zordur.
Her evresi zor, zorlu, zorunlu olan bir uğraş alanı içinden
kilitlenmeden; her evreyi hakkını vererek geçmek için zihin ve gövde arasında
bir trapez köprüsü kurulur.
Bu gerçekliği, Çin’in bilge ressamı Shitao, 1710 dolaylarında
kaleme aldığı “Biricik Fırça Darbesi” kuramında bütün açıklığıyla dile
getirmiştir. Bir uygulamasını, 1685’te gerçekleştirdiği yatay rulo çalışması
“Onbir Korkunç Mürekkep Lekesi”nde buluyoruz o kuramın. Shitao örneği, yazan
gövde için canalıcı önemde: Resim-yazı ya da yazı- resim (ideogram) yazı ile
resim arasında eşit mesafede duran bir edimin birimi: Bu satırların yazarı,
ondan, doğrudan doğruya kalem kâğıt kullanmayanların sahici yazı adamları
olabileceğine inanmakta güçlük çekiyor: Onlar, diye düşünüyor, ancak yazın
adamı olabilirler.
Shitao. zihin derişmesinin ilk 'olmazsa olmaz’ koşul sayılması
gerektiğini savunuyor: “Resim (Yazı) zihinden çıkar gelir . Sonra? Nerede
olursanız olun", diye sürdürüyor: Düz bir adım atabilmelisiniz”. Bu düz,
sıradan adım başlamanız için, hem de sürdürüp bitirmeniz için vazgeçilmez bir
eşik. Sıradışı bir yanı yok atacağınız adımın, tersine sadeliğinden tartarak
sözediyor bilge-ressam: Fırça darbesinin biriciklik sırrı,
başlama-sürdürme-bitirme evrelerini içiçe, peşpeşe, kesintisiz taşımasında
olduğuna göre, gerçekten de, yapılacak iş adım atmak.
Biricik fırça darbesini içeren
adım "herşeyi kapsıyor” Shitao’nun gözünde: “Erişilebilecek uzak noktaya
ve onbin milyon (diyor) fırça darbesine sizi ulaştıracak bu kapsamada, denetimi
hepten insanın kendisinde olan Biricik Fırça Darbesi’nin içinde yeralmayacak
hiçbir
başlama ve bitirme durumu dışta kalmamaktadır”.
Gelgelelim, zihnin derişmesiyle
sınırlandırmıyor Shitao, çözümünü: Bir o kadar altını çizdiği etmen: “Bileğin
özgür" olmasına özen göstermek.
Burada, resim-yazı ile yazı’nın, dahası hat ile yazının
ayrıldığını gözlemliyoruz. Filoloji, bize "özgür bilek" denildiğinde
“havada çalışan elin kolun" vurgulandığını gösteriyor. Fırça ile çalışan
ressam da, hattat gibi elini kolunu masaya dayamıyor. Masayı dayanak olarak
kullananlar yalnızca bileğine ya da bileğine ve dirsek dahil koluna dayanak
arayanları yok mu, var: İşin açığı onlar usta kategorisinde yer almıyorlar
genellikle, bir ölçüde küçümsendikleri göze çarpıyor.
Öte yandan "özgür bilek” tamlamasının, edimin (yazmak,
resmetmek) gerçekleşme süreci açısından
“boşlukta çalışan"
el ve kol olarak yorumlanabildiğini de ekliyor uzmanlar. Teknik açıdan
bakıldığında, gövdenin yapmaya hazırlanışını daha bütünsel kılan bir seçim bu.
Felsefi açıdan
da beslenmiş bir tercih
sözkonusu ayrıca: Boşluk, işlevi simgesel
boyutta da perçinleyen bir özellik taşıyor: Tekerlek, onu çevirecek rotun
gireceği sürahi, kulpu tutacak olanın yararlanacağı bir boşluk barındırmak
durumundadır, diyor Lao Zi.
Yapan, yapmaya girişecek gövdenin öyleyse dayanak noktasıyla
bir, boşlukla bir başka ilişkisi üzerinde oyalanmak en doğrusu.
Bir adım ileriye giderek belki: Yazan gövde, yazmak için ne
yapıyor, yazmanın yanısıra ne yapıyor, nasıl işliyor? Üstesinden gelme yolunda,
gövde bir geometri kurmak zorunda kendisine - ki elektriğini, kimyasını ona
göre de bir alaşım noktasında tutabilsin, dengesini buna göre tutturabilsin.
Yazan gövdemi dinleyebilir miyim? Onu düşünebilir,
anımsayabilirim ola ki. Başımı neden durmadan sola eğiyorum, neredeyse 45°’lik
bir açı yaratarak? Melankoli hali üzerinde çalışan pek çok yorumcunun dikkatini
çeken başı eğik durma, durayazma biçiminin bir benzeri, devamı, değişkeni
olarak nitelendirebilir mi o açının varlığı? Ondan mı, sık sık, yazma anında
sol elime dayıyorum alnımı ya da başımı - duruşumu mu dinlendiriyorum? Bili-
SAĞ(LİM) EL’den KALAN BOŞLUK
İşin hemen
hemen başında, sağlak olmaya zorlanmış bir solak olmak neyse ne - Tarih
boyunca, dinsel inançların, bâtıl törelerin kirli saydıkları sol eli
kullanmaktan alıkoyulmuş olmanın kişinin bilinçaltında hazırladığı tuzakları bu
olguyu yaşamış olanlar bilir. Bir de, sağ
elini belli bir yaştan sonra yitiren, onun için de gecikmiş bir solaklık
yaşantısına mahkûm olanlar.
Claude
Leroy, başka bir yazımda da değindiğim "Cendrars’ın Eli” adlı
incelemesinde, cephede top mermisiyle sağ kolunu yitiren şairin, şiirinde de
büyük bir kopuş yaşayışına ışık düşürür. İki
katmanlı bir milattır, Cendrars’ın zihninde kazınan. Metafizik yakasını şair kendi
ağzından aktarır: Gökyüzünden bir işaret getirir (sanki) top mermisi, gözünün
dibinde patlayan şimşek (gibidir) algı perdesine iner. Sağ elini, yazan elini,
şiir kuran elini Tanrı istememiş olabilir mi? Yıllar yılı kimseye açmaz bu
düşüncesini Cendrars, bırakır: Şiiri kurusun.
Fizik
yakasını unutmayalım ama. Cendrars, savaşın yokettiği sağ kolunun yerine sol
kolunu atamayı usul usul öğrenir, eksilen gövdesini uzaklara taşır, peşpeşe
düzyazı kitaplar yazar, şiire ölümüne az kala dönecek, kesinkes içindeki şairin
özel kıvamına yetişemeyecektir.
Burada,
yalnızca, bir alışkanlığın kesintiye doğal olmayan nedenlerle uğraması
değildir belirleyici olan, bana kalırsa. Gövdenin bütünü solaktır, bütün
refleks ayarları beynin sola gönderdiği sinirsel komutların önceliğiyle
malulleşmiştir. Yapay ambidextral’lik (Leonardo her iki elini de
kullanabiliyordu), zihnin ve gövdenin eksenini kaydırmaya yeter mi -
sanmıyorum.
* Bu
konuda, bakınız, Arredamento Dekorasyon'un (1992/4)
hazırladığı
dosyada yer alan ve sağdan sola giden iki önemli deneme: Vedat Çakmak,
"Sağ El Paradigmaları” ve Cüneyt Kızılelma, "Sinistrals versus
Dextnals”.
yorum: Masaya iki kolumla da dayanıyorum genellikle; yazan
kolumu hep ulna'nın ortasından dayıyorum masaya, dirseğimi kullanmıyorum. Kalemi
tutuş biçimim hiç değişmiyor, pek ender kramp giriyor yazan elime, o da yazmaya
başladığımda, kaslar ısınmadığı için.
Yazan gövdem konusunda gerçekte çok az bilgi taşıyor bilincim. Aynı konuda bilinçaltım enikonu dolu olsa gerek: Yazmaya başladığım yıllarda, belli bir iç terbiye sağlamışım kendime: Kimyamın, elektrik yükümün elverişli olup olmadığını çarçabuk anlayabiliyorum da, gerekçelerine ulaşamıyorum genellikle.
Bu noktada bitmiyor yazma edimimin giz yelpazesi: Yazmak,
yazabilmek, yazıyor olmak her vakit kıvam'ın tutması, tam tutması anlamına
gelmiyor. Farkındayım: Şu yazmakta olduğum metni başka iç ve dış koşullar
dengesinde daha kıvamlı biçimde kaleme alabilirdim.
Yazan gövdenin beyinle ilişkisi hakkındaki bilgisizliğimiz
ürkütücü. Bunun birazı, beyin konusunda bilinenlerin büyük kısmından habersiz
oluşumuzdan; birazdan fazlası, beyin konusunda en büyük bilgi deposuna sahip
bilim- adamlarının bilgi sınırının darlığından geliyor.
Yazan gövdenin bir de, çünkü, çalışma (işleme) ritmi ile bağlantılı
bir performans eşiği olabileceğini düşünüyoruz:
Zihin, yazan gövdeye yol açıyor, yol tıkıyor. Bağlantıları
hazırda tutma, kurma eğrisi; istifleme kapasitesi ve anımsama hızı; boşluklara
yüklenme ya da onları açma, doğurma gücü; yetileri geliştirme yetisi - bütün
bunlara ve benzeri sorunlara yanıt getirecek iç tanışıklık hizası yeterince
yüksek mi?
Yazan gövdeye alışkanlık sağlama, ona sıkıdüzen çerçevesi
yaratma konusunun ayırıcı bir yanı olduğu biliniyor. Yazmaya davranmayan, sık
sık masaya oturtulmayan gövde her seferinde ısınma güçlüğüyle karşılaşıyor; bu
koşul, yazan organ için haydi haydi geçerli. Tıpkı yüzmek, bisiklete binmek
gibi, bir kere öğrenildi mi bir daha unutulmayan bir fiil yazmak - gelgelelim,
burada fiilin düz kullanımından (bir toplantıda not almaktan) sözetmiyoruz:
Kurmak için yazan gövde apayrı bir terbiye gerektiriyor.
Alışkanlığı beslemek, söndürülmek istenmeyen bir ateşi
beslemekten farklı bir mantık, bir işleyiş beklemez; sıkıdüzen, demek, en çok
yazan gövdenin ortalama ısısını belli bir noktada tutabilmek için.
“Performans” adına içeriden temel ve sürekli bir müdahale
tarzının etrafında dolaşıyorum.
Koşulları hazır etmek adına, yazan gövde, zamanla dışarıdan
destek alma yoluna da sapıyor, “ritm"i korumak uğruna “stimulant”lara
başvuruyor; biliyoruz.
Sözlükler, hem “uyarıcı’yı, hem de “diriltici’yi karşılık
olarak sunuyorlar, “stimulant” maddesinde. Yineliyorum: Burada yeniden alkole,
uyarıcı-uyuşturucu çerçevesinde yazdıklarıma dönmek istemiyorum. Yazan gövdenin
kendisine dış dayanak arama, kendisini ateşleme ve diriltme boyutlarında daha
düz çözüm yollarına başvurduğu bilinen gerçek:
Stephen Spender, “Bir Şiirin Oluşumu” başlıklı içbükey
denemesinde, yazma edimi başladığı an zincirleme biçimde sigara içtiğini
aktarıyor - bu örnekte ilgimi çeken, Spender’in yalnızca yazarken tütün
kullanıyor olması.
Balzac’ın, çalışırken, litrelerce koyu kahve tükettiğini aktarmayan
kaynak yok; müze haline getirilen Paris’teki evinin başköşesinde fincanı ve
kahveliği sergileniyor.
Apaçık diriltici olarak anılmasa bile, yazarken dinlenen
müziğin gövdenin nabzını etkilediğini, işleyiş ritmini doğrudan beslediğini
düşünüyorum ben. “Tansiyon”un belirleyiciliğini ölçme yolunda farklı
parçaların (Bach, Stravinski, Steve Reich sözgelişi) yazma edimini etkileyiş
biçimini çözümlemek gerekir.
Gene de, açılmak üzere hangi dış dayanaklara dayanırsa
dayansın, yazan gövde gerçekte kapanır. Her gövde kendi fanusunu yaratır, orada
toplanır, derişir. Kendi atmosfer koşullarının ülküsel konumunu arar. Kendi
yağmurunu, fırtınasını hazırlar.
Her seferinde, yazan gövde ayrı bir muammanın bileşkenlerini
üzerinde toplar.
Üstesinden
öyle gelir.
Ocak 98
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder