Pasolini ve Sineması Üzerine

Pier Paolo Pasolini (1922 - 1975)


Günümüz sinemasının en usta kişilerinden Pier Paolo Pasolini öldü. Öylesine değişik ve kendine özgü bir sinema anlayışı vardı ki filmlerinden birini hiç bilmeden 10 dakika seyretseniz, bir Pa­solini filmi olduğunu anlayabilirdiniz. Sinemayı biçimde yeniledi, içerikte yeniledi, marksizmle hıristiyanlığı, gerçekle mitos’u, kut­sal ve dinsel olanla dindışıyı birleştirmeye çalıştı. İçgüdülerinin buyruğunda, doğanın kendisini yönelttiği yolda yaşadı. Yolun so­nunda trajik biçimde öldü. Birlikte yaşadığı söylenilen 17 yaşla­rında gencecik bir delikanlı tarafından vurularak... Ardında, 40 yaşına dek olan yazar döneminden yarım düzine ilginç roman, birçok şiir, sayısız edebiyat ve sinema eleştiri yazısı, ve bir dü­zine kadar unutulmaz film bırakarak...



Pasolini’de Erotizm :


Pasolini’nin eseri, değişik ve birbirinden çok ayrı, giderek bir­birine zıt gibi gözüken çeşitli nitelikler taşır. İlk filmleri olan «Dilenci - Accatone» ve «Mamma Roma», Roma’nın popüler semtlerinin, yoksul çevrelerinin, sokak çocuklarının yaşamına eğilir. Her iki filmde de sonraki filmlerinin değişmez oyuncusu Franco Citti'yi ve kendine özgü, eşcinsel bir erotizmin damgasını taşıyan «sensuel» bir havayı sunar seyircisine. Böylece, bir tür «erotizm», Pasolini sinemasının baş öğelerinden biri olarak sonuna dek var­olacaktır Pasolini sinemasında. Ama, Pasolini, özellikle eşcinsel bir eğilim gösterdiği için şaşırtıcı, giderek şoke edici bir nitelik taşıyabilecek bu erotizmi, öylesine doğal ve doğanın bir parçası gibi sunacaktır ki, bu erotizm, doğadaki en arı, en katıksız, en kendinden olan şeylerin güzelliğini taşıyan bir şiire erişecektir. Bir sahneyi örnek vereyim. Son filmlerinden 1001 Gece Masalları'nda bir bölüm var. Bir köyün yaşlıları, 16 yaşlarındaki 2 gen­cin hangisinin öbürünü daha çok sevdiğini sınamak istiyorlar. Gençleri çırılçıplak aynı odada 2 yatağa yatırıyor ve uyutuyorlar, önce delikanlıyı uyandırıyorlar. Ne yapacağını uzaktan merakla izleyerek. Delikanlı uyanıyor, kızı görüyor, gülümsüyor, dünyanın en güzel şeyini yaparcasına gidiyor ve kıza sahip oluyor. Sonra delikanlı uyuyor, kız uyanıyor. O da genci görünce aynı tepkiyi gösteriyor, gidiyor ve onunla birleşiyor. Bunun üzerine yaşlılar, ikisinin de birbirini aynı derecede sevdiklerine karar veriyorlar. Aslında ileri bir erotizmin sinemasal görüntülemesini yapan bu sahne, Pasolini’nin sanatında öylesine arı bir güzellikle veriliyor­du ki, artık orada ne müstehcenlik, ne bayağılık, ne ahlâk dışı olma kalıyordu. Marksist / hıristiyan Pasolini, filmlerindeki ero­tizmle, sanki dinler öncesi çağların, doğanın tek güç ve tek ege­men olduğu, cinselliğin yaşamın ayrılmaz parçası, giderek belli- başlı öğesi olduğu bir dönemin cinsiyete verdiği yeri vurguluyor­du : Çekinmesiz, sakınmasız, su içer gibi yapılan ve uygulanan bir cinsiyet. Pasolini’nin bu putperest cinsiyet anlayışı, sineması­nın en önemli olmayan, ama en çarpıcı olan bir ögesiydi.

Marks + Freud :

Evet, Pasolini bir marksisti ve marksizmi sonuna dek savun­du. Ama o, marksizmi çok kendine özgü biçimde yorumlamayı deniyordu. Bir kere, marksizmi birçok çağdaş düşünürün yaptığı gibi Freud’le uyuşturmayı deniyor, marksist bir yapı içinde bile bireyin son kerte önemli olduğunu savunurken, bireyin çağımız dünyasındaki sorunlarına Freud'cü bir yaklaşımla tanımlamalar ve çözümler getirmeye çalışıyordu. Pasolini’ye göre marksizmle hıristiyanlık bağdaşabilirdi, çünkü ikisi de insanda insancıl olan yanları korumaya, kurtarmaya yönelikti. İkisinin de ortak bir düş­manı vardı: İnsanı ve insancıl değerleri silinir gibi ezip geçen çağdaş burjuva toplumları. Şu sözler Pasolini'nindir: «Kutsal olan, gerçek olandır. Asıl gerçekçiliktir, benim ön uğraşım olan bir şeydir. Bütün eserlerim, insan varlığının kutsal olanla bağıntılarına ve gündelik yaşam içinde kutsallığa yöneliktir. Kapitalist burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı, ama her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkan işlerdir bunlar». Bu sözlerle Pasolini, dinleri her zaman toplumların afyonu olarak niteleyen klasik marksist görüşle çelişkiye düşüyor ve günümüz marksistlerini hayretten hayrete düşürüyordu.


Ayık görülen düş :

Edipo Re




Ama o bildiğini yapıyordu. Her filmi olaylar yaratıyor, orta­lığı birbirine katıyordu. «Kral Oidipus», birçok eleştirmen tarafın­dan Yunan tragedyalarından yapılmış en iyi uyarlama diye nitelendi. Film, ayrıca ilk kez Pasolini’nin sinemacı niteliklerini de ortaya koyuyordu. Kullandığı mekânlar, giysiler, dekorlar ve mü­zik aracılığıyla kıtaları, çağları, ülkeleri birbiriyle karmakarışık eden ama sonunda inanılmaz güzellikte bir karışıma ulaşan bir filmdi bu: Pasolini yapay dekorlardan nefret ettiği için Cinecitta’yı bir yana bırakmış, filmini Fas’ta çekmişti. Antik çağın Yu­nanlılarını Araplar oynuyordu, giysiler, kara Afrika giysileriyle Pasolini’nin bir kitapta görüp sevdiği eski Aztek ve Sümer giy­silerinin karışımıydı. Müzik ise, bir ara filmin çevrilmesi tasar­lanan Romanya’dan Pasolini’nin bizzat derlediği Romen halk şarkılarıydı ve bu şarkılar, klasik Yunan korosunun yerini tutuyor­du! Bu zaman ve mekân tanımama, filmini, değişik, çarpıcı ve gerçek olmak koşuluyla herhangi bir mekân ve dekorda çekme özelliği, Pasolini’nin diğer filmlerinde de sürecek, örneğin «Medea» bilindiği gibi Türkiye’de, Göreme’nin benzersiz görüntüleri önünde çekilecek, «Binbir Gece Masalları»nın dekorunu Habeşistan köyleri oluşturacaktır. Tüm bu uyuşmazlıklardan coşkun ve şiir dolu bir bileşime varmak, Pasolini’nin şu sözlerle beliren sinema anlayışına da uygun düşmektedir : «Sinema benim için bir düş­tür. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ayık olarak gördüğüm bir düş...»




Bir skandal - film : 

Teorema 









Daha sonra, Pasolini filmografisinin belki de en önemli filmi olan «Teorema» geldi. Film, bir cinsel sapığın düşlerinden fırla­mışa benzeyen garip bir öyküyü anlatıyordu. Son derece sakin ve mutlu bir yaşamı sürdürüyor görünen bir burjuva ailesinin kon­forlu evine bir yabancı geliyordu, konuk olarak. Büyük bir cinsel çekicilik taşıyan bu genç adama (filmde Terence Stamp) karşı ailenin 5 bireyi de bir çekicilik duyuyorlar giderek ona tutulu­yorlardı. O da, evin kızı, oğlu, hanımı, beyi ve hizmetçisi dahil herkesin isteklerini karşıladıktan sonra çekip gidiyordu. Ardında, önceki yaşamlarına birden yabancılaşan, içlerinde o güne dek gemledikleri ve şimdi başıboş kalan güçlerle başa çıkma olanağını tümüyle yitiren 5 yıkılmış insan bırakarak. Baba fabrikasını ve tüm servetini işçilerine bırakıyor, ana fahişeliğe başlıyor, kız intihar ediyor, hizmetçi ise manastıra kapanıyordu. Neydi Teorema? Çeşitli eleştirilerden alınmış şu cümlelere bakalım : «Bir homoseksüel olmanın güçlüğü», «Burjuva toplumunun ruhsal etkileri azaltan görünümlerine karşı amansız bir suçlama...» Ve Pasolini’nin kendi açıklaması : «Teorema, ahlâkdışı ilişkilerin en az 5 kez büyültülerek ve içine Tanrı fikrinin de karıştırılarak verildiği bir filmdir. Ailenin 5 bireyinin de yatıp kalktığı kişi söylendiği gibi İsa değil, Tanrı'nın kendisidir.» «Teorema», İtalya’nın bazı çevrelerinde, özellikle dinsel çevrelerde tam bir skandal olarak nitelenir, müstehcenlikten mahkemelere düşerken (ki mahkeme kararı, «filmin yüksek sanat değeri nedeniyle müstehcen sayılamayacağı» olmuştur), diğer bazı çevreler de tam tersine filmi alkışlıyor, giderek İtalya'daki en büyük katolik ödülü olan OCİC «Teorema»ya veriliyordu. Pasolini, çelişkilerin adamı, bir kez daha kendini çelişkilerin içinde bulmuştu. Hem de İtalyan dinsel çevrelerini ikiye bölme pahasına... Aynı olaylar, Pasolini'nin diğer bazı filmlerinde de meydana geliyordu. «Aziz Matyö’ye Göre İncil», bazı çevrelerde, din düşmanı bulunarak yasaklanırken, Papa'nın gazetesi Osservatore Romano, filmi, sinemanın Hıristiyanlığa bulunduğu en büyük katkılardan biri olarak niteliyor, en koyu Hıristiyanlar bile filmi öve öve bitiremiyorlardı. Pasolini'nin marksist dostları ise yine şaşkınlık içindeydiler.

Günah'ın olmadığı çağlarda :


Pasolini, bundan sonra kesinlikle tarihe, tarihsel konulara dönmüştür. Yine bir Yunan tragedyasını, «Medea»yı, büyük dostu Maria Callas’ı sinema yapmaya kandırarak çekiyor, kısmen Türkiye’de... «Domuz Ahırı - Porcile»de, hemen hiç konuşma kullanmadığı bir Ortaçağ öyküsünü, olanca şiddeti, vahşeti ile ve iç bulandıran görüntüleri ile veriyor. Bundan sonra ise ünlü üçlemesine girişiyor. «Tarih boyunca aşk» diyebiliriz bu üçlemeye. Deği­şik dönemlerin klasik olmuş aşk öykülerini alarak işliyor Paso­lini. önce Decameron’u, sonra İngiliz klasiği, Chauser'in «Canterbury öyküleri»ni. Son olarak da doğunun büyük klasiği «Binbir Gece Masalları'nı... Değişik çağları yansıtan, değişik mekânlarda çekilmiş bu filmler ortak özellikler taşıyorlar, Pasolini’nin yaşama, aşka olan bakışını dile getiriyorlar. Gencecik vücutlar kor­kusuzca birleşiyorlar, cinsellik, özellikle erkek cinselliği, Pasoli­ni’nin özene bezene seçtiği taze güzelliklerle ortaya konuyor, eş­cinsellik ve karşıcinsellik birarada, yanyana varoluyor, günah fikrinin, «yasak» korkusunun olmadığı veya kolaylıkla unutulabi­lecek, unutulması gereken derecede güçlü olduğu çağlarda insan­lar yaşıyor, sevişiyor, sanatlarını uyguluyor, Tanrı, ölüm, para hırsı gibi ezeli ve ebedi insancıl duyguların ve düşüncelerin serüvenini tadıyorlar. Pasolini’nin sineması, anlattığı çağa ve ülke­ye uymasa da, başka bir ülkeye ait olsa da, yine bir gerçeği yan­sıtan stüdyo dışı mekanları, dekorları uzun planlarla saptıyor (du­rağan, ağır bir sinema bu); antik çağlara özgü bir kan tutkusu, şiddet eğilimi, doğal bir cinselliğin ayrılmaz parçası olarak Pa­solini üslûbunu bütünlüyor. Bir şey daha var, bu üslûbu bütünleyen : alaycı bir gülümseme, Pasolini’ye özgü bir mizah duygusu. Kâh insanların en zayıf yanlarını belirlemede kullanılan, kâh Pa­solini’ye, değindiği yüksek ve trajik tema’larla zaman zaman ara­ya bir «mesafe» koyma olanağını veren.

«Pasolini, çağımızın kaynayışını en can alıcı yerinden yansı­tan bir çeşit reflektör, bir alay çelişkili güçten etkilenerek ger­çeğin peşinde koşan, umutsuzcasına dürüst bir sanatçı / aydın ki­şidir. Onun için sinema, çağdaş gerçeği yorumlamak ve çağın si­yasal / ideolojik anlamdaki ana sorunlarıyla içiçe bulunmak zo­rundadır.» Marc Gervais’nin tanımlamasıyla Pasolini sineması bu işte... İnandığı düşünceleri savunurken, istediği yaşamı da sürdür­meyi deneyen ve bu yolda ölen Pasolini... Topluma, toplumun dü­şüncelerine, kurallarına aldırmaksızın, içgüdülerinin peşinde ko­şarken. Filmlerindeki trajik ölümler gibi tıpkı: 17 yaşındaki sev­gilisi tarafından dövülerek ve arabayla çiğnenerek. Şiddet, Paso­lini’nin antik çağ özlemlerini yansıtan filmlerinde kalmış bir şey değil çünkü. Günümüzde de var şiddet. Şiddeti, tıpkı cinsiyet gibi, yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak filmlerine yerleştiren (bizde geçen yıllarda gösterilmiş olan «Dekameron»u anımsayınız) Pa­solini’nin ölümü tutkularının ve inançlarının olağanüstü bir doğru­lanması değil mi?

1975


Pasolini’nin Yamyamları ve ‘Domuzlar Toplumu'...

'DOMUZ AHIRI' ÜZERİNE...



Yemek veya yenmek, insan eti yemek veya, domuzlar tara­fından yenmek. «Mistik Marksist» Pier Paolo Pasolini’nin son filmi «Porcile - Domuz Ahırı», bu ikilem üzerine kuruluydu. İçiçe iki öyküden örülüydü film. Birinci öyküde, olağanüstü ve ürkütücü bir yanardağ yakınlarında yaşayan bir genç adam (Pierre Clementi), açlığını, gelip geçen yolcuları yakalayıp öldürdükten sonra yemekle gidermekteydi. İkinci öyküde ise, Batı Almanyalı iki iş ada­mı, ticari rekabetlerinde birbirlerini altetmek için karşılıklı şantaj yolları aramaktaydılar. Biri öbürünün Nazi egemenliği sıra­sındaki ırkçı davranışlarını ortaya sürmeyi tasarlarken, öbürü şan­tajcısının oğlunun tuhaf bir özelliğini keşfetmişti: delikanlı, do­muzlara karşı aşırı bir ilgi duymakta ve zamanının çoğunu domuz ahırında geçirmeyi yeğlemekteydi. İki tüccar, iki şantajın birbi­rini gidermesi sonucu ortak olur ve büyük bir tröst kurarlarken, delikanlı ahırda domuzlar tarafından, parçası kalmayana dek ke­mirilmekteydi. Pasolini, «Teorema»dan beri başlattığı simgelerle yüklü tutumunu bu garip, dehşet verici filmde doruğuna ulaştır­maktaydı. Domuz ahırının toplumu temsil ettiği eski bir Nazi suç­lusu olan babasına karşı çıkamadığı için genç adamın (Jean- Pierre Leaud) domuzlar tarafından yok edildiği, ikinci öykünün yorumundaki genel kanı idi. İlk öykü ise, Clementi’nin, Tanrı’nın oğlu olmayı reddeden bir İsa ile benzeştiği, kendi kanını inanmışlarına vermektense onları kendisinin yediği şeklinde yorumlanmak­ta, bazıları ise, yamyamlığın filmde dünya çapında kesin bir pro­testoyu simgelediğini ileri sürmekte idiler. Öykünün sonunda ya­kalanarak suç ortaklarıyla birlikte idam edilmeden önce, Clementi, 3 kez şu sözleri söylemekte idi: «Babamı öldürdüm, insan eti yedim ve sevinçten titriyorum...»

Pasolini, yoğun düşünce dünyasının seyirciyi isyan ettiren bir cüret ve pervasızlıkla yansıdığı bu filmiyle de, çağdaş toplum dü­zenini ve çağdaş sorunları, kendine çok özgü bir biçimde eleştir­meye ve kendisinden her türlü sürprizin beklenebileceğini ilâna devam etmekteydi.

1970


Pasolini Trajediye Bakıyor

M E D E A


(Medea) / Yönetmen : Pier Paolo Pasolini / Oyuncular : Maria Callas, Giuseppe Gentile, Laurent Terzieff, Massimo Girotti / İtalyan - Fransız yapımı.

Kolkhis büyücüsü ve rahibesi Medea’nın efsanevi öyküsü, M.ö. 5. yüzyılda Euripides’i, M.S. 1. yüzyılda Seneka’yı ve 17. yüzyıl­da da Comeille’i etkileyip birer trajedi yazdırdıktan sonra, «mis­tik marksist» Pasolini’nin son filmine de konu olmuş... Düşünde gördüğü Argonotların genç kıralı Jason’u sevdiği için, ülkesinin kutsal varlığı altın post’u çalarak Jason’a vermekten çekinmez Medea. Birlikte kaçarken, peşine düşen halkını oyalamak için, öz kardeşini öldürerek parçalarını birer birer yola atmaktan da çe­kinmez... Jason’la birlikte Korent’e yerleştiklerinde, Jason, kralın kız ile evlenmeye karar verdiği zaman, Medea’nın intikamı korkunç olacaktır: Gönderdiği büyülü kaftanı giyen kız ve babası, yanarak ölürler. Tanrılara insanların parçalanarak kurban edil­diği bir toplumun kızıdır Medea. Jason’un aşkı geri gelmeyince, bu aşkın ürünü olan çocuklarını da öldürmekten çekinmez, bir kut­sal âyin yaparcasına... Pasolini, «Medea»yı alır, coşkun, çok renkli hayal yeteneğinin imbiğinden geçirir, zaman, mekân, dekor, giy­sileri gerçeğe uygunluk açısından hiç önemsemeksizin, kendi düş­lerini, karabasanlarını, Medea’nın öyküsüyle birleştirir... Göreme'nin fantastik dekoru, Anadolu yaylasının esmer, sert yüzlü köy­lüleri, kayalara oyulmuş evler, Hıristiyanlığın başlarından kalma kiliseler,, ilkel bir uygarlığın dekorunu, insanlarını canlandırırlar, aralarında çoban abalarının da bulunduğu karmakarışık giysileri, garip kutsal törenleriyle... Böylece, irili ufaklı antik tiyatroların­da Medea trajedisi kimbilir kaç bin kere oynanmış olan Anadolu, yüzyıllar sonra aynı trajediye dekor olur. Daha gelişmiş Korent uygarlığını ise, Halep ve İtalya'nın Pisa kentinde çekmiştir Pa­solini. Ünlü soprano Maria Callas, zamanın zedelediği anlamlı yü­zündeki kocaman gözleri, acılı bakışları, barok ve «stilize» oyu­nuyla Medea’yı yaşar. Tibet, Japon müziğinden kanun taksimine ve Bulgar halk şarkılarına dek, çeşitli kaynaklardan derlenmiş müzik parçaları, trajediye eşlik eder. Böylece Pasolini, kendine özgü trajedi uyarlamalarını sürdürür. Ancak «Kral Oidipus» ve «Porcile»yi bölüm bölum tekrarlayarak, özgünlüğünü bir ölçüde yitirerek, çarpıcı olayım derken bıktırıcı olma tehlikesine düşmeye başlayarak...


Pasolini ve Çağlar Boyu Aşk:

DEKAMERON’UN AŞK HİKÂYELERİ


(Decamerone) / Yönetmen: Pier Paolo Pasolini / Oyuncular: Franco Çitti, Ninetto Davoli, Vincenza Amato, Anglela Luce, Giuseppe Zigaine / U-A (Italyan) filmi.

Pier Paolo Pasolini nihayet Türkiye’de... Gerçi bu haber dört yıl kadar önce gazetelerde çıkmıştı, Pasolini «Medea»yı çekmek üzere geldiğinde... Ama bu kez, Pasolini’nin bir filmiyle ilk kez Türk seyircisinin önüne çıkması söz konusu. (Sinematek veya kül­tür merkezlerindeki özel gösteriler bir yana bırakıldığında). Çağı­mızın bu ünlü ve olaylar yaratan sinemacısı, esin kaynaklarını eski Yunan’da (Kral Oidipus), dinsel kitaplarda (Aziz Matiyö’ye göre încil), allegorik (Domuz Ahırı «Porcile») veya erotiko-mis­tik (Teorema) öykülerde aradıktan sonra bu kez 14. yüzyıl İtal­yan klasiği «Decameron»a yönelmiş. Dekameron, Pasolini’nin ta­sarladığı bir üçlünün ilk filmi... İkinci film olan Chaucer’in «Canterbury Masalları», Pasolini’ye bilindiği gibi geçen Berlin şen­liğinin büyük ödülünü kazandırmıştı. Üçüncü film olan «Binbir Gece Masalları» ise yakında çekilecek.

Dekameron, İtalya’nın ilk büyük ozanı sayılan Boccacio’nun dehasından doğmuş bir eser... Floransa’lı yazar, eserinde çağının yaşantısını büyük bir incelikle hicvetmiş, özellikle burjuvalara ve rahiplere yönelttiği eleştirisinde bunların sahte değer ölçülerini, ikiyüzlü yaşamalarını, paraya ve tensel zevklere olan düşkünlük­lerini ortaya koyarken, doğmakta olan Rönesans çağında sanatçı­nın durumunu da çizmişti. Pasolini, Dekameron’da kendine özgü sineması için kusursuz bir kaynak bulmuş... Film, Pasolini este­tiğinin en belirgin anlarını taşıyor. Bu estetik, coşkun, sınır tanı­mayan bir sanatçı ruhundan belirtiler içeriyor. Jerome Bosch’un tablolarını yaratıyor Pasolini perdede, birer birer sanki... İnsan güzelliği (özellikle Pasolini’nin hayranı olduğu delikanlı güzelliği) perdede zaman zaman cüretli çıplaklıklarla yansırken, çirkinlik­lerin de en iğrenç görüntülerini yakalıyor Pasolini, insan yüzle­rinde. Bir unutulmaz portreler geçidinin yanısıra, Pasolini’nin öz­gür ve gerçeklik aramayan dekor - ayrıntı anlayışının da ilginç ör­nekleri var. Bütün tarihsel filmlerinde olduğu gibi, yeni baştan kentler, evler, saraylar, sokaklar inşa eden bir Amerikan sinema­sının aksine, eski dekorları kullanıyor Pasolini... Böylece manas­tırın erkek düşkünü rahibeleri, yarısı dökülmüş bir İsa freski önünde dua ediyorlar, yıkık bir sarayda oturan zenginler görü­yoruz. En uçarıdan trajiğe dek çeşitli tonlar taşıyan bir avuç öy­küyle Boccacio’nun mesajını perdeye taşırken, Pasolini (kendi oynadığı fresk ressamı rolüyle) eseriyle ilgili düşler gören ve so­nunda «yaratış» denen o gizli bilinmeyen mucizeye ulaşan sanat­çının durumunu da belirliyor. Sansürün yaptığı bazı kesintiler (küçük de olsa), öykülerin can alıcı, vurucu niteliklerini azaltıyor zaman zaman... Örneğin «bülbülü yakalayan kız» öyküsünde oldu­ğu gibi. «Dekameron», Pasolini’nin dehasının en önemli filmlerinden değil. Buna rağmen yönetmenin daha önemli filmlerinin gös­terilmesini beklerken, sinemaseverin kaçırmaması gerekli filmler­den...

1978


Üçlemenin Son Filmi:

‘CANTERBURY ÖYKÜLERİ’ ÜSTÜNE...


Pier Paolo Pasolini’nin 1972 Berlin Şenliğinde Altın Ayı ödü­lünü kazanan «Canterbury Masalları» isimli yapıtını yıllar sonra görebildik. Pasolini’nin değişik ülke ve dönemlerin popüler halk öykülerini sinemaya getirmek düşüncesi çevresinde dönen ünlü üç­lemesinin ikinci bölümüydü bu... Diğerlerini, yani «Dekameron Öyküleri» ve 1001 Gece Masalları'nı daha önce görmüştük. «Canterbury Öyküleri»ni seyrederek hem bu üçlemeyi bütünledik, hem de Pasolini’nin çok sevdiğimiz sinemasının tadını yeniden duyduk. Chauser’in İngiliz yazınının klasiklerinden sayılan öykülerine, Pa­solini kendine özgü bir yorum getirmişti yine : Ortaçağın karan­lık baskısı altında, seksi, cinselliği, tüm doğallığı ve vahşiliği içinde yaşayan, sekse de, onun kaçınılmaz cezalarına da başkaldırmasız katılan ve katlanan insanlar... Pasolini, bir kez daha hal­kın en koyu baskı dönemlerinde bile doğaya dönük bir yaşamı nasıl sürdürdüğünü gösteriyor, papazları, dere beylerini, soyluları ise alabildiğine taşlıyordu. Güzel ve çekici genç yüzler, istek için de kıvranan delikanlılar, zengin ve şişman kocalarını gencecik halk çocuklarıyla aldatmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan istek dolu soylu kadınlar, Kilisenin izin vermediği ilişkileri, insanları diri diri kızartarak cezalandıran «uygar» Ortaçağ İngiltere'si... Aşk, cinsiyet, ölüm, istek, iğrenme, nefret, hayranlık, Pasolini’nin insan doğasına doğru yaklaşımında bir mozaiğin parçaları gibi yerini alırken, özgür sinema dilini kurmada da kendine özgü tadı bir kez daha yaratıyordu.

1980
Atilla Dorsay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder