GEÇMİŞİN BİRİKİMİYLE ÇAĞI YANSITMAYI
DENEYEN BİR SANATÇI
Pier Paolo Pasolini, ölümünden
yıllar sonra (17 yıl sonra) hala güncelliğini koruyor.
Bu ilgi çekici İtalyan sanatçısının, bu kendine özgü yazar, ozan ve sinemacının çağımızın en özgün sinemacılarından biri olduğuna hiç kuşku yok. Sinemaya geçtiğinde yaşı 40’a ve ünü tüm İtalyan aydınlarına ulaşmıştı. Alberto Moravia daha o zamanlar onu “20. Yüzyılın ikinci yarısının en önemli İtalyan ozanı” sayıyordu. Ama o, bu yepyeni serüvene atılmaktan çekinmedi. Çünkü sinema, ona göre “gerçeğin yazılı diliydi”. Böylece, insanlık tarihinin en ünlü efsanelerini, tarihten süzülüp gelen dinsel veya din-dışı metinleri, ünlü söylence, masal veya romanları, klasik edebiyatın kilometre taşı olmuş yapıtlarını perdede görselleştirirken, bunlara o çok zengin kişisel fantazmalar, düşler ve hayaller dünyasından gelen görüntüleri, benzersiz bir erotizmin sinemasal yansımalarını da kattı. Ve tüm bunlardan, insanoğlunun en ilkel çağlarından gelen kimi masal ve efsanelerden, günümüz insanı için son derece geçerli, giderek yaşamsal mesajlar çıkarmasını da bilerek...
Bu ilgi çekici İtalyan sanatçısının, bu kendine özgü yazar, ozan ve sinemacının çağımızın en özgün sinemacılarından biri olduğuna hiç kuşku yok. Sinemaya geçtiğinde yaşı 40’a ve ünü tüm İtalyan aydınlarına ulaşmıştı. Alberto Moravia daha o zamanlar onu “20. Yüzyılın ikinci yarısının en önemli İtalyan ozanı” sayıyordu. Ama o, bu yepyeni serüvene atılmaktan çekinmedi. Çünkü sinema, ona göre “gerçeğin yazılı diliydi”. Böylece, insanlık tarihinin en ünlü efsanelerini, tarihten süzülüp gelen dinsel veya din-dışı metinleri, ünlü söylence, masal veya romanları, klasik edebiyatın kilometre taşı olmuş yapıtlarını perdede görselleştirirken, bunlara o çok zengin kişisel fantazmalar, düşler ve hayaller dünyasından gelen görüntüleri, benzersiz bir erotizmin sinemasal yansımalarını da kattı. Ve tüm bunlardan, insanoğlunun en ilkel çağlarından gelen kimi masal ve efsanelerden, günümüz insanı için son derece geçerli, giderek yaşamsal mesajlar çıkarmasını da bilerek...
Sineması, ilk başlarda, biraz kaçınılmaz biçimde İtalyan
Yeni-Gerçekçiliğinden esinler taşıyordu: “Dilenci- Accatone”de Vittorio de Sica
ve bir ölçüde de Visconti’nin etkisi belirgindir. Anna Magnani’den olağanüstü
bir oyun aldığı “Mamma Roma” (1962), biraz Roma’ya, biraz da adı
Yeni Gerçekçilik’le birlikte anılan bu büyük oyuncuya bir saygı duruşu
gibidir. Ama bu filmde, katı gerçekçiliğin yanısıra, Bunuel’i anıştıran
gerçek-üstücü öğeler de vardır. Bunu izleyen “Aziz Matyas’a Göre İncil-Il
Vangelo Secondo Matteo”, Pasolini üzerine hala süren tartışmaların ilk
ateşleyicilerinden biri olur. Tümüyle dinsel bir metne dayanan (ve bu metni
hiç değiştirmeyen) bu film, Hıristiyanlığın yepyeni ve bir Marksist gözüyle
görülmüş bir yorumu mudur? (Pasolini, baştan beri kendisini Marksist olarak
tanıtmıştır.) Matyas’ın zaten kimi tartışılan öğeler içeren Hıristiyanlık
yorumunun din-dışı, giderek din-düşmanı bir yönetmen tarafından Hıristiyanlığı
küçük düşürmek, aşağılamak, gülünçleştirmek için yapılmış bir yağması mıdır? Bu
filmde Hıristiyanlığa yaklaşmadaki, Roland Barthes’ın deyimiyle “Pasolini’ye
özgü naiflik” herkesi tedirgin eder: bu filmi hangi düzeyde, nasıl “okumak”
gerektiğini kimse bilemez. Ama bir şey kesindir: Pasolini için “kutsal olan” ayrı
bir önem taşımaktadır. Tüm sanatı, insanlık tarihindeki ve insanoğlunun
kişiliğindeki kutsallık duygusunu ortaya çıkarmaya adanacaktır. O, kutsal
kavramını ve duygusunu reddetmeyen, tersine önemseyen bir Marksisttir, bir tür
Marksisizmle dini (Hıristiyanlığı) bağdaştırma savaşçısı.
Pasolini, bir yandan
marksizmle Hıristiyanlığın temelde olanaksız evliliğini düşlerken, öte yandan
gerçekle ve gerçekçi bir tavırla her türden mitos, masal, efsane ve
söylenceleri birleştirmeyi denedi. Halkların çağlar boyu yarattığı ve kimilerince “ilkel” diye dudak bükülen
kültürleri özenle incelendi Bu alanda Levi-Strauss’un kuramlarının sanki
sinemadaki yansıması oldu. Pasolini
sanatını dikkatle irdeleyen Dominique Noguez şöyle diyordu: “-Bu gerçekçilik ve
düşsel mitoloji, modern heykel sanatı ve
yapay tarih-öncesi karışımları, bu alt-proleter peri masalları ve üçüncü dünya döküntüleri, bu karmakarışık ve abartılmış
egzotizm, bu işçi mahallesi Fellini’si
veya Fas Ayzenştayn’ı uslûbu... İşte tüm bunlar, Pasolini’nin kişisel anlatımını
oluşturur. Ve bu anlatım için artık yeni bir sözcük vardır: Pasolini vâri...
Şimdi bu yaklaşımın Pasolini sinemasındaki
izdüşümlerini görelim.
“Aziz Matyas’a Göre İncil'den
sonraki filmi “Şahinler ve Serçeler"
sanatçının simgelerle örülü popüler sinema örneklerinden biridir. Bu modern ve
hoş masalda, unutulmaz oyuncu Toto başrolü yüklenmiştir. Hemen ardından gelen
“Kral Oidipus" (1967), sanatçının yeniden klasik metinlere dönüşünü
haberler. Bu aynı zamanda Pasolini’nin ilk renkli filmi ve sanatçının büyük
ölçüde tartışılan ve bir “Pasolini
ekolü"nü başlatan ilk filmi de sayılabilir. Pasolini, bu filmde antik
Yunanın en ünlü tragedyalarından birini alır, klasik çağa uygunluğu, dönem
gerçekliliğinin sağlanması gibi kaygıları biryana bırakır. Dekor olarak Fas'ı alır,
antik çağ Yunanlılarını Araplara oynatır, giysileri kara Afrika ve bir kitapta
görüp sevdiği Aztek-Sümer giysilerinin karışımı olarak seçer. Müzik ise, bir ara filmin çevrilmesinin
tasarlandığı Romanya’dan yönetmenin bizzat derlediği halk şarkılarıdır ve
klasik Yunan korosunun yerini alır. Yönetmenin gözde oyuncusu Franco Citti,
ilginç bir Oidipus, soylu güzelliğiyle
Silvana Mangano ise eşsiz bir tocasta olurlar. Bu dönemlerin, kültürlerin,
ırkların gerçek kaygısı aranmadan birbirine karışması, Pasolini sinemasının
temel özelliklerinden birini oluşturacaktır.
Nitekim sanatçı, “Medea” gibi bir diğer Yunan tragedyasını
Göreme’nin peri bacaları önünde çekecek, “1001 Gece Masalları”nın mekânları ise
Habeşistan köyleri olacaktır. Tüm bu uyuşmazlıklar, tüm bu eklektik yaklaşım,
sanatçının kendine özgü bir sinema estetiği kurmasına yol açacaktır. “Kral
Oidipus” dönemsel şaşırtıcılıklarına karşın, eleştirmenlerce “sinemada Yunan
tragedyalarından yapılmış en iyi uyarlama” olarak nitelenecektir. Pasolini,
filmlerindeki mekân, dekor, giysi çelişkileri içinse şunu söyleyecektir:
“-Sinema sonuç olarak bir düştür benim için... Estetizmin çeşitli öğeleriyle,
ama ayık olarak gördüğüm bir düş”. Yine bir Pasolini umması olan Marc Gervais’nin
tanımlaması ise şöyledir: “O, yaralı, çelişkili, bir tür kıyamet günü nöbetiyle
sarsılan bir sanatçıdır. Ama o, sanatın kendine özgü araçlarıyla, sürekli olarak
uyuşmanın, barışmanın yerini ve zamanını arar durur”.
Bu öykü, bir eşcinsel olan Pasolini’nin düşlerinden fırlamış
bir “rezalet”, kışkırtıcı bir sapıklık dışavurumu mudur? Yoksa sanatçı bu
kışkırtıcı görünümün altında temel birşeyler mi söylemek ister? Yabancı,
bedenini herkese veren, insanlık için ölmeyi seçmiş, tüm varlığını insanlara
adamış Hazret-i İsa mıdır? Pasolini, bu görüşü daha ileri götürerek doğrular:
“Teorema”, ahlakdışı sayılan ilişkilerin 5 kez büyütülerek ve içine Tanrı
düşüncesinin de karıştırılarak verildiği bir filmdir. Ailenin tüm bireylerinin
yakınlaştığı kişi ise, İsa değil, Tanrı’nın ta kendisidir”. Film, tüm Pasolini
sinemasını saran çelişkili karşılanmalardan, anlaşılmazlık ve yorum
farklılıklarından nasibini alacak ve bir yandan “müstehcenlik” savıyla yargı
önüne düşerken, öte yandan İtalya’nın ünlü katolik OCİC ödülüne lâyık görülecektir.
İtalya’nın bu haşarı çocuğa karşı ne yapacağını bilmediği açıktır.
Pasolini, bu filmde
Göreme’nin fantastik dekorunu, Tibet ve
Japon müziği gibi Uzakdoğu müziklerinden kanun
taksimi ve Bulgar halk şarkılarına değişik müzik anlayışlarını, Anadolu
yaylasının esmer ve yağız yüzlerini bu
antik tragedyanın öğeleri arasına almakta
duraksamaz. Üstüne üstlük, yakın dostu ünlü
soprano Maria Callas’ı nerdeyse sessiz, konuşmasız bir başrolde oynatmak da,
onun fantezileri arasındadır.
Ancak üçlemenin asıl vurucu
yanı, Pasolini cinselliğidir. Bu cinsellik, bir ölçüde sanatçının
eşcinselliğiyle açıklanabilecek biçimde, öncelik ve özellikle erkek cinselliğine
hayranlığı vurgular. Cinselliklerini yırtık-pırtık giysilerinin ardında cömertçe sergileyen, sürekli istekle kıvranan ve bu isteklerini
komplekssizce doyuran genç bedenler, bir
tür proleter cinselliği tablosu oluştururken, Pasolini cinselliğinin ilkel
toplumlara ve dinler-öncesi cinsellik anlayışı ve uygulamasına olan ilgisini de sezdirir. “Günah” kavramının
varolmasından önceki bir cinselliktir bu... Sakıncasız, çekincesiz ve
utanmasız... Böylece gencecik bedenler birbirlerine dünyanın en doğal şeyini
yaparmışçasına sahip olurlar, delikanlı
dostlukları çoğu zaman başka şeyleri de
kapsadığını sezdiren biçimde gelişir, soylu ve zengin kadınlar şişman ve çirkin
kocalarını gencecik halk çocuklarıyla
aldatmak için hiç bir fırsatı kaçırmazlar. Bu rahat, komplekslerden arınmış,
“ilkel” cinsellik, Pasolini için çağlar-öncesi, dinler-öncesi, uygarlık- öncesi bu cinsellik, sanki insanlık tarihinin
artık geri gelmeyecek günlerini çağrıştırır. İster eski Doğu’nun yasaklarla bezenmiş gizemi, ister Ortaçağ
karanlığı, ister Rönesans İtalya’sının “hafifmeşrep ahlakı”, dönem hangi dönem, ahlak hangi ahlak olursa
olsun, küçük insanlar, özellikle gençler,
cinselliği en doğal bir şey gibi yaşar,
ancak dönem gereği buna eşlik eden şiddet ve giderek vahşetten de, bu cinsellik
uygulamasının kimi zaman getirdiği cezalardan da kaçınamazlar. Ölüm de
cinsellik kadar doğal bir şey olarak karşılanır ve onun gibi kabul görür. Genç
erkek cinselliğine ve eşcinsel
bir estetiğe düşkün olsa da, Pasolini kadını da unutmaz ve filmlerinde, erkek
portrelerinin yanında son derece güzel ve çekici genç kızları, olgun kadınları
da sergiler. Çıplaklık, serbestçe yaşanan cinsellik, onun filmlerinde ilkel toplumların büyüsünü oluşturan öğelerden biri olarak gelir ve bu
çağdaş estetin süzgecinden geçerek filmlerine katılır.
Ve sonunda son filmi “Salo, ya da
Sodom’un 120 Günü” gelip bu eseri bütünler. Bu yapıt, birçok ülkede yıllar boyu
gösterilememiş ve kimilerinde halâ yasaklı filmler arasında kalmıştır. Bu
Marquis de Sade uyarlaması, bizlere de Sade’ın tarihsel dönemi yerine İtalyan
tarihinin daha yakın bir dönemine, Mussolini’nin yenilgiden sonra çok kısa bir
süre için faşist iktidarını sürdürdüğü Salo yöresine nakledilmiş olarak
verilir. Ve bu yakın tarih faşizminin bu son can çekişme dönemi içinde, bir
şatoya kapanarak ve yanlarına halktan seçilmiş gençkız ve delikanlılar alarak,
âlemler yapmaya girişen dört soylunun serüvenleri anlatılır. Marquis de Sade’ın
uzun tutukluluk yıllarında, cezaevinde kağıtlara yazarak oluşturduğu bu uzun (4
ciltlik) ve “lânetli” kitap, bir tür “lânetli film” olup çıkar. Pasolini, Wilhelm
Reich’ı düşündürür biçimde, faşizmle sadizm arasında açık bir koşutluk kurar.
Ana yapıttaki gibi “Tutkulara Giriş” adlı bir ön bölümden sonra gelen, “Cinsel
Deneyler”, “Pislik Bölümü” ve “Kan Bölümü" adlı 3 ana bölümden oluşan
filmde de, Sade’daki para gücünün yerini alan iktidarın (yani siyasal gücün),
genç bedenler üzerinde uygulama fırsatı bulduğu tüm deneyler, oldukça çarpıcı
biçimde gösterilir. Dozu gitgide artan ve tam bir törensellikle uygulanan
cinsellik, cinsel ilişkiler, seks âlemleri, daha sonra işkence, sadizm,
cinayet, öldürme sahneleri, kuşkusuz sıradan ve “habersiz" seyirci için
oldukça şoke edici. Ama bir kez daha, şoke edici olmak kışkırtmak amacıyla
yapılmış bir film değil bu. Pasolini, daha çok, belli bir tarihsel dönemde,
belli koşullarda, insanların diğer insanlara neler yapabileceğini ve bu yapılanın çoğunluk tarafından kabul göreceğini görmekle, faşizmin en uygar toplumlarda
bile kitlelere kabul ettirilebilmesinin bir örneklemesini yapar. Bir yandan
kusursuz bir Marquis de sade uyarlaması, öte yandan Sade’a aslında içerlediği
siyasal bir anlam yükleme deneyimi bu... Bu filmin açtığı sonsuz tartışmaları
burada yinelemenin gereği yok. Yine de, 2 temel sorudan söz etmek gerekebilir.
Biri, elbette ki “Marquis de Sade yakılmalı mı?" tarzında beliren sorudur.
Yaşadığı dönemden ikiyüzyıl sonra, ünlü Marquis’nin eserinin birçoklarınca halâ
“kabul edilemez" sayılması, halâ onu yakmak isteyenlerin varolması,
insanoğlunun çağımızda ulaştığını varsaydığımız hoşgörü konusunda umutsuzluk
verici bir örnek değil mi? Elbette, eğer De Sade’ı yakmalı diye düşünüyorsanız,
“Salo"yu, giderek tüm Pasolini’yi de yakmalı" diyebilirsiniz.
Öte yandan Roland Barthes’ın
dediği gibi, “Salo gerçekten de kabul edilebilir, giderek hazmedilebilir ve
tüketilebilir olmayan bir nesnedir. Çünkü, tüketim toplumu, yalnızca hazmedebileceklerini tüketirler". Ama sinema yazarı Jean-Louis Passek’in bu
film dolayısıyla sorduğu şu soru da ilginçtir: “ Beyazperdede hem sapık bir
olayı ayrıntılarıyla görüntülemek, hem de bu olayı eleştirmek, yargılamak mümkün
müdür? Bir diğer deyişle, iğrençliğin, çöküşün görüntüleri de, gösterdikleri
şey kadar iğrenç ve çürümüş müdürler? Bu görüntüler, suçlayıcı mıdır, çekici
mi? Burada kesin bir çift- yanlılık sözkonusudur ve yanıt, her seyircinin
bilgi, bilinç ve düşünsel özgürlük düzeyine bağlıdır".
Ve Pasolini, 1975 yılında, Roma yakınlarındaki bir plajda,
âşığı olduğu söylenen 17 yaşında bir delikanlı tarafından vahşice bıçaklanarak
ve arabayla ezilerek öldürüldü. Bu cinayet, kamuoyu ve yargı tarafından basit
bir “eşcinsel cinayeti” olarak gösterildi, olayın arkasına kimse eğilmek
istemedi. Çünkü hemen herkesin, politik yelpazenin her kanadının, bu tedirgin edici,
ayrıksı, sınıflanamaz sanatçıdan kurtulmak işine geliyordu. Alberto
Moravia şöyle diyordu: “Eşcinsel olmak veya komünist olmak... Bunlar sorun
değil. Asıl rezalet, ikisi birden olmak ve
bunu da açıkça belirtmekti. Böylece Pasolini, çizgi-dışı olmanın ötesine geçmiş,
toplum-dışı olmuştu. Varlığı herkes, hepimiz için bir skandaldı”.
Ve ölüm, bu skandalı yok etti. Ama has bir sanatçının yapıtını elbette ki unutturamadı. Bu yapıt bugün her zamankinden daha ilginç ve güncel görünüyorsa, bunda Pasolini’nin günümüzün tüm marjinallerinin öncülerinden biri olmasının da katkısı var. O, toplumların ezdiği, acı çektirdiği, küçümsediği ve yok etmeyi yeğlediği tüm azınlıkların sözcüsü olmayı seçti. Böylece, birçok insanı temsil ederek, onların adına savaşına girmek, kural ve yasalara meydan okumak ve acı çekmekle kimi filmlerinde onca aradığı “kutsal duygusu”na biraz daha yaklaşmış ve bir tür çağdaş İsa olmayı hakketmişti. Sineması, yine Marc Gervais'nin tanımlamasıyla “çağımızın kaynayışlarını en canalıcı yerlerinden yansıtmayı deneyen bir reflektör, bir çok çelişkili güçten etkilenerek katıksız gerçeğin peşinde koşan, umutsuzcasına dürüst bir sanatçı-aydın kişiliğinin" yansıması" idi. Bu sinemanın halâ çok çağdaş, güncel ve önemli olduğuna inanıyorum.
Atilla Dorsay
***
Pasolini gözde oyuncularıyla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder