Manziana'da, nekahat döneminde kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere, kırık burunlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerinden oynatılmış ve unutulmuş, bir rüyadan da çıkmış olabilecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar, kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlanabilecek, müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlığın içine gömülmüş, ışık saçarak uçuşan parçaları bize kadar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şeffaflığı, anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur. Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bilincimiz, rüyaların hava gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu" diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok değişmiş bir şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder