Davanın “özgün hali”nin ne ve nasıl olacağını kestirmek elimizde değil: Kafka’nın bitiremediği, yakın dostu Max Brod’a yok etmesi yolunda son dileğini ilettiği bu romanı, pek çok başka yazma gibi, bir ihanete borçlu olduğumuzu biliyor, o karara çoğumuz şükrediyoruz; bununla kalmıyor oysa, okuduğumuz yapıtın bir tür versiyon sayılması gerektiğini unutuyoruz: Dava'nın bölümlerini böyle sıralayan, onlara bu düzeni veren de Max Brod — yakından bakanlar, kimi kararlarını ve uygulamalarını şüpheyle karşılamışlardır.
Sadakat ve ihanet, basmakalıp
yargıların üzerinde uçuştuğunu gözlemlediğimiz bir çizginin iki ucunda yeralan
kavramlar. Estetik düzlemde bile aktörel vurguların ağırlığını koyduğu bir
sorgulama alanı. Birbaşına handiyse bir dava kesitine açılıyorlar.
Kafka’yı Almancasından okumamış
her okur gibi traduttore traditori ’nin sıradan hışmına uğradığımın
farkındayım farkında olmasına; gelgelelim, mahut Haziran 1921 tarihli
mektubunda yazarın üzerinde durduğu “Almanca yazmamanın olanaksızlığı ve
Almanca yazmanın olanaksızlığı” noktasından baktığımda, ortada bir “özgün dil”
bile ol(a)madığı gerçeğine hafifletici sebep olarak sığınmaktan geri
durmadığımı da itiraf edebilirim.
Demek, başlangıçta, yazarın
kendi, handiyse doğal ihaneti sözkonusu — ya da zorunlu, kaçınılmazlaşmış bir
sadakatsizlik. Bunu, dörtdörtlük ihanetiyle Max Brod perçinlemiş: Vasiyeti
çiğneyerek, dahası kendi düzenlemesini dayatarak. Sonrasında, her çeviri
girişimiyle dönmeyi sürdüren çark.
Kaç okur Dava ile aracısız
tanışmış olabilir, sıcağı sıcağına karşılaşanlar ayrılırsa? Okuma uğraşına
gönül vermiş çoğu insanı serüvenleri boyunca elçiler yönlendirir: Yapıta
erişmelerini sağlayan bir işaret almışlardır. Araya giren yorumlar,
çözümlemeler bir yandan uyandırdıkları istekle, yarattıkları çağrıyla,
araladıkları perde ya da kapıyla yapıta sevkettikleri için yararlı, buna
karşılık, yapıda aramıza bir canlı levha yerleştirdikleri için tehlikelidirler:
İhanet, bir de o düzlemde işlemeye koyulur. Kafka ölçüsünde yoruma boğulmuş pek
az yazar tanıyoruz, modern edebiyat bağlamında: Blanchot ve Marthe Robert’den
Deleuze’e, herbiri, doğru ya da eğri, sapmalar doğurmuştur. Düşüncelerimde bir
yorgunu yokuşa sürme eğilimi görülürse doğrularım: Bunca yılın sonunda, her
okuma seansının sadakat sınırlarını zorlama eşikleri yarattığına vardım.
Çizdiğim çerçevenin, Orson
Welles’in Dava uyarlamasına yönelik, filmin gösterime girdiği dönemde yaşanan
sadakat sorgulamasını büsbütün saçma bulduğumu belirtmeme gerek bırakmadığı
ortada. Bir yapıt üzerine/üzerinden bir başka yapıt kurmak zaten başka bir şey
yapılacağının açık göstergesi: Öndeki yapıt arkadan geleni, gelecek olanı
tetiklemişse, yabana atılması olanaksız gerekçeler devreye girmiş demektir.
Orson Welles in, sözgelimi
Shakespeare’de de bahaneler bulduğunu biliyoruz. Bir noktada Davayı çevirmek
istemiş. Fiili pek masum bir düzlemde kullanmıyorum burada; Resnais’nin “je
tourne, parce que je veux voir comment ça tourne” cümlesine oturan fiil hem
(film) çevirme’yi, hem ‘herşeyin nasıl döndüğünü (çevrim yaptığını)’ mimliyor
ya, burada, demek Türkçede, farklı bir üstüste biniş sözkonusu: Welles, evet,
Davayı kendi dilin (d)e çevirmeyi hedef tutmuş, demeye getiriyorum.
“Fabula"yı, Max Brod’un
romanın sondan bir önceki bölümüne (‘teolojik gerekçelerle, miydi
gerçekten de?) yerleştirdiği kısa, çekirdek metni Kafka, sağlığında, bağımsız
bir metin olarak yayımlamıştı — dolayısıyla, bir biçimde yüzdüğü söylenebilecek
o kıssayı Welles’in filminin jeneriğine yedirmiş olmasına terslenmeyi, sırayı
bozma tutuculuğuna sapılmasını anlamak güç: Uyarlamak uymak da, ayak uydurmak
da değildir: Midir?
Kaldı ki, kendi payıma, filmin
jenerik bölümünün (belki o kesite filmin sonunda, Welles,in kendi
sesinden meta-söylemini de ekleyerek) özerk, bağımsız, birbaşına yeterli bir
kısa film sayılabileceğini düşünüyorum: Alexeieff-Parker çiftinin iğne
düzenekli çizgi-kareleri "tür"ün öncü örneklerinden birini
oluşturuyor: Sonradan çizgi-roman örnekleri çıkagelecek Dava’nın, hiçbiri "Ceza
Sömürgesi"nin suç bildirisini deri üstüne dokuyan iğneli aygıtı oysa
hesaba katmayacak.
Orson Welles’in Dava'nın
ardından, film hakkında bütün söyledikleri ucuca getirildiğinde, ana vurguyu
girişiminin kişiselliğine yüklediği apaçık görülüyor:
Kendisini bildi bileli taşıdığı suçluluk duygusu, Suç-
Devlet ilişkisinin olanca ağırlığıyla bireyin üstüne bindirilmesi karşısındaki
temel felsefi konumu onu Kafka'nın yapıtına yaklaştırmıştır: Büyük bir yazarın
büyük bir yapıtını ekrana taşıma tasası taşımadığının altını çizer. Burada,
asıl “auteur” kendisidir: Davayı en önemli filmi, çünkü en öznel çıkışı
saymıştır.
Bu noktada, Kafka’nın Davayı
nasıl yazdığı ne denli belirleyiciyse, Welles’in Davasını nasıl
gerçekleştirdiği o denli belirleyici denklemine geliyoruz: Ekranda, İkincisi
(1984) ilkinden (1962) yedi dakika kısa süren akışı hangi dil yoğuruyor?
Bütün günâhların bedelinin başka
bir yaşamda, ötedünyada ödenmediğini gösteren örneklerle dolu kutsal yazılar.
Tekvin'in ilk günahından ve “ilk cinayet” ten başlayarak, gökyüzünden yeryüzüne
cezalar indiği vurgulanır. Kafka’nın dünyasını büsbütün Musa’nın yasa
levhalarının hüküm sürdüğü cemaatından soyutlayamayız belki; gene de, geçtiği
Hukuk eğitimi çarklarının, çalışma hayatına mührünü vuran “Büro” düzeninin,
yapıtının izlek haritasını biçimlendirdiği ortadadır. Burada, başlangıcını Sokrates'in Savunmasında,
kapanışını Dostoyevski’nin korkunç monologlarında bulabileceğimiz bir çizgi
açılmıştır: 1915 tarihli “fabula”, Ceza Sömürgesi ile Dava arası örülen kafes
Suç'u farklı bir düzleme taşır ve bir yandan, toplumsal-siyasal eksende
Rusya’da, Almanya’da, ABD’de yaşanacakları öncelediği için, bir yandan da,
yazınsal-felsefi eksende Gide’in “acte gratuit”sini, Camus’yü ve Koestler’i
hazırladığı için, öncü programını karşımıza diker: Hayat, uçsuz bucaksız bir
mahkeme salonunun içine döşenmiştir.
Orson Welles, Amerikan sinema
adamlarının en Avrupalısı, 1958 sonu- 1959 başı, Dava'dan yeni projesini
yonttuğunda, bütün Kafka-sonrası yaşananlara vakıftı. Girişimini seçtiği
yapıttan taşıran bu durum ile “bahane” kavramını yeniden biribirine bağlamak,
filmin bir kez daha kişisel cephesini anımsatmak gerekiyorsa, bundan.
Yönetmenin, kendisini 'potansiyel
bir suçlu’ olarak gördüğünü mü dile getirmeye çalışıyorum? Belki bir adım daha:
Benzerleri gibi Welles de böyle hissetmek konumuna dışarıdan, onu kuşatan
dünyadan hareketle varmış olsa gerekti: Suç işlemesi gerekmiyordu: Suç(u)
hazırdı, bekliyor ve bekletiliyordu. Çok güçlü olasılık, arada, Beckett’i
görmüştü(r).
Welles’in, filmi sonrası yapılan
söyleşilerde dile getirdiği firarı düşünceleri; hem Kafka’yı, hem K.’yı suçlu
bulduğunu ileri sürmesini; “ilk günâh” kavramının Musevileri değil
Hıristiyanları bağladığına ilişkin bunca basmakalıp açıklamasını umursamıyorum:
Ne(ler) dediğine bakmaktansa, ne(ler) yaptığını hesaba katarak. Kaldı ki,
Deleuze’ün yönetmenin zaman harmanlayıp biçimiyle ilgili yorumunu, bir düşünüş
formu olarak, suç- lu-luk tanımlarına uyarlamak belki en tartımlı yaklaşım:
Asıl tasa(sı) Mekanizmanın işleyişini göstermek değil mi(ydi)?
Yapımcı sorunları, Yugoslavya’daki
çekimleri geri- dönüşsüz biçimde kesintiye uğrattığında, ekâbir (sıfatı
imrendiğimi gizlemek için kullanıyorum) yönetmen Paris’te, onbeş yıl öncesinde
Nazilerin karargâh olarak kullandıkları, general Von Choltitz’in şehrin
yazgısını bir odasında/n değiştirdiği — yalan yanlış — ileri sürülen Meurice
Otelinde kalmaktaymış.
Bu hikâyeye bayılıyorum:
Yalnızca, insan hayatının akışının asal düzenleyicisinin rastlantı(lar)
olduğuna inanan Orson Welles’in görüşünü paylaştığım için değil, Sinema'nın
asal tarihinin, öyküsünün böylesi noktaların arasını doldurarak
yazılabileceğine bel bağladığım için, bir o kadar.
Olup bitenlerden yorgun, handiyse
çaresiz, odasını arşınlarken, birden, pencereden süzülen olağandışı bir ışık
dikkatini çelmiş — yaşayan, sık tanık olan bilir, Paris’te dolunay, bazı
mevsimlerde, bazı açılardan, yükselirken yeryüzüne kapaklanacağı izlenimini
doğuran dev bir gök gemisi, derin solgun ışığıyla çatıların üstünden sökün
eder, arada Tuileries bahçesi, Welles penceresinden, Orsay garını aşan kütleye
kilitlenip kalmış bir süre, sonra zihninde şimşek çakmış:
Dönem, büyük gar binasının ıssız,
yıkımını beklediği, henüz müze tasarısının devreye girmediği bir zaman kesitine
denk geliyor; çıkıp taksiye atlamış yönetmen, karşıya geçmiş, içeride, ulu loş
boşluklarda dolaşırken kararını vermiş: Dava'nın başoyuncusunun topografi(si)
olduğu benim gözümde tartışılmaz.
Öncesinde, Jacques Saulnier’nin,
şüphesiz Welles’in yönlendirmesiyle gerçekleştirdiği dekor çizimlerini
tanıyoruz: Piranesi’nin Carceri sahneleriyle sık ve doğal olarak
karşılaştırılan o sahne karalamaları yalınkat ama yılgı verici bir atmosfere
dayanır. Yugoslavya çekimleri sırasında ne kadarı gerçekleştirilebilmişti
bilemiyorum, kimileri kullanılmıştır. Sinema tarihinin açık ara en görkemli
kapı sahnesinin kapısını Zagrebte bulmuşlardı, buna karşılık, o kapıdan K.
içeri girdiğinde artık Orsay'deyizdir!
Bu köklü değişikliğin filmini
kökünden etkilediğini belirtmiştir Welles: Çok yüksek tavanlı, uçsuz bucaksız
mekânların Adalet mekanizmasına yüklemek istediği ezici boyutu temsil etmekte
benzersiz bir rol üstlendiği elbette görmezden gelinemez. Söyleşilerinden
birinde, Orsay'nin doğurduğu bir anaduyguya, keder ve bir anafiile, beklemek,
uzandığı göze çarpar: Auschwitz- öncesinin Franz Kafkasından Auschwitz -sonrasının
Orson Welles’ine geçişi sağlayan köprü olmuştur terkedilmiş gar binası: Sonsuza
teğet bekleyiş peronları, yolcu salonları; en son yolculuğa sahne olan en son
treni, vagonu taşıyacak sessiz raylar, görünmeseler gözükmeseler bile, orada,
filmin altına döşenmiş, durmaktadırlar.
Paramparça mekânlar, zamanlar,
imgeler gelip bölünmez bir bütünlük yaratmışlardır: Deleuze’ün bu olağanüstü
harmanlama tekniğini didiklerken kurgu işlemine odaklanışı, film sonunda masada
yapılır, Orson Welles’in gerçeği (bir kez daha) bütün hallerinde yoklamasıyla
bağlantılı: Her ne elemekse düz gerçek, mayasına işlemiş olan her tür versiyonuyla,
sanrıdan karabasana, Dava'nın farklı tabakalarında Suç-lu-luğun biçimsiz
biçimine oturmasını sağlar. Sayısız daktilo makinasının tuşlarından doğan
uğultunun arasından geçen Josef K., kendi tutanağına doğru sürüklenir, işleyip
işlemediğini bilmediği, bilemeyeceği suçu iplerine dolandığı ağın merkezinde
işlenmektedir.
Hâmiş: Davayı ilk kez 1970
yılının Ekim ayında, Ankara’da, bir Orson Welles toplu gösterisinde izledim.
İlk ciddi sinema yazım sayılabilecek “Orson Welles’in Sinema Devrimi”, Ulus
gazetesinde, 1971 yılının Mart ayında yayımlandı. Yazı, Welles üzerine
kurduğum, 1973 başı yokettiğim küçük bir kitabın ikinci bölümünü oluşturuyordu.
Filmi, son kez 2006’da görme olanağım oldu, bu defaki 1984 kurgusuydu.
Jean-Philippe Trias’ın, Cahiers du Cinema yayınlarından çıkan (2005) Dava
okumasından çok şey öğrendim. Söylemek fazla mı bilmem: Yorumlar burada elbet
benimdir.
Mart-Nisan 2014, Paris.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder