I
Bu yaşamı bugün olduğundan başka bir şekle dönüştürmek insan
türünün elinde midir? Yaşam doğrusu olmayan yanlışlıklar zinciri midir? Hep
yanlışlık yapmaya mahkûm muyuz?
İnsanlık tarihine bütünsel bir
açıdan bakıldığında insan türünün belirli bir yetkinlik düzeyine hiç
çıkamadığına, saçmalıklarını hep düzeltmeye çalışırken perişan olduğuna
tanıklık edebiliriz. İnsan türünün sürekli yaptığı yanlışlıkların gene
insanlar tarafından düzeltilmeye çalışılması sonucu bütün insanların aşırı
yorgun ve bitap bir halde ölüp gittiklerini saptamak pek de zor değildir.
Tarihin bir anlamı var mıdır sorusuna bugün rahatlıkla insanlık tarihi
varlığın sürekli yorulması ve ağırlaşması sürecinden başka bir şey değildir
yanıtını verebiliriz.
Bir insan doğduğu zaman
kendisinden önce yaşayan insanların yaptığı yanlışlıkların sonuçlarını
üstlenmiş oluyor. Bu nedenle her kuşağın üstündeki ağırlık biraz daha artar.
Bugün bu ağırlık insanlar için taşınamaz bir hale gelmiştir. Dünya üzerinde
öyle bir gerginlik vardır ki her insan bu gerginliği bir parça azaltma yoluna
gitmelidir. Yoksa bu gerginlik tüm yeryüzünü kaplayacak ve bu şekilde yaşam
kendiliğinden olanaksız hale gelecektir. Bu konuda bir örnek vermek isterim:
Ülkemizde bayramların başlangıç ve bitiş günlerindeki trafik sıkışıklığı, biz
insanların bugüne kadar yaptığı yanlışlıkların bir sonucudur ve her kuşak bu
yanlışlıkları artırarak sürdürecektir. Otomobillerin, otobüslerin içine sıkışmış
milyonlarca insan uzun bir süre trafik sıkışıklığına maruz kalarak
ağırlaşmakta ve bataklığın içine biraz daha sürüklenmektedir. İnsan türü
bilinçli davranarak bunun önüne geçebilir mi? Geçebilir gibi bir izleniminiz
olabilir ama bu izlenim yaşamın devinimine uymamaktadır. Yaşamın gidişatı insan
türünün yok oluşuna programlanmıştır. Bu programın içinde insanın aşırı
iyimserliğinin yarattığı boşuna bir çaba da bulunmaktadır. Bütün insanlar
mutlu olacakları yanılsamasını yaratan içgüdüsel bir güce sahip olarak bu
dünyaya gelirler. Ama insanlar büyüyüp olgunlaştıkça bunun kocaman bir
aldatmacadan başka bir şey olmadığını fark ederler. Bu fark edişten sonra insan
yaşlanmaya ve ağırlaşmaya başlar. Umutsuzca tüketir, yer, içer. Aslında her
insanın yaşamı birbirine benzer ama insandaki kendini beğenmişlik duygusu ona
kendi yaşamını diğerlerinkinden daha iyiymiş gibi gösterir. Bütün insanlar
aynı iyimserlik duygularıyla bir gün mutlu olacaklarına inanırlar ama yalnızca
bazı mutlu anlarla yetinmek zorunda kalırlar. Her insan için mutlu anlar
vardır ve o anlar geçer gider. Yığınlaşan ve bataklığa gömülen insan türünün
hangi mensubu uzun süreli bir mutluluğu yakalayabilir ki?
Yetkinliği genel olarak kabul
edilen eserlerde insanlık için bir çıkış yolunun var olup olmadığı sorusuyla
sıklıkla karşılaşırız. Düşünürler insanlığın özündeki olumsuzluğu saptar
gibidirler ama bunu açıkça dile getirmek istemezler. Örneğin Kierkegaard’ın
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı eserinde insan kaçınılmaz olarak umutsuzluğa
düşer ve sonrasında ilahi bir güç yani Hıristiyanlık inancı onu bu durumdan
kurtarır. Simone Weil de hayatın dayanılmaz trajedisini, Tanrı'nın lütfuna
mazhar olmak için geçilmesi gereken bir evre olarak açıklar. Bu iki düşünür de
varoluş trajedisini bir gereklilik olarak kabul ederler. Ama işin ilginç yanı
ikisi de Tanrı’nın var olup olmadığı konusuna hiç girmezler ve zaten onun varlığını
kabul etmenin dışında bir olasılığın olmadığını bize hissettirirler. İnsanın
varlığını sürdürmesi zaten Tanrısal bir gücün tezahürüydü ve var olduğumuza
göre bunu tartışmak bile söz konusu olamazdı. Ama önümüze bir ahlâki varlık
olarak buradaki yaşama nasıl katlanacağımız sorunu çıkıyordu. Hem Kierkegaard
ve hem de Simone Weil insanın içinde var olduğuna emin oldukları Tanrısal gücü
nasıl bulacağımız konusunda bize rehber olmaya çalışmışlardır. Bu gücü
bulabilmek için öncelikle bu dünyada mutluluk arayışından vazgeçmemiz
gerekiyordu. İşte burada hepimizde bu görüşe karşı içgüdüsel bir direnç
kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Mutlu olmayacaksak ve bu dünyadaki nimetlerinden mahrum
olacaksak bu hayat tam bir işkenceye dönüşecektir.
İşte bu direnç insanlık türünü
her gün daha büyük çıkmazlara sürüklemektedir. Hiç birimiz Kierkegaard veya
Weil gibi düşünmeyi ve davranmayı kabul etmiyoruz. Dini inanç gereği bir
iyilik veya bir fedakârlık yaptığımızda hemen bir ödül bekliyoruz. Bu ödül
gelmediğinde inancımız içtenliğini yitirip, diğer insanları kandırma aracına
dönüşüyor. Örneğin politikacıların dini inancı kullanarak her türlü maddi
imkâna erişmesi böyle bir süreçtir. İnsanın biyolojik yapısı zevke
programlıyken, varoluşsal yapısı anlama, sonsuzluğa yöneliktir. Bu ikili yapı
insanlık tarihini patolojik ve kaotik bir sürece sürüklemiştir. Bugünün
bilinçli insanı türün bu çıkmazlardan kurtulamayacağına emindir. Bu nedenle
“yaşa ve öl”, gerisini düşünme anlayışı en etkili yaşam tarzı olmaya devam
ediyor.
İnsanlık için bütünüyle bir
aydınlanma çağı olmamıştır. Yalnızca aydınlanmaya çalışan bir avuç insan
çıkmıştır ortaya. Onlar da anlaşılamayarak kaybolup gitmişlerdir. İnsan türü
kendi dışında oluşmuş düzenleyici bir gücün kurduğu yapıya bağlı olarak
otomatik bir yaşamı sürdürmektedir. Bu düzene hiç müdahale edemiyoruz. Bize
kilitlenmiş gibi görünen türün yaşam sistemi bu güç tarafından başka bir
unsurun eklenmesiyle tekrar işler hale geliyor. Bizler de boşuna yorulmuş
oluyoruz.
İnsan türünün yönetimini elinde
tutan bu güç nedir? Hayatımız sona erdiğinde bu güçle karşılaşacak mıyız? Yoksa
bu sorunun yanıtını alamadan sonsuza kadar yok olup gidecek miyiz? Veya tekrar
tekrar dünyaya gelip bu gücü tanımaya çalışarak boşuna yorulmaya devam mı
edeceğiz? Sonsuza kadar yok olmak mı yoksa sonsuza kadar bu dünyaya veya bu
evrene gidip gelmek mi? Yanıtı olmayan sorular bunlar. Ama sormaya devam
edeceğiz.
II
Çaresizliğimiz bize özgürlüğün kapılarını açar ama bu
özgürlük metafiziksel boyuttadır. Şimdi kendi varoluşumuzun ne tür bir
metafiziğe içkin olduğunu açıklama zamanı gelmiştir.
Yaşamın evreleri arasındaki derin
farklar kendimizi tanımayı zorlaştırır. Çünkü arzunun deviniminin maddesel
temeli hormonlara dayanır. Hormonlardaki değişimler yaşamı deneyimleme biçimini
değiştirir. En sonunda her şeye kayıtsız bir ruh hali en baskın psikolojik
durumdur. Günler geçiyor ve yaşlılık denilen nihai evreye giriyorum. Her şeye
hayır diyebilirim ve hiçbir şey istemeyebilirim. Ama boşluğa nasıl
katlanabilirim?
Varlığımızın her zaman yaşamın
dışına taşması, maddi güce tapmanın ne kadar anlamsız olduğunu gösterir. Çünkü
maddi dünya yalnızca yaşamı iyileştirme gücüne sahiptir. Varlığımız ise yaşam
ne kadar iyileşirse o kadar çok yaşamın dışına taşar. Bundan çıkan en önemli
sonuç, paranın varlık sorununu daha belirgin hale getirmenin dışında bir gücü
yoktur. Çünkü yaşam sorunları her zaman varlığımızın taşkınlığının ortaya çıkmasını
engeller.
Bir yere doğru gitmiyorsun! Her
zaman bir daire çiziyorsun! Fasit bir daire veya diğer bir anlatımla
kısırdöngü. Gün başlıyor ve kendi üzerine kapanıyor. Bilinç açılıyor, günlük
uyanıklık süresini tamamlıyor ve kapanıyor. Yaşam iç içe çizilen dairelerden
oluşuyor. En sonunda merkezde bir nokta, yani ölüm.
Bu dünyanın dışından gelecek bir
açıklamayı bekliyorsun. Bu açıklamanın gelmeyeceğinden emin olduğun için
mitolojik kurgulara kapılıyorsun. Her kurgu yaşamını daha büyük bilmecelere
sürüklüyor. Neden olduğun sorulara boşuna yanıt arıyorsun.
Dünya üzerindeki milyarlarca
insanın her biri kendine özgü bir yaşamı sürdürür veya sürdürmek zorunda kalır.
Farklı yaşamlar ortak alanda törpülenir ve bu törpü sonucunda her insanın
hayatı neredeyse diğerinin tıpatıp bir kopyası haline gelir. Bu nedenle aşırı
toplumsallaşma bireyin kendi farklılığını hissetmediği bir aynılaşma sürecidir.
Bazen kendi mağarasından çıkan
insanlara rastlanır. Bu insanlar bir süre toplumda özgün bir renk olarak
algılanır ama bu özgünlük daha sonra kaybolmaya yüz tutar. Kendi olmak isteyen
insanların toplumla aralarında bir mesafeyi sürekli korumaları gerekir.
Hepimiz sanki bu dünyada bir
işimiz varmış gibi görünmek için olağanüstü bir çaba gösteriyoruz. Ama ölen
kişinin ardından sürdürülen yaşam tarzımız o kişinin bu dünyada hiçbir işinin
olmadığı ve ölümüyle de bu dünyanın bir kaybı olmadığını gösteriyor. Bu da
kendi ölümümüzün de sessiz sedasız bir şekilde olacağının ve bu dünyanın kayıtsızca
kendi ekseni çevresinde dönmeyi sürdüreceğinin çürütülemez bir kanıtı oluyor.
Depresyon adını verdiğimiz ruhsal durum tam anlamıyla varoluşsal gerçeğimizin
özüdür. Depresyon ruhsal bir bozukluk olmayıp aksine depresif olmamak ruhsal
dengesizliği gösterir. Gereksiz olduğumuzu bile bile büyük bir coşku içinde
olmamız kadar patolojik bir durum olabilir mi?
O halde niye varız? Kozmosta
içinin doldurulması gereken bir boşluk insan türünün varlığını gerekli kılmış
olabilir. Türün bütünsel olarak kozmosta bir yeri olduğundan kuşku duymuyorum.
Yoksa doğal dürtüler bu kadar çok sayıda insanın dünyaya gelmesine yol
açamazdı. Evrenin dünyaya, dünyanın doğa düzenine ve doğa düzeninin de insan
türüne gereksinimi var.
Hem ruhsal ve hem de fiziksel
bozuklukların içinde çırpınan insanların yalnızca yaşamanın bile bir mutluluk
kaynağı olduğunu düşünmelerinin nedeni doğa düzeninin insan türünün yok
olmasına hiçbir şekilde izin vermemesidir.
Zaman zaman içine düştüğümüz
bilinemezlik çukurunun içinde çırpınırken doğa düzeni bize kendini sunar.
İnsan doğanın bu vericiliğinden aldıkları güçle bilimi yaratmış ve bütün gizemi
bu bilimsel araştırmalar yoluyla çözeceğine inanmıştır. Gizemi çözemedikleri
anda yeniden dinsel dogmalara ve mitlere geri dönmüştür. Bilim ile din arasında
gidip gelen insanlık türü bugün bu savaştan yorgun düşmüştür. Artık her şeyiyle
karmakarışık hale gelen bir yaşam biçimi vardır. Ele avuca sığmaz düşünceler
bütün toplumları sarmıştır. Düşünce sistemleri yerle bir olmuş, onun yerine
kaotik ortamın neden olduğu akıl almazlıklar ve duygular her tarafa
saçılmıştır.
Doğa düzeni neden düzensizliğin
zirvesi olan insan türüne gereksinim duymuştur? Bunun tek yanıtı olabilir:
Düzenli doğa kendi başına kaldığında devinimsizliğe doğru giderek yenilenmeyecek
ve böylece yok olup gidecekti. Düzensiz insan türü sürekli olarak doğa düzenini
bozarak onu her zaman yeni bir düzen kurmaya zorlamıştır. İnsan-doğa
ilişkisinin bütün dinamizmi bu diyalektik ilişkiden kaynaklanmaktadır.
İnsanlık tarihinin küçücük sıradanlıklarla
dolu olduğunu fark etmek zor değildir. Ancak çevremizdeki insanlarla yaptığımız
tartışmalarda herkesin kendi egosuna daha çok yaslandığını ve bunun hiçbir
geçerli nedene dayanmadığını görebiliriz. Peki, bu insanlar nerede hata
yapıyorlar ve kendilerini değerlendirmede yanlışa düşüyorlardı? İnsanı temel
alan soruları çoğalttığımızda bu insanlar kısmi bir görüşün mahkûmları
olduğunu görebiliriz. Örneğin sosyolojik, ekonomik verilere saplanıp
kendilerini varoluşsal sorgulamadan bağımsız tutabilirler. Ben, diyorum, şu
anki tarihsel, sosyal ve ekonomik koşullarda üzerime düşeni yaptım ve yapıyorum
o halde insanlığın ilerlemesi yolunda benim de olumlu bir katkım var! En
önemlisi dâhil oldukları oluşumun küçücük ve böceklere has yanı fark edilmemektedir.
İlk yapılması gereken cesaretle
insan türünün ne olduğunu sormamız ve bu neliğin içindeki payımızı hiçbir
yanılsamaya izin vermeden açığa çıkarmamızdır. İnsanlar hep birlikte türü
iğrenç bir yaşama mahkûm etmektedirler.
İnsana anlamlı bir hayat sürme
olanağı verilmiştir ama insanların büyük bir çoğunluğu anlamsızlığı
seçmişlerdir. Boşu boşuna yaşanan küçücük hayatlar her birimizi çılgına
çevirebilir. Bir böcek gibi yaşa ve bir böcek gibi öl. Herkesin farkında
olmadan yaptığı böyle bir şey.
Uzayıp giden içi boş sohbetlerle
dolan yaşamımız birdenbire mutlak bir sessizliğe gömülüyor. Hayatın boyunca ne
yaptın küçük adam? Nietzsche’yi hasta eden insan türüne özgü bu sıradanlık tam
da dayanılmaz bir böbürlenişe yol açıyor. Çevremiz birdenbire büyük adamlarla
doluyor. Hayranlıklar, alkışlar, bu içi kof olan bu büyük adamların akıl almaz
ölçüde zarar verici eylemlerine neden oluyor. Bu büyük adamların tarihe yön
veren saldırganlıkları kitleleri harekete geçirerek yaratıcı, yüce eylemlerin
ortaya çıkma olanaklarını tümden yok ediyor. Bize itaat etmeyene hiçbir eylem
şansı tanımayız. Tüm baskı araçlarını sizin üzerinize salarız ve sizde hiçbir
hayal, düşünce kırıntısı bırakmayız. İşte böcekleştirme eylemi budur.
Başta kendimizin sahibi değiliz.
Küçük bir zaman dilimini yaşadıktan sonra kendimizi hiçliğin karanlığına
bırakmak zorundayız. Hiçlikten çıkıp uyandığımızda belleğimiz sağlıklı
çalışıyorsa bıraktığımız yerden yaşamı sürdürürüz. Varlık ile hiçlik arasında
gidip gelen bu yorucu varoluşumuza nesnelere sahip olma yoluyla bir güç
kazandırdıklarını zanneden bir insan grubu vardır: Kapitalistler her şeyin
sahibi olmak isterler ama bu tam da bir yanılsamanın ötesine geçmeyen bir iştah
fazlalığıdır. Aslında hiçbir şeye sahip olunamaz, çünkü sahip olma duygusu
varoluşsal özdeki bir deformasyonun sonucudur. Gerçekte böyle bir duygu yoktur,
çünkü bu duygunun dayanabileceği bir gerçeklik yoktur. Gerçekte yalnızca varlık
vardır. Nesneler ise varlığa yalnızca eşlik ederler. Nesnelere sahip olmaya
çalıştığınız zaman onlar sizin bilincinizi ele geçirir. Varlığınız donuklaşır,
nesnelleşme sürecine girer.
Dünya üzerinde anlamsızca dönüp
duruyoruz ve kendi hayal gücümüzü zorlayarak yarattığımız Tanrı'dan medet
umuyoruz. Ve onu hissettiğimiz yanılsamasına kapılıyoruz. Hiçbir umut yok
nihilizmin o vazgeçilmez boşluğundan başka.
Bitip giden, hiçliğe gömülen
günler. Bunların toplamından size kalan nedir? Hep aynı anlamsızlığı yaşamaya
inat etmekle kendiniz olma duygusunu her gün biraz daha kaybedersiniz.
Ve
öldüğünüz gün, ölen siz olmazsınız.
*
Mehmet Mukadder
Yakupoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder