Pasolini’nin filmlerindeki şiirselliği anlamak için birtakım
görüntüleri gözümüzde canlandırmakla işe başlayabiliriz. Örneğin, Pasolini’nin
çocukluğunun büyük bir bölümünün geçtiği Friuli bölgesindeki Casarsa
istasyonunda bekleyen bir yük vagonu. İnsansız bir fotoğraf. Platformun
yağmurdan ıslanmış parlayan yüzeyi. Pier Paolo sanki büyük kentlerin yalnız
insanlar kalabalığına karışmak üzere buradan yola çıkmış. Bütün insansızlığına
rağmen böyle bir istasyondan yola çıkan bir gencin belleğinden hiç silinmeyecek
bir gücü var bu görüntünün. Pasolini’nin belleğinden silinmeyen bu ve buna
benzer çağrışım gücü eşsiz görüntüler, onun Friuli yaşantısıyla ilgili
şiirlerinin zengin bir esin kaynağı olmuş olmalı. Friuli bölgesi, Casarsa...
Bu kırsal dünyanın doğası ve insanları. Pasolini’nin Roma’da yaşamaya
başladıktan sonra da büyük bir özlemle hatırladığı bir dünya.
Ancak Pasolini’nin yazacağı şiirlerde, çevireceği filmlerde
onun dünyaya bakışını belirleyen başka bir kaynaktan söz etmeliyim
filmlerindeki şiirsel görüntülere geçmeden önce:
Partizanların boyunlarına bağladıkları gibi
kırmızı bir mendil ve çanağın yanında,
külrengi toprağın üzerinde,
iki sardunyanın değişik kırmızısı,
Orada yatıyorsun; sürülmüş, katolik olmayan
o katı inceliğinle, adın yabancı ölülerin
listesine yazılmış: Gramsci’nin külleri...
Pasolini, Gramsci’yi 1948/49 yıllarında keşfetmiş ve kendi
konumunu açıklığa kavuşturma olanağını onu okuyarak bulmuş.
“Gramsci aracılığıyla (doğuştan ya da seçerek küçük burjuva
olan) aydının Komünist Parti ile yığınlar arasındaki konumunu, yani sınıflar
arası bir uzlaşmada gerçek eksen olabileceğini anlamış oldum. Daha da önemlisi,
kuramsal bir düzeyde, kırsal kesimin, köylüler dünyasının devrimci bir
perspektif içindeki önemini yeniden kavradım. Gramsci’nin yapıtlarındaki
titreşim benim için belirleyici olmuştu.”
Pasolini Roma’ya yerleştikten sonra da şiirlerinin ve
romanlarının kaynağı, bir anlamda, köylü dünyasının büyük kentteki bir uzantısı
olan ve kenar mahallelerde oturan alt-proletarya ye ayaktakımı insanlar oldu.
Sanayileşmiş burjuva İtalyanlarla sanayi öncesi kırsal İtalya’nın kentlere göç
etmiş ve bu yüzden organik ortamından kopmuş yoksul insanları aynı kentte yaşıyorlardı.
Pasolini bu durumun yarattığı çelişkileri dinmeyen bir öfkeyle dile getiren ve
her zaman ezilenlerle dayanışma içinde olan dürüst bir tanığı oldu. Kendisi
Marx’ı, Freud’u bilen, çağdaş düşüncenin kaynaklarına inmiş parlak bir
entelektüeldi. Ama onun ezilenlerle bu dayanışmasını devrimci açıdan olumlu
kılan Gramsci’nin insan sevgisiyle ilgili görüşleriydi. Büyük İtalyan
düşünürünün bu yanını Trevor Griffiths adlı İngiliz oyun yazarı İşgaller
(Occupations) oyununda şöyle açıklar:
Ah yoldaş, ah! Uç bir şey sevgi
kadar önemli değildir,.. Dünyada hiç bir şey. Çocukluğumda bu vücutta beni hiç
kimsenin sevemeyeceğini düşünürdüm. Bu düşünce, hiç bir zaman sevilemeyeceğim
düşüncesi değişmez bir gerçek, bir saplantı olarak gitti. Belki de bu yüzden
ben de yığınlarla karşılaştığım zaman aynı tepkiyi gösterdim. Senin az önce
söylediğin gibi, "kullan onları dedim, işe yaramaz hale gelinceye kadar
kullan. Sonra bir yana at, yenilerini getir, Sonra kendi kendime düşündüm. Bir
insan kimseyi sevmemişse yığınlarla nasıl bir bağ kurabilir. Bir insan tek bir
kişiyi bile yürekten sevmemişse bir topluluğu nasıl sevebilir? İşte ancak o
zaman yığınları insan olarak sevmeye başladım, ancak o zaman onları her birinin
ayrı ayrı özellikleri olan bireyler olarak sevdim. Bunu,., sevgiyi.,, küçük burjuva
idealizminin bir hastalığı olarak görüyorsan, yanılıyorsun, Devrimin yaratmaya
çalıştığı yeni düzenin siyasal sağlığını güven altına alacak diyalektik ilişki,
yönetenlerle yönetilenler, öncülerle yığınlar arasında tek doğru diyalektik
ilişkidir sevgi..."
Burada bir oyul kahramanı olarak konuşan Gramsci,
Pasolini'nin yaratıcılık hayatında onun sonuna kadar izleyebileceği bir yol çiziyordu.
Şair ve sinemacı Pasolini kendini bu yolun başında bulduğu zaman, Gramsci’yi bu
yolda onu hiç yanıltmayacak bir klavuz olarak benimsemişti. Bu inanç ve güven
duygusu bu yüzden onun şiirlerindeki ve filmlerindeki yoğun öfkeye insanlaştırıcı
bir yumuşaklık da getiriyordu,
Pasolini, “Gül Biçimli Yeni Şiir"inde, "...bir
gerçeği anlamaktır gerçek acı..." diyordu. Dilenci, Mamma Roma, Aziz
Matyas'a Göre İncil ve Şahinler ve Serçeler'de bir değil, birçok gerçeği nasıl
derinlemesine anladığını en etkili bir dille kanıtlıyordu Pasolini, Bunu
gerçekleştirirken de şiirsel anlatımın o gizli irkilme yönteminden
yararlanıyordu, Evet, şiirin irkiltme yöntemi, Çünkü şiir, gerçek bir yaşantıyı
dile getiriyorsa, hemen hemen her zaman, o yaşantıyla ilgili en çarpıcı
imgeleri de yan yana ya da üst üste getirir. Böylece ele alınan yaşantıya kendi
anlatım tekniğinde nesnel karşılıklar bulmuş olur.
Pasolini'nin fikirlerindeki şiirin bir başka kaynağı da onun
Giotto, Massaccio ve Plero della Francesca'yla başlayan zengin bir gelenekle
özdeşleşmesi ve görsel duyarlığının böyle bir gelenekle belirlenmiş olmasıdır.
La Ricotta adlı film senaryosundaki Yönetmenin şu sözleri bu gerçeği
açıklamaktadır:
Geçmişten gelen bir gücüm ben.
Yalnız gelenektir benim sevdam,
Yıkıntılardan, kiliselerden,
sunakları süsleyen resimlerden,
Appeninler’deki terkedilmiş köylerden,
kardeşlerimin yaşadığı Alplerin
yamaçlarından geliyorum ben,
Tuscolana Caddesinde bir deli gibi
ya da Appia’da sahipsiz bir köpek gibi
dolaşıyorum,
Ya da Roma'nın, Ciociarla'nın, dünyanın
üzerinde söken şafağa, alacakaranlığa
doğum tarihim sayesinde
gömülmüş bir çağın kıyısından
tanık olduğum tarih -sonrası bir dönemin
ilk olaylarıymış gibi bakıyorum.
Ölü bir kadının rahminden o
bir canavarmış gibi doğuyor,
Ve ben, yetişkin bir cenin,
herhangi bir çağdaşımdan daha çağdaş,
artık olmayan kardeşlerimi arıyorum.
Pasolini Accatone, Mamma Roma, Şahinler ve Serçeler, Aziz
Matyas’a Göre İncil gibi filmlerinde ekonomik ve toplumsal özgürlükleri
kısıtlanmış insanların sözcülüğünü ederken, Teorem, Domuz Ahırı gibi
filmlerinde cinsel özgürlüğün kısıtlanmasıyla yaratılan tabuları ele aldı.
Cinselliğin insan ruhunda yarattığı karmaşayı Kral Oidipus ve Medea filmlerinde
daha yoğun bir şiirsellikle işledi. Pasolini’nin bütün bu filmlerindeki
şiirsel yoğunluğu sağlamaktaki başarısı ele aldığı konulara son derece kişisel,
nerdeyse özyaşam-öyküsel bir yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Dekameron,
Canterbury Öyküleri, 1001 Gece Masalları filmlerinde ise Pasolini’nin masal
dünyasının kendine özgü özgürlüklerinden yararlandığını ve gene insanın
yasaklanan cinselliğini yeniden özgürlüğe kavuşturarak bir kutlama törenine
dönüştürdüğünü görürüz. Pasolini için masal dünyası da, düşler dünyası gibi
gerçekliğin çok daha karmaşık ve kolayca görünmeyen özelliklerini içeriyordu.
Bu yüzden, gerek görünüşte masal türünün özelliklerini taşıyan bu üç film,
gerekse daha sonra yaptığı ve sıradan insanların kolay kolay yüz yüze
gelemeyecekleri Sade’ın dünyasını canlandıran Salo gerçeklerle düşlerin
örtüştüğü bir şiir yoğunluğuyla karşımıza çıkar.
Pasolini’nin sineması da, genel olarak gerçek şiirin bütün
örnekleri gibi, tüketim için tasarlanmış yapıtlar değildir. Sanatçı sinemanın
geniş yığınlara yönelik bir halk sanatı olup olamayacağını irdelediği bir
yazısında bu yüzden sık sık şu soruları gündeme getirmektedir:
“İnsan sinemayı kitle kültürünün bir iletişim aracı olarak
görenlere nasıl karşı durabilir? Aristokratik bir sinema, tüketime elverişli
olmayan bir sinema yaparak. Tıpkı şiir gibi. Çünkü şiir okuru sadece bir iki
bin kişi olduğu için. Bu okurların dışındakilere göre tüketime elverişli
değildir nasıl olsa... Sinema şiirin bu “mutlu azınlık” sanatı olma düzeyine
getirilip kitle kültürünün sahte demokratlığına karşı nasıl mücadele edilir?”
Pasolini Dilenci’den Salo’ya kadar uzanan sinematografik
yolculuğunda ülkesinin yetiştirdiği büyük ustaların resim geleneğiyle beslenen,
görsel bir duyarlıkla, ama bir yandan da kökü Homeros’a ve binlerce adsız ozana
dayanan sözlü edebiyatın anlatım gücüyle bizi yaşadığımız dünyanın şiir
kaynaklarına götürmeye çalışmıştır. Tıpkı Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın kavmi çöllerden
geçirerek Kızıl Deniz’e ulaştırdığı gibi.
Prof. Dr. Cevat ÇAPAN
"Şiir ve Sinema"
"Şiir ve Sinema"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder