Pier Paolo Pasolini (1922 - 1975)
Günümüz sinemasının en usta
kişilerinden Pier Paolo Pasolini öldü. Öylesine değişik ve kendine özgü bir
sinema anlayışı vardı ki filmlerinden birini hiç bilmeden 10 dakika
seyretseniz, bir Pasolini filmi olduğunu anlayabilirdiniz. Sinemayı biçimde
yeniledi, içerikte yeniledi, marksizmle hıristiyanlığı, gerçekle mitos’u, kutsal
ve dinsel olanla dindışıyı birleştirmeye çalıştı. İçgüdülerinin buyruğunda,
doğanın kendisini yönelttiği yolda yaşadı. Yolun sonunda trajik biçimde öldü.
Birlikte yaşadığı söylenilen 17 yaşlarında gencecik bir delikanlı tarafından
vurularak... Ardında, 40 yaşına dek olan yazar döneminden yarım düzine ilginç
roman, birçok şiir, sayısız edebiyat ve sinema eleştiri yazısı, ve bir düzine
kadar unutulmaz film bırakarak...
Pasolini’de Erotizm :
Marks + Freud :
Evet, Pasolini bir marksisti ve
marksizmi sonuna dek savundu. Ama o, marksizmi çok kendine özgü biçimde
yorumlamayı deniyordu. Bir kere, marksizmi birçok çağdaş düşünürün yaptığı gibi
Freud’le uyuşturmayı deniyor, marksist bir yapı içinde bile bireyin son kerte
önemli olduğunu savunurken, bireyin çağımız dünyasındaki sorunlarına Freud'cü
bir yaklaşımla tanımlamalar ve çözümler getirmeye çalışıyordu. Pasolini’ye göre
marksizmle hıristiyanlık bağdaşabilirdi, çünkü ikisi de insanda insancıl olan
yanları korumaya, kurtarmaya yönelikti. İkisinin de ortak bir düşmanı vardı:
İnsanı ve insancıl değerleri silinir gibi ezip geçen çağdaş burjuva toplumları.
Şu sözler Pasolini'nindir: «Kutsal olan, gerçek olandır. Asıl gerçekçiliktir,
benim ön uğraşım olan bir şeydir. Bütün eserlerim, insan varlığının kutsal
olanla bağıntılarına ve gündelik yaşam içinde kutsallığa yöneliktir. Kapitalist
burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı, ama her zaman bir yolunu
bulup ortaya çıkan işlerdir bunlar». Bu sözlerle Pasolini, dinleri her zaman
toplumların afyonu olarak niteleyen klasik marksist görüşle çelişkiye düşüyor
ve günümüz marksistlerini hayretten hayrete düşürüyordu.
Ayık görülen düş :
Edipo Re
Edipo Re
Ama o bildiğini yapıyordu. Her
filmi olaylar yaratıyor, ortalığı birbirine katıyordu. «Kral Oidipus», birçok
eleştirmen tarafından Yunan tragedyalarından yapılmış en iyi uyarlama diye nitelendi.
Film, ayrıca ilk kez Pasolini’nin sinemacı niteliklerini de ortaya koyuyordu.
Kullandığı mekânlar, giysiler, dekorlar ve müzik aracılığıyla kıtaları, çağları,
ülkeleri birbiriyle karmakarışık eden ama sonunda inanılmaz güzellikte bir
karışıma ulaşan bir filmdi bu: Pasolini yapay dekorlardan nefret ettiği için
Cinecitta’yı bir yana bırakmış, filmini Fas’ta çekmişti. Antik çağın Yunanlılarını
Araplar oynuyordu, giysiler, kara Afrika giysileriyle Pasolini’nin bir kitapta
görüp sevdiği eski Aztek ve Sümer giysilerinin karışımıydı. Müzik ise, bir ara
filmin çevrilmesi tasarlanan Romanya’dan Pasolini’nin bizzat derlediği Romen
halk şarkılarıydı ve bu şarkılar, klasik Yunan korosunun yerini tutuyordu! Bu
zaman ve mekân tanımama, filmini, değişik, çarpıcı ve gerçek olmak koşuluyla
herhangi bir mekân ve dekorda çekme özelliği, Pasolini’nin diğer filmlerinde de
sürecek, örneğin «Medea» bilindiği gibi Türkiye’de, Göreme’nin benzersiz
görüntüleri önünde çekilecek, «Binbir
Gece Masalları»nın dekorunu Habeşistan köyleri oluşturacaktır. Tüm bu
uyuşmazlıklardan coşkun ve şiir dolu bir bileşime varmak, Pasolini’nin şu
sözlerle beliren sinema anlayışına da uygun düşmektedir : «Sinema benim için
bir düştür. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ayık olarak gördüğüm bir düş...»
Bir skandal - film :
Teorema
Teorema
Daha sonra, Pasolini
filmografisinin belki de en önemli filmi olan «Teorema» geldi. Film, bir cinsel
sapığın düşlerinden fırlamışa benzeyen garip bir öyküyü anlatıyordu. Son
derece sakin ve mutlu bir yaşamı sürdürüyor görünen bir burjuva ailesinin konforlu
evine bir yabancı geliyordu, konuk olarak. Büyük bir cinsel çekicilik taşıyan
bu genç adama (filmde Terence Stamp) karşı ailenin 5 bireyi de bir çekicilik
duyuyorlar giderek ona tutuluyorlardı. O da, evin kızı, oğlu, hanımı, beyi ve
hizmetçisi dahil herkesin isteklerini karşıladıktan sonra çekip gidiyordu.
Ardında, önceki yaşamlarına birden yabancılaşan, içlerinde o güne dek
gemledikleri ve şimdi başıboş kalan güçlerle başa çıkma olanağını tümüyle
yitiren 5 yıkılmış insan bırakarak. Baba fabrikasını ve tüm servetini
işçilerine bırakıyor, ana fahişeliğe başlıyor, kız intihar ediyor, hizmetçi ise
manastıra kapanıyordu. Neydi Teorema? Çeşitli eleştirilerden alınmış şu
cümlelere bakalım : «Bir homoseksüel olmanın güçlüğü», «Burjuva toplumunun
ruhsal etkileri azaltan görünümlerine karşı amansız bir suçlama...» Ve Pasolini’nin
kendi açıklaması : «Teorema, ahlâkdışı ilişkilerin en az 5 kez büyültülerek ve içine Tanrı
fikrinin de karıştırılarak verildiği bir filmdir. Ailenin 5 bireyinin de yatıp
kalktığı kişi söylendiği gibi İsa değil, Tanrı'nın kendisidir.»
«Teorema», İtalya’nın bazı çevrelerinde, özellikle dinsel çevrelerde tam bir
skandal olarak nitelenir, müstehcenlikten mahkemelere düşerken (ki mahkeme
kararı, «filmin yüksek sanat değeri nedeniyle müstehcen sayılamayacağı»
olmuştur), diğer bazı çevreler de tam tersine filmi alkışlıyor, giderek
İtalya'daki en büyük katolik ödülü olan OCİC «Teorema»ya veriliyordu. Pasolini,
çelişkilerin adamı, bir kez daha kendini çelişkilerin içinde bulmuştu. Hem de İtalyan
dinsel çevrelerini ikiye bölme pahasına... Aynı olaylar, Pasolini'nin diğer
bazı filmlerinde de meydana geliyordu. «Aziz Matyö’ye Göre İncil», bazı
çevrelerde, din düşmanı bulunarak yasaklanırken, Papa'nın gazetesi Osservatore
Romano, filmi, sinemanın Hıristiyanlığa bulunduğu en büyük katkılardan biri
olarak niteliyor, en koyu Hıristiyanlar bile filmi öve öve bitiremiyorlardı.
Pasolini'nin marksist dostları ise yine şaşkınlık içindeydiler.
Günah'ın olmadığı çağlarda :
Pasolini, bundan sonra kesinlikle
tarihe, tarihsel konulara dönmüştür. Yine bir Yunan tragedyasını, «Medea»yı, büyük dostu Maria Callas’ı
sinema yapmaya kandırarak çekiyor, kısmen Türkiye’de... «Domuz Ahırı - Porcile»de, hemen hiç konuşma kullanmadığı
bir Ortaçağ öyküsünü, olanca şiddeti, vahşeti ile ve iç bulandıran görüntüleri
ile veriyor. Bundan sonra ise ünlü üçlemesine girişiyor. «Tarih boyunca aşk»
diyebiliriz bu üçlemeye. Değişik dönemlerin klasik olmuş aşk öykülerini alarak
işliyor Pasolini. önce Decameron’u,
sonra İngiliz klasiği, Chauser'in «Canterbury
öyküleri»ni. Son olarak da doğunun büyük klasiği «Binbir Gece Masalları'nı... Değişik çağları yansıtan, değişik
mekânlarda çekilmiş bu filmler ortak özellikler taşıyorlar, Pasolini’nin
yaşama, aşka olan bakışını dile getiriyorlar. Gencecik vücutlar korkusuzca
birleşiyorlar, cinsellik, özellikle erkek cinselliği, Pasolini’nin özene
bezene seçtiği taze güzelliklerle ortaya konuyor, eşcinsellik ve
karşıcinsellik birarada, yanyana varoluyor, günah fikrinin, «yasak» korkusunun
olmadığı veya kolaylıkla unutulabilecek, unutulması gereken derecede güçlü
olduğu çağlarda insanlar yaşıyor, sevişiyor, sanatlarını uyguluyor, Tanrı,
ölüm, para hırsı gibi ezeli ve ebedi insancıl duyguların ve düşüncelerin serüvenini
tadıyorlar. Pasolini’nin sineması, anlattığı çağa ve ülkeye uymasa da, başka
bir ülkeye ait olsa da, yine bir gerçeği yansıtan stüdyo dışı mekanları,
dekorları uzun planlarla saptıyor (durağan, ağır bir sinema bu); antik çağlara
özgü bir kan tutkusu, şiddet eğilimi, doğal bir cinselliğin ayrılmaz parçası
olarak Pasolini üslûbunu bütünlüyor. Bir şey daha var, bu üslûbu bütünleyen :
alaycı bir gülümseme, Pasolini’ye özgü bir mizah duygusu. Kâh insanların en
zayıf yanlarını belirlemede kullanılan, kâh Pasolini’ye, değindiği yüksek ve
trajik tema’larla zaman zaman araya bir «mesafe» koyma olanağını veren.
«Pasolini, çağımızın kaynayışını
en can alıcı yerinden yansıtan bir çeşit reflektör, bir alay çelişkili güçten
etkilenerek gerçeğin peşinde koşan, umutsuzcasına dürüst bir sanatçı / aydın
kişidir. Onun için sinema, çağdaş gerçeği yorumlamak ve çağın siyasal /
ideolojik anlamdaki ana sorunlarıyla içiçe bulunmak zorundadır.» Marc
Gervais’nin tanımlamasıyla Pasolini sineması bu işte... İnandığı düşünceleri
savunurken, istediği yaşamı da sürdürmeyi deneyen ve bu yolda ölen Pasolini...
Topluma, toplumun düşüncelerine, kurallarına aldırmaksızın, içgüdülerinin
peşinde koşarken. Filmlerindeki trajik ölümler gibi tıpkı: 17 yaşındaki sevgilisi
tarafından dövülerek ve arabayla çiğnenerek. Şiddet, Pasolini’nin antik çağ özlemlerini
yansıtan filmlerinde kalmış bir şey değil çünkü. Günümüzde de var şiddet.
Şiddeti, tıpkı cinsiyet gibi, yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak filmlerine
yerleştiren (bizde geçen yıllarda gösterilmiş olan «Dekameron»u anımsayınız) Pasolini’nin
ölümü tutkularının ve inançlarının olağanüstü bir doğrulanması değil mi?
1975
Pasolini’nin
Yamyamları ve ‘Domuzlar Toplumu'...
'DOMUZ AHIRI' ÜZERİNE...
Yemek veya yenmek, insan eti
yemek veya, domuzlar tarafından yenmek. «Mistik Marksist» Pier Paolo
Pasolini’nin son filmi «Porcile - Domuz Ahırı», bu ikilem üzerine kuruluydu. İçiçe
iki öyküden örülüydü film. Birinci öyküde, olağanüstü ve ürkütücü bir yanardağ
yakınlarında yaşayan bir genç adam (Pierre Clementi), açlığını, gelip geçen
yolcuları yakalayıp öldürdükten sonra yemekle gidermekteydi. İkinci öyküde ise,
Batı Almanyalı iki iş adamı, ticari rekabetlerinde birbirlerini altetmek için
karşılıklı şantaj yolları aramaktaydılar. Biri öbürünün Nazi egemenliği sırasındaki
ırkçı davranışlarını ortaya sürmeyi tasarlarken, öbürü şantajcısının oğlunun
tuhaf bir özelliğini keşfetmişti: delikanlı, domuzlara karşı aşırı bir ilgi
duymakta ve zamanının çoğunu domuz ahırında geçirmeyi yeğlemekteydi. İki
tüccar, iki şantajın birbirini gidermesi sonucu ortak olur ve büyük bir tröst
kurarlarken, delikanlı ahırda domuzlar tarafından, parçası kalmayana dek kemirilmekteydi.
Pasolini, «Teorema»dan beri başlattığı simgelerle yüklü tutumunu bu garip,
dehşet verici filmde doruğuna ulaştırmaktaydı. Domuz ahırının toplumu temsil
ettiği eski bir Nazi suçlusu olan babasına karşı çıkamadığı için genç adamın
(Jean- Pierre Leaud) domuzlar tarafından yok edildiği, ikinci öykünün
yorumundaki genel kanı idi. İlk öykü ise, Clementi’nin, Tanrı’nın oğlu olmayı
reddeden bir İsa ile benzeştiği, kendi kanını inanmışlarına vermektense onları
kendisinin yediği şeklinde yorumlanmakta, bazıları ise, yamyamlığın filmde
dünya çapında kesin bir protestoyu simgelediğini ileri sürmekte idiler.
Öykünün sonunda yakalanarak suç ortaklarıyla birlikte idam edilmeden önce,
Clementi, 3 kez şu sözleri söylemekte idi: «Babamı
öldürdüm, insan eti yedim ve sevinçten titriyorum...»
Pasolini, yoğun düşünce
dünyasının seyirciyi isyan ettiren bir cüret ve pervasızlıkla yansıdığı bu
filmiyle de, çağdaş toplum düzenini ve çağdaş sorunları, kendine çok özgü bir
biçimde eleştirmeye ve kendisinden her türlü sürprizin beklenebileceğini ilâna
devam etmekteydi.
1970
Pasolini Trajediye Bakıyor
M E D E A
Kolkhis büyücüsü ve rahibesi
Medea’nın efsanevi öyküsü, M.ö. 5. yüzyılda Euripides’i, M.S. 1. yüzyılda
Seneka’yı ve 17. yüzyılda da Comeille’i etkileyip birer trajedi yazdırdıktan
sonra, «mistik marksist» Pasolini’nin son filmine de konu olmuş... Düşünde
gördüğü Argonotların genç kıralı Jason’u sevdiği için, ülkesinin kutsal varlığı
altın post’u çalarak Jason’a vermekten çekinmez Medea. Birlikte kaçarken,
peşine düşen halkını oyalamak için, öz kardeşini öldürerek parçalarını birer
birer yola atmaktan da çekinmez... Jason’la birlikte Korent’e
yerleştiklerinde, Jason, kralın kız ile evlenmeye karar verdiği zaman, Medea’nın
intikamı korkunç olacaktır: Gönderdiği büyülü kaftanı giyen kız ve babası,
yanarak ölürler. Tanrılara insanların parçalanarak kurban edildiği bir
toplumun kızıdır Medea. Jason’un aşkı geri gelmeyince, bu aşkın ürünü olan
çocuklarını da öldürmekten çekinmez, bir kutsal âyin yaparcasına... Pasolini,
«Medea»yı alır, coşkun, çok renkli hayal yeteneğinin imbiğinden geçirir, zaman,
mekân, dekor, giysileri gerçeğe uygunluk açısından hiç önemsemeksizin, kendi
düşlerini, karabasanlarını, Medea’nın öyküsüyle birleştirir... Göreme'nin
fantastik dekoru, Anadolu yaylasının esmer, sert yüzlü köylüleri, kayalara
oyulmuş evler, Hıristiyanlığın başlarından kalma kiliseler,, ilkel bir
uygarlığın dekorunu, insanlarını canlandırırlar, aralarında çoban abalarının da
bulunduğu karmakarışık giysileri, garip kutsal törenleriyle... Böylece, irili
ufaklı antik tiyatrolarında Medea trajedisi kimbilir kaç bin kere oynanmış
olan Anadolu, yüzyıllar sonra aynı trajediye dekor olur. Daha gelişmiş Korent
uygarlığını ise, Halep ve İtalya'nın Pisa kentinde çekmiştir Pasolini. Ünlü
soprano Maria Callas, zamanın zedelediği anlamlı yüzündeki kocaman gözleri,
acılı bakışları, barok ve «stilize» oyunuyla Medea’yı yaşar. Tibet, Japon
müziğinden kanun taksimine ve Bulgar halk şarkılarına dek, çeşitli kaynaklardan
derlenmiş müzik parçaları, trajediye eşlik eder. Böylece Pasolini, kendine özgü
trajedi uyarlamalarını sürdürür. Ancak «Kral Oidipus» ve «Porcile»yi bölüm bölum
tekrarlayarak, özgünlüğünü bir ölçüde yitirerek, çarpıcı olayım derken bıktırıcı
olma tehlikesine düşmeye başlayarak...
Pasolini ve Çağlar Boyu Aşk:
DEKAMERON’UN AŞK
HİKÂYELERİ
(Decamerone) / Yönetmen: Pier
Paolo Pasolini / Oyuncular: Franco Çitti, Ninetto Davoli, Vincenza Amato,
Anglela Luce, Giuseppe Zigaine / U-A (Italyan) filmi.
Pier Paolo Pasolini nihayet
Türkiye’de... Gerçi bu haber dört yıl kadar önce gazetelerde çıkmıştı, Pasolini
«Medea»yı çekmek üzere geldiğinde... Ama bu kez, Pasolini’nin bir filmiyle ilk
kez Türk seyircisinin önüne çıkması söz konusu. (Sinematek veya kültür
merkezlerindeki özel gösteriler bir yana bırakıldığında). Çağımızın bu ünlü ve
olaylar yaratan sinemacısı, esin kaynaklarını eski Yunan’da (Kral Oidipus),
dinsel kitaplarda (Aziz Matiyö’ye göre încil), allegorik (Domuz Ahırı «Porcile»)
veya erotiko-mistik (Teorema) öykülerde aradıktan sonra bu kez 14. yüzyıl İtalyan
klasiği «Decameron»a yönelmiş. Dekameron, Pasolini’nin tasarladığı bir üçlünün
ilk filmi... İkinci film olan Chaucer’in «Canterbury Masalları», Pasolini’ye
bilindiği gibi geçen Berlin şenliğinin büyük ödülünü kazandırmıştı. Üçüncü
film olan «Binbir Gece Masalları» ise yakında çekilecek.
Dekameron, İtalya’nın ilk büyük
ozanı sayılan Boccacio’nun dehasından doğmuş bir eser... Floransa’lı yazar,
eserinde çağının yaşantısını büyük bir incelikle hicvetmiş, özellikle
burjuvalara ve rahiplere yönelttiği eleştirisinde bunların sahte değer
ölçülerini, ikiyüzlü yaşamalarını, paraya ve tensel zevklere olan düşkünlüklerini
ortaya koyarken, doğmakta olan Rönesans çağında sanatçının durumunu da
çizmişti. Pasolini, Dekameron’da kendine özgü sineması için kusursuz bir kaynak
bulmuş... Film, Pasolini estetiğinin en belirgin anlarını taşıyor. Bu estetik,
coşkun, sınır tanımayan bir sanatçı ruhundan belirtiler içeriyor. Jerome Bosch’un
tablolarını yaratıyor Pasolini perdede, birer birer sanki... İnsan güzelliği
(özellikle Pasolini’nin hayranı olduğu delikanlı güzelliği) perdede zaman zaman
cüretli çıplaklıklarla yansırken, çirkinliklerin de en iğrenç görüntülerini
yakalıyor Pasolini, insan yüzlerinde. Bir unutulmaz portreler geçidinin
yanısıra, Pasolini’nin özgür ve gerçeklik aramayan dekor - ayrıntı anlayışının
da ilginç örnekleri var. Bütün tarihsel filmlerinde olduğu gibi, yeni baştan
kentler, evler, saraylar, sokaklar inşa eden bir Amerikan sinemasının aksine,
eski dekorları kullanıyor Pasolini... Böylece manastırın erkek düşkünü
rahibeleri, yarısı dökülmüş bir İsa freski önünde dua ediyorlar, yıkık bir
sarayda oturan zenginler görüyoruz. En uçarıdan trajiğe dek çeşitli tonlar
taşıyan bir avuç öyküyle Boccacio’nun mesajını perdeye taşırken, Pasolini
(kendi oynadığı fresk ressamı rolüyle) eseriyle ilgili düşler gören ve sonunda
«yaratış» denen o gizli bilinmeyen mucizeye ulaşan sanatçının durumunu da
belirliyor. Sansürün yaptığı bazı kesintiler (küçük de olsa), öykülerin can
alıcı, vurucu niteliklerini azaltıyor zaman zaman... Örneğin «bülbülü yakalayan
kız» öyküsünde olduğu gibi. «Dekameron», Pasolini’nin dehasının en önemli filmlerinden
değil. Buna rağmen yönetmenin daha önemli filmlerinin gösterilmesini
beklerken, sinemaseverin kaçırmaması gerekli filmlerden...
1978
Üçlemenin Son Filmi:
‘CANTERBURY ÖYKÜLERİ’
ÜSTÜNE...
Pier Paolo Pasolini’nin 1972
Berlin Şenliğinde Altın Ayı ödülünü kazanan «Canterbury Masalları» isimli
yapıtını yıllar sonra görebildik. Pasolini’nin değişik ülke ve dönemlerin
popüler halk öykülerini sinemaya getirmek düşüncesi çevresinde dönen ünlü üçlemesinin
ikinci bölümüydü bu... Diğerlerini, yani «Dekameron Öyküleri» ve 1001 Gece
Masalları'nı daha önce görmüştük. «Canterbury Öyküleri»ni seyrederek hem bu
üçlemeyi bütünledik, hem de Pasolini’nin çok sevdiğimiz sinemasının tadını yeniden
duyduk. Chauser’in İngiliz yazınının klasiklerinden sayılan öykülerine, Pasolini
kendine özgü bir yorum getirmişti yine : Ortaçağın karanlık baskısı altında,
seksi, cinselliği, tüm doğallığı ve vahşiliği içinde yaşayan, sekse de, onun
kaçınılmaz cezalarına da başkaldırmasız katılan ve katlanan insanlar...
Pasolini, bir kez daha halkın en koyu baskı dönemlerinde bile doğaya dönük bir
yaşamı nasıl sürdürdüğünü gösteriyor, papazları, dere beylerini, soyluları ise
alabildiğine taşlıyordu. Güzel ve çekici genç yüzler, istek için de kıvranan
delikanlılar, zengin ve şişman kocalarını gencecik halk çocuklarıyla aldatmak
için hiçbir fırsatı kaçırmayan istek dolu soylu kadınlar, Kilisenin izin
vermediği ilişkileri, insanları diri diri kızartarak cezalandıran «uygar»
Ortaçağ İngiltere'si... Aşk, cinsiyet, ölüm, istek, iğrenme, nefret, hayranlık,
Pasolini’nin insan doğasına doğru yaklaşımında bir mozaiğin parçaları gibi
yerini alırken, özgür sinema dilini kurmada da kendine özgü tadı bir kez daha
yaratıyordu.
1980
Atilla Dorsay
Atilla Dorsay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder