Yusuf Atılgan’la yollarımız,
insanların mektup yoluyla tanışabildikleri bir dönemde, 1972’de kesişti. Aylak Adamı okur okumaz izini sürmüş,
bir mektup yazıp zarfın üstünü doldurmuştum:
Hacı- rahmanlı Köyü, Saruhanlı, Manisa.
Hacı- rahmanlı Köyü, Saruhanlı, Manisa.
Bekletmeden yanıt vermişti.
Yurtdışına gitme hazırlıkları içindeydim, onunla karşılaşma olanağı bulacak
ölçüde vaktim kalmamıştı, gittim ve oralardan, Paris’ten ve Roma'dan,
Bruges’den ve Rio de Janeiro’dan, dört yıl boyunca ona yazmayı sürdürdüm. O
da, kendi yakasından, iri harfleriyle mektup kâğıtlarını doldurmayı sürdürdü.
1977 sonunda Ankara’da yüzyüze ilk gelişimizde tanışma merasimine gerek
kalmamıştı: Biribirimize hazırdık. Babamdan biriki yaş küçüktü Yusuf, onu
ağabeyim saydım, beni kardeşi olarak gördü, 1989 Ekimindeki ölümüne dek
tanışmadan önceki yılların acısını doludizgin çıkardık, o gün kanadım koptu.
1990’da yazdığım, yapıtının
önemini vurgulayan denememin son, kısa paragrafına dönüyorum: “insana gelince:
9 Ekim 1989’da neredeyse telâşla giden Yusuf Atılgan’a, gerçekten de biricik o
adama kelimelerle yaklaşmak için hâlâ çok erken”.
Vakit geldi mi? On yılı aşkın bir
süre geçti, bende bıraktığı boşluğun yerini dolduramayacağımı öğrendim.
Anılanın tazeliğini koruyor henüz, şimdi oturup “portre”sini kaleme almazsam
ileride hayıflanabilirim. Şüphesiz ürküyorum, güçlü bir portre denemesi
koyamam ortaya diye, ecelin korkuya faydası olmaz oysa, mürekkebin kusacağı
harflere yakarabilirim olsa olsa: Elimden tutun.
Neredeyse otuz yıl öncesine,
mektupların Yusuf Atılgan’ına dönüyorum önce. Geçen zaman bana üzerinde düşünme
fırsatı verdiği için kolayca kuruyorum cümlemi: Mektuplar, kendilerini kâğıda
düşenlerin ana özelliklerinden birkaçını örterler de, birkaçını ne yapıp edip
taşırlar: Yusuf Atılgan’la karşılaşınca, mektupların Yusuf'uyla benzeştiklerini
görmüştüm: Sıcak, yakınlık kurmakta kararlı, çünkü güdülerinin sağlamlığına
inanan biri. Akla pek güvenmezdi zaten, yuları duygularına hemen hep
kaptırırdı. Direndiğinde de devreye giren akıl değildi bana kalırsa, inadı
güçlüydü: Öyle olmasına karar verdiğine ikna edebilirdi karşısındakini, oysa
ağır basan öyle olması gerektiğine ilişkin duygusuydu, içinde sağlam, derece
ayrıntılı bir ısıölçer vardı sanki, gecikmeden teşhis koyardı insanlar
konusunda. Pek yanılmazdı; yanıldığındaysa, anlamazlıktan gelmeyi yeğlerdi.
Aklını devreye sokmazdı dememe bakmayın, bugüne dek tanıdığım en zeki insanlardan
biriydi.
Mektupların Yusuf'u biraz yorgundu.
Birşeyleri tüketmenin eşiğine gelip dayanmış gibiydi yazılı sesi. Sert
dönemeçlerden birindeymiş meğer, postacı benim mektubumla kapıyı çaldığında:
Serpil’le birlikteliği sürecek mi bitecek mi, masada Anayurt Oteli'nin uçuşan
sayfaları, yaş elli, Hayat ağır. Bunları sonra, yıllara yayarak, konuştuk.
içinden çıkamadığım konu,
başlangıçta, onun ne kadar “köylü” olduğuydu. Gün geldi onu güldürdüm:
“Mitolojide bile senin gibi bir yaratık yoktur: Bir yarın köylü, öbür yarın
neredeyse megapoliten.” Kimseyi yanıltmak istemem: Yusuf Atılgan yarıyarıya
köylü değildi. Öyle olsaydı, bunda şaşılası bir özellik aranmazdı: Türkiye
yarıyarıya köylü nüfusun hâlâ çoğunluğu temsil ettiği bir ülke. Yusuf un
farkı şuradaydı: Aynı saydam kaba dökülmüş, ama biribirine kesinkes karışmayan
iki farklı sıvıdan oluşan bir bütün gibiydi: Köylü yanı kentli yanına
karışmamıştı. Onun için de, kendi köyünün bile yabancısıydı - tıpkı
Ankara’nın, İstanbul'un hiçbir biçimde yerlisi olmadığı gibi.
Köylülüğünün, bana sorulacak
olursa en belirgin göstergesi Zaman karşısındaki duruşuydu. Kentte yaşarken,
kentte yaşayan birinin zaman kullanımıyla örtüşmeyen bir tempo tutturmuştu:
Güneşle kalkar, kendi ritmini, ritüelini dayatırdı. Ekmek alacak, Memoş’u
okula bırakacak, öğleye varıldığında kuru fasulyenin önünde oturuyor olacak.
Pazartesi Enis’le buluşulacak, perşembe “takım”la oturulacak, pazar “uzun
mesafe yürüyüşçüsü” olunacak. Treni, vapuru severdi. Taksiye binmekten hoşlanmazdı
— taksiden başka birşeye binmeyen Serpil’in tersine. Zaman zaten onundu, bir
yere kaçamazdı, aceleye telâşa yol vermeden, ağır ağır vakti emer, kullanır,
yayardı: Bir geniş zaman beyiydi Yusuf.
Oysa huzurlu değildi. İçi içini
yerdi: “Hadi arkadaş.” Konsantrasyon sorunları vardı. İşine gelmeyen
konularda, durumlarda. Yoksa okumaya, filim ya da maç izlemeye gelince,
yerinden oynamazdı. Yazı, en büyük huzursuzluk kaynağı oldu hep. Bahçedeki
kuşun sesi bahanesi olmuştur. Kaçacak delik muhakkak bulurdu. Bana,
masabaşındaki kayboluşuma imrendi yıllarca: “Sen yaz, ben okuyayım.” Her
projemin tamamlanmasını sabırsızlıkla bekledi: “Sonra oynarsın gene, ver artık
şunu.”
Önce Ankara’da koyulaştık onunla.
Memoş yeni doğmuştu, Serpil böylece iki erkeğin arasında tahteravalli,
ışıldamaya koyuldu. Lâf aramızda, çok güzel bir kadındı. Aralarındaki mufassal
aşk romanını usul usul aktardılar. Başta “herşey”i söylemediler - neden
söylesinlerdi ki? Zamanla o labirentin arka, dar sokaklarını tanıdım: Müthiş
hikâyeydi:
Aylak Adam çıktığında, Yusuf
40’ına dayanmış, köyünde köylü, evinde evli bir adam. Ortakçıya işin pratik
tarafını devretmiş, kıpırdayan içdünyasının seslerini dinliyor. Sonra bir
mektup geliyor, ah o mektuplar! 17 yaşında “delişmen” bir kız, İstanbul’dan
karanlığına ışık tutuyor. Atlayıp gitmiş Yusuf, buluşmuşlar, dokunmaya bile
kıyamamış, ama ateş bacadan çatıya sıçramış: Durmaz bir yangın. Neredeyse yirmi
yıl sürecek, İstanbul’da ya da Ankara’da yarı kaçamak karşılaşmalara, toz
bulutu mektuplara, başı ucu kaybolmuş bir merdivenin alt ve üst basamaklarına
doğru bitmez tükenmez iniş çıkışlara sahne olmuş kanlı, seyrek, billur bir aşk.
Sonunda birleşmişlerdi ya. Ne
yazık ki, bu kadar yalınkat bir gerçek değildi yaşanılanların toplayıp yığdığı.
Yıllar geçti, Yusuf'un ölümünden bir yıl kadar önceydi, bir gece Serpil’e onu
söyledim: “Sen bu adamı yirmi yıl boyunca yakıp, eritmişsin — mum artık
etrafını daha fazla aydınlatamaz.” Kadınlara, genç kızlara bakardı Yusuf, ola
ki onları isterdi de; gelgelelim, hiçbir kadını sevemezdi: Varını yoğunu Serpil’e
vermişti. Bunları daha çok İstanbul faslımızda konuşabildik, 1982’den sonra:
Yusuf'un dinlenmeye gereksinmesi vardı.
O dönemde başıboş bir çocuk olmak
istedi: Çay bahçesini, sinemayı, Memoş’la şehiriçi seyyahlık yapacağı köşeyi
bucağı seçti. Pazarları Paşalimanı’na dadandı. Bazen kadınları alıp, gece,
yemeğe çıkardık. Uçsuz cigaralarımızı ağızlıklarımıza takar, ortalığı dumana
boğardık. Ölümden ben sözederdim sık sık, onun ölebileceği aklıma hiç gelmezdi.
Bana yazdığı ilk mektuplardan
birinde, Bruges’den gönderdiğim mektuba verdiği yanıtta, yolculuktan pek
hoşlanmadığını, Türkiye dışında görmek istediği tek kentin Bruges olduğunu
aktarmıştı. Benden onca dinlediği Paris’i, Serpil’in onca anlattığı Londra’yı
merak bile etmedi. Yusuf'un gözde yolculuk üçgeni
Hacırahmanlı-Ankara-İstanbul’du. Alışkanlıklarına, insanlarına bağlıydı,
köydeki berberine bile sadık kalmayı başardı. Yol susuzluğuyla Dünya’nın öbür
ucunu anlatmaya koyulsam, başparmağının tırnağını ön iki dişinin aralığına
takar, derin bir gülümsemeyle, bıkmadan dinlerdi. Bana öyle geliyor ki,
İstanbul’a alışamadı. Sokakların ortasında aykırı bir göçmen gibi dolaştı.
Sevdiyse, bir tek Moda’yı sevdi, orayı yeni köyü saydı.
Okuma susuzluğuna daha önce değindiğimi
anımsıyorum. Dostlarının kütüphanelerine dadanmıştı. Kitap edinmekten
hoşlanmazdı, okur geri verir, yenisini alır giderdi. İngilizcesini
geliştirmişti, en karmaşık anlatımlı yazarları bile sökmekte güçlük çekmezdi.
Genç Türk yazarlarını izlerdi. Kitaplar üzerinde fazla tartışmazdı, kendi
beğeni terazisine güvenirdi; bana görüşlerimi sorardı hep, ama onlardan
etkilendiğini hiç görmedim.
Antika konusunda hem çok zevkli,
hem de çok bilgili olan Serpil’le birlikte yaşamasına karşın eşyayı anlamazdı
Yusuf. Bir koltuk, bir masa, bir yatak ona yeterdi. Giyimkuşam konusunda da
öyle: Düz, yalın, pratik giysiler seçer, işi büyütmezdi. Aksesuvar kullandığını
hiç görmedim. Birinci sigarası içer, ucuz tahta ağızlıkları yeğlerdi.
Ona gönderdiğim ilk mektuplardan
birinde, “Ceren’e Masal” dolayısıyla, bende yazacağını yazmaya üşendiği
izlenimi yarattığını dile getirmiştim. Hak verdi yanıtında" Anlaşılan
bilinen bir anlamda bir yazar değilim ben" diyordu.Son on yılında kendini
yazmaya zorladığına tanık oldum.Aslında yazmak istemiyordu. Çevre, yakın ve
uzak çevre beklenti içindeydi, her seferinde soruluyordu ona "bir şeyler
var mı?" diye. Bir süre sonra o beklentiye karşılık vermek inancına
kapıldı. Kendisini sıktı. Çözüm yolları aradı isteksizliğine. Girişimlerinde
pek başarılı olamadı. Zaman zaman pes ederdi. "Arkadaş benim yazacağım bu
kadarmış". Bir süreliğine rahatlardı, ardından kitaplarına düşkün
insanların çağrısı onu gene kuluçka dönemine sokardı.
Çocukluk, gençlik arkadaşlarına
bağlıydı. İstanbul’da yeni arkadaşlar edindi, perşembe seanslarında. Oğuz
Onaran’a, Fred Stark’a, Ülkü Tamer’e düşkündü. Güven Turan’ı, Yaşar Kemal’i
severdi. Benim arkadaşlarımı da sevdiydi: Oğuz Demiralp’i, Aydın Uğur’u,
Ertuğrul Ozkök'ü. Figen Batur’a düşkündü. Fatma Tülin’e de hemen bağlandı. Bana
gelince, sanırım hayatındaki son dostu ben oldum: Bununla en hafifinden gurur
duyarım.
8 Ekimi 9 Ekime bağlayan gece,
1989, geç saatta rahatsızlık baş göstermiş. Serpil'i sabaha karşı uyarmış:
“Ben kötüyüm galiba.” Serpil ambülansı getirdiğinde çoktan huzura kavuşmuş
olduğunu anlamış.
Loş odada, öylece yatıyordu. Üst
dudağında bir haftalık bıyık, demek uzun bir aradan sonra yeniden bırakmaya
karar vermiş. Yanına oturdum. Neden kendimi onca yalnız hissettiğimi, bende
açılan gediğin niteliğini kavramaya çalıştım - beyhude. Eğilip iki yanağından
öptüm. Onu dehşet özlüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder