Genç
İngiliz oyun yazarı Sarah Kane’in trajik intiharı, yaratıcı depresifler mitologyasında
şimdiden yerini almak üzere: Çektiği kişisel ıstıraptan kitlesel bir güzellik
yaratan bir sanatçı modeli söz konusu —genç ya da yaşlı olabilir, ama genç
olması yeğlenir. Menajerine göre Kane, “birçok sanatçıyı tökezleten, varoluşsal
umutsuzluk gibi bir duygu” içindeymiş.
Ne var ki
biz, bazı kişileri “vahşi tanrının kucağına iten o ölümcül sıçrayışın ya da
düşüşün nedenini bilmiyoruz kesinlikle. Edebiyat ve intiharın benzersiz bir
dökümünü verdiği Savage God (Vahşi Tanrı) adlı kitabında Al Alvarez’in de
belirttiği gibi, her intiharın “kendine özgü bir iç mantığı vardır.”
Sarah Kane’in kişisel intiharının nedenleri ne olursa olsun
-bilinen ve bilinmeyen bir sürü neden olacaktır tabii- o da yüzyılımızda
canlarına kıyan sanatçılarla yazarların ürkütücü listesine geçecek: Ouse’un
sularına kendini bırakarak intihar eden Virginia
Woolf; Seine’e süzülen Paul Celan;
kafasına bir tabanca dayayan Vladimir
Mayakovski ile kafasına tüfek dayayan Kurt
Cobain gibi...
Alvarez’in de açıkladığı gibi,
acı çeken sanatçı mitosu, kültürel mirasımızın bir parçası, en azından Romantik
şairlerden bu yana kuşaktan kuşağa devredilen bir söylencedir. Göründüğü
kadarıyla kültürümüz hem depresyonu hem de yaratıcılığı yüceltmek gereğini
duyuyor, hele ikisi bir araya gelirse daha da keyif alıyor. Belki de acı
çekmenin böylesine yüceltilmesi, acıyı biz değil başkası çekiyormuş gibi
göründüğünden ötürü daha kolay, ölmüş, değişmeyen, anlaşılabilir bir
sanatçıyla baş etmek, yaşayan, yapıtı bitmemiş birine oranla çok daha kolay
görünüyor.
Kültürümüz, 31 yaşında ölen Sylvia Plath’ın yazısına ve kişiliğine,
70 yaşında hâlâ ürün vermeyi sürdüren gündeşi Adrienne Rich’ten ne kadar farklı
davranıyor; 67’sinde intihar eden Mark
Rothko’ya yaklaşımımız, 70 yaşında doğal nedenlerle ölen, onun çağdaşı
sayılabilecek Richard Diebenkorn’dan ne kadar farklı. Plath ile Rothko’nun,
Rich ile Diebenkom’dan daha usta yaratıcı sanatçılar oldukları ileri sürülebilir,
ama intiharları, bu savın doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlayamaz. ölüler,
çözümlememizin nesnesi haline gelirler, bizim en içten duygularımızla
davranışlarımızın bir odağı olurlar. Oysa yaşayanlar, hiç değilse kendi
yaşamlarını sürdürebilir, kendi öykülerinin yazarları olabilirler.
Depresyon, yaratıcılığa giden
yollardan yalnızca biridir. Sanatsal başarının kaynakları sürüyledir -aşk,
tutku, sevinç, bağlılık, yitim, özlem, öfke- ve hepsi büyük ve kalıcı yapıtlar
serpiltir. Ama duygular, kendi başlarına bir şey üretmezler. Bir yetenek, bir
beceri ve hepsinin üstünde bir iti, bir üretme güdüsü şarttır.
Aslında depresyonun, çoğu hasta
tarafından yaratıcılığa destek olmaktan çok ciddi bir köstek olarak yaşandığı
söylenebilir. Ne de olsa depresyon, dünyadan yüz çevirip içine kapanmakla belli
eder kendini; Freud’un Yas ve
Melankoli başlıklı makalesinde (1915) tanımladığı gibi: “Derinden acı veren bir
keder, dış dünyaya ilginin kesilmesi, sevme yetisinin yitimi, her türlü
etkinliğin baskı altına alınması... Kendine içerlemeler, sövmeler,”
Düşünür Emmanuel Levinas, “herkesten, her şeyden
sıkılmak gibi bir bıkkınlık, hepsinden öte kendinden bıkış”tan söz etmiştir,
varolmak, verilmiş bir sözün anımsatıcısı gibidir, “olanca ciddiliği ve
katılığıyla geri dönülmez bir sözleşmenin.”
Düşünür William James, bıkkınlığın “uyanmak gibi apaçık bir
görevle ayağı uzatıp yere basmak arasında yattığını” söyler.
Ben, bir psikoterapist olarak, her gün mesleğimde bununla karşılaşıyorum. İnsanlar kendi durumlarına, kendi durumları aracılığıyla kıstırılıyor, Dürer’in Melancholia I'indeki figür gibi omuzları çökük, en sıradan edim dışında hiçbir şeyin üstesinden gelemeden, hatta başka hiçbir şey düşünemeden kalakalıyorlar. İyi ki zaman zaman bu deligömleğinden sıyrıldıkları oluyor. Ama ister resim, ister yazı, yontu ya da müzik olsun her yaratıcı çaba, kişi ancak gözüken karanlığı arkasında bıraktıktan sonra bir iyileşme ve yardım belirtisi sayılabiliyor. Çıkış yolunuzu kendiniz yaratamıyorsunuz.
Sanatçı için yaratıcı çalışma çoğu
zaman depresyondan kurtuluş sonrasında başlıyor. Toni Morrison, The Bluest Eye (En Mavi Göz) adlı ilk romanını böyle
bir dönemden sonra yazdığını açıklamıştı. Philip
Roth’un en ünlü romanı American Pastoral, ciddi bir ıstıraplı dönemin
bitiminde yazılmıştı. Aşılmış depresyon, yaratıcı sanatçıya kendi sesini
yükseltme olanağı verebilir ama evrensel bir bakışla evrensele seslenme olanağı
da verir. Sanatın gücünü besleyen biraz da budur, birçoklarının sesini
duyurabilmek.
Mitos yine de sürüp gidiyor.
Ölüm, karanlık ve büyüklük içinden çıkılmaz bir biçimde birbirine dolanmış.
Son gününe kadar çalışan Mark Rothko’nun
resimlerini yani 29 yıl önceyi ve Sarah
Kane’in öldüğü haftayı düşünelim; ya da Amerikalı John Berryman’ın şiirlerini ya da Nick Drake’in şarkılarını. Nice sanatçıyla müzisyenin çevresinde
intiharı aratmayan yıkımcı ve özyıkımcı davranışlardan —alkolizm, uyuşturucu
bağımlılığı v.b.— örülme, aynı derecede etkili bir mitos vardır, öyleyse
isterseniz sağ kalan ve tam anlamıyla mutlu olmasalar da (her ne demekse)
çoğumuzdan daha mutsuz görünmeyen sanatçılara bir göz atalım -Joyce, Eliot,
Beckett, Henry Moore, Seamus Heaney gibi.
Bu konu, kaba birtakım rakamlarla
—depresifler 43, depresif olmayanlar, 25 ya da tersi- açıklığa kavuşturulamaz
elbet. Depresyonun farklı dereceleri ve farklı türleri vardır — romancı William Styron’un deyişiyle “baş
edilebilir can sıkıntılarından başlayıp tanıma gelmeyecek bir “kaygı, çalkantı
ve yaygın bir ürküntü”ye giden bir süreç. En yaratıcı, sözü edilmeye değer
yapıtın, bu yelpazenin daha az can yakıcı bölümünde yaratıldığı geliyor akla.
Yine de Rothko, Plath, Berryman, Celan
ve Levi’nin, öldükleri ana kadar
çalıştıkları gözden kaçmamalı. Depresyonları onları ateşlemiş ya da öldürmüş de
olsa, yapıdan, yaratıcılıkları onları kurtaramamış. Acaba onları kurtaracak
başka bir yol var mıydı diye düşünüyoruz ister istemez. Bireyin egemen olduğu
bir çağda, kendini anlatma yetisinin dar zamanlarda işe yaraması gerektiği varsayılır
çoğu kere. Ama ya özel birtakım kendini anlatma türleri, kişiyi uçuruma daha
çok çekiyorsa? Paul Celan’ın son şiirlerindeki
ya da Mark Rothko’nun son resimlerindeki
elle tutulur umutsuzluk, ikisinin o dönemdeki benliklerini yansıtıyordur mutlaka.
Ama onları aynı ölçüde, çıkışsız karanlığın daha diplerine itmiş de olabilir.
Bu noktada, büsbütün farklı bir yol çizmiş İspanyol vazar Jorge Semprun'u analım. 1945’te
Buchemvald’dan salıverildikten sonra birçok kişi Semprun’a "bütün olup bitenleri yazmasını”, kendisinin ve
başkalarının başından geçenleri anlatmasını söylemişti, o da nerdeyse bu öğüdü
tutacaktı. Ne var ki 1946’da edebiyatı sürdürmek yerine hayatı sürdürmek
kararını aldı - kendi sözleriyle, “karar onu aldı”. Kesin bir seçme yapması
gerekiyordu. Onun yaşamı, siyasal etkinliğe dayalıydı (önce, yasadışı İspanyol
Komünist Partisi’ndeydi), o aralar yazdıysa da başyapıtı Literatüre or Life (Ya Edebiyat Ya Hayat), kamp kapılarının
açılışından nerdeyse 50 yıl sonra yayımlandı. Locamo’daki bir evde, bir genç
kadının başı omuzuna yaslıyken, bir aydınlanma anında şöyle düşünmüştü Semprun:
“Hayat, hâlâ yaşanılasıydı.
Unutmak ise sarsılmaz bir kararlıkla bunda diretmek yeterliydi. Seçme yalındı:
ya edebiyat ya hayat. Bu bedeli ödemek için gerekli cesareti, kendime acımasız
davranma cesaretini gösterebilecek miydim?”
Demek, yetenekli birinin ölüm
haberine, nasılsa beklenen, sırası gelmiş bir olaymış gibi, bir onaylama iç
çekişiyle, “Yaa,” diyen çoğumuzun bu kesinlikten kaçınmamız gerek. Yalnızca Sarah Kane’i yakından tanıyanlar
tutabilir onun yasını. Biz, geri kalanlarsa, onun ölümünü yağmalayan romantik
düşüncelerin pençesine düşeceğimize, her yıl bizi hem birey, hem toplum olarak
utandıran binlerce “adsız”ın canına kıyması üstüne kafa yormalıyız.
İngilizceden çeviren: Tomris Uyar
[İngiltere’de yayımlanan Face to
Face: Therapy as Ethics
(Yüz Yüze: Terapinin Etik Yönü başlıklı kitabın
yazarı olan Paul Gordon’ın bu yazısı,
daha önce The Independent on Sunday
gazetesinde yayımlanmıştı.]
* Sanat Dünyamız dergisinden aldığım bu yazının daha önce bir kısmını paylaşmıştım, http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/sanatc-ve-intihar.html,
tekrar okuduktan sonra tamamını aktarma ihtiyacı hissettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder