Bıçak Sırtında Bir Ressam: Francis Bacon

Francis Bacon, yirminci yüzyıl resminin o “nev-i şahsına münhasır” kişisi, doğanın ender yaratıkların­dan biriydi: Sınıflandırılmayan insan . . . Tabir-i ami­yane ile, klasik bir “marjinal adam” örneği. Sosyal hayatının, en azından bir dönemdeki hareketliliğine karşın, yalnızlığını, hatta tecrit edilmişliğini hep koru­du; korumakla da yetinmeyip resimlerinin temel özelliklerinden biri haline getirdi. Onu başkalarından ayıran birkaç temel özellikten biri. Tıpkı duyular ye­rine zekaya hitap etmekten, yani anlatımdan, yani illüstrasyondan kaçınması gibi. Tıpkı karşıtlar arasın­daki sürtüşmeyi kendine temel alması gibi.

Karşıtlar arasındaki sürtüşme, tuvalin her noktası­na sızmış bir gerilim olmasa, Bacon’ın resmi de Bacon’ın resmi olmazdı. İrade ile sezgi (ya da içgüdü), tesadüf ve yargı (ya da kontrol), organik olanla yapay olan arasında bir sürtüşme. Bacon’ın resmini “okuma”ya çalışanların hemen fark edeceği bir güç, bir tür ışın yayar bu sürtüşmeler. Bu gerilim olmasa, onun gözünde, resminin de hayatiyeti kalmazdı. Onun için de, sırf rahatlık uğruna, bu sürtüşmeyi ortadan kal­dırmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Aslında sürtüşme demek de yetersiz; karşıtların uyuşmazlığı demeli belki de.

Sonra figür ile fon arasındaki kasıtlı kopma, ikisi­nin karşıtlığı da var, tabii. Bu ayrılmayla, bölünmeyle- figürler ve çevreleri arasındaki boyun eğmez zıtlıkla ne demek ister Bacon? “Hiç” derdi mutlaka. Resmi üzerine konuşmaktan hoşlanmazdı. Sanat dalları ara­sında bir etkileşimin mümkün olabileceğine nasıl inanmıyorsa, resmin dille anlatılabileceğine de inan­mıyordu.

Zaten aslolan, bizim onda, onun resminde okuduğumuzdur. Kendi hayal ettiğimiz Bacon’ın bir adım ötesine geçme gayretini gösterecek olursak eğer. Re­simlerini bir kabusun başarılı illüstrasyonları olarak niteleyerek, kafamıza göre (ve derinlemesine düşün­me zahmetinden kurtularak) bir "Bacon’ın dünyası" yaratma gafletine kapılmazsak ...

Hayali olmayan Bacon, resimlerine gerçek hayat­tan (daha çok, savaştan) yansıdığı varsayılan şiddetin, gerçekliğin kendisindeki şiddeti yeniden yaratma çabasıyla ilintili olduğunu; aynı zamanda, yalnızca boya ile iletilebilen ve imgenin kendi içindeki öner­melere ait bir şiddet olduğunu düşünür. Soyut ile figüratif arasındaki ince çizgide bir tel cambazının dikkati ve kendine güveniyle gezinir. Aynı bıçak sırtı dengeyi, tesadüfle iradi girişim ya da kontrol ve (özellikle insan/hayvan imgelemelerindeki) soylu/bayağı karşıtlığında da bulur. Anlatımdan kaçındığı için, fi­gürleri arasında bir bağlantı olmamasına özen göste­rir. Ya da figür ile fon arasında. Ya da figür ile gene figürün kendisi arasında.


“Bakış” vardır, ve olgular (bazen de fotoğraflar, ö-zellikle Muybridge’inkiler). Bunlar, onun referans noktalarıdır, resimlerinin ilk eşiği olan “grafık"i oluşturabilirler. Sonrası, akışkan ve neye varacağı bilin­mez bir canlılığı olan boya ile, süjeyle, ressamın niyeti yani sınırlı kontrolü ile tesadüfi olan arasında olup biter. Bazen olur, bazen olmaz. Resme ekledikleri, çıkardıklarıdır aslında. Biz eklenmiş olanlardan çok, çıkartılmış olanları fark ederiz. Belki de “okuma”ya başlamanın çıkış noktası budur. Kendi eliyle yok etliği resimlerin yok oluş nedeni budur (1942-44 arasında bu yok ediş, üzücü boyutlara varmıştır).

David Sylvester ile yaptığı çok kapsamlı söyleşide bunu açıkça ortaya koyar. Bir şeyi bir adım daha ileri götürmeye çalışırken nasıl kaybettiğini. Başlangıçta istediğini elde etmenin nasıl imkansız olduğunu. Sını­rı aşınca geri dönüşün nasıl zorlaştığını. Başlangıçta istenene, bazen tesadüfler, hatta kazalarla ulaşılabilir ama, bu tesadüfler de zaman geçtikçe azalmaktadır. İnsan bir tesadüfü nasıl yeniden yaratabilir? Aynı tu­val üzerinde bir başka tesadüf olabilir, evet, ama bu da asla aynı şey olmaz. Her şeyi başka bir yere götü­ren bir ton, bir boya parçası, görüntünün içeriğini tamamen değiştiriverir. Bacon da, yitirdiğini geri alamayacağına karar verince, tıkanan tuval üzerinde çalışmaya başlamaz, o resmi yok edip, başka bir tuval­de yeniden başlar. Neyse ki, gelip resimlerini alırlar ondan. Yoksa belki de stüdyodan dışarı hiçbir şey çıkmazdı.

Başka? Soyut resmi hem moda, hem kolaycılık ola­rak görür, sevmez. İllüstrasyonu, dekorasyonu (kendi de uğraştığı halde, belki de bu yüzden), hikaye anla­tan resmi sevmez. Zeka değil, duyulardır hedefi. Tıp­kı Grek trajedileri (özellikle çok sevdiği Aiskhilos) gibi, duygular yaratmak ister izleyen kişide. Shakespeare'i sever. Yakın dostu Michel Leiris, çok beğendiği bir yazardır. Ne yazık ki, çeviriye (çok iyi bir yazar, örneğin Leiris, yapmamışsa) güvenmez (Aiskhilos’un aslında neler yazdığını kim bilir?). Kendini Fransızca'da yetersiz bulur. Yani Proust, Rimbaud ve Baudelaire’i de tam olarak kavrayamadığından endişededir.

Çağdaşlarının çoğu gibi Nietzsche’den bir nebze etkilenmiştir. Freud’u keyifle okur ama, psikanaliz konusunda kararsızdır. Bir işe yarayıp yaramadığını bilmez. Wagner’i ilginç bulur, ona duygular verir çünkü. Maria Callas dinler. Ama müzikten anlamadı­ğını söyler. Zaten sanat dallarının etkileşimine de inanmaz. Ressamlardan da sevdiği pek azdır. Picasso’yu sever, zaten resim yapmaya karar verişin­de, genç yaşında Paris’te izlediği bir Picasso sergisi etkin olmuştur. Van Gogh’un bir dahi olduğunu dü­şünür. Velasquez ile Ingres’i ve Primitifleri beğenir. Bazı ressamların da bazı ya da çoğu niteliklerini takdir eder ama, eserleri ona bir şey söylemez.

Bir anlamda Varoluşçu olduğu söylenir ama, bu pek doğru sayılmaz. Çünkü insanın toplumsal bir varlık olarak ahlaki çıkmazı, ona pek hitap etmez. Bacon’a göre cevap, “beyinsel iyimserlik” ile “sinirsel iyimserlik” arasındaki gerilimdedir (Metafizikle hiçbir alıp vereceği olmadığı için, “ruh” -hatta “kişilik”— yerine “sinir sistemi” demeyi tercih eder). Resimle­rindeki distorsiyonlar bazen Dışavurumculuk sınıflamalarına yol açmıştır. Ama onun “tesadüf’ü de, “kontrol"ü de, çok farklı biçimlerde işler.

Gerçeküstücülüğe gelince, bu akımın ressamlarıyla arasında ortak yanlar yoktur pek. Zaten onları be­ğenmez de. Yazarları ona daha yakındır, hatta Bataille ile düşünüş biçimleri arasında bir koşutluktan söz edilebilir belki. Ölümünden kısa süre önce Archimbaud ile yaptığı söyleşide, 1936 yılındaki Gerçeküstücüler sergisine katılmak için sunduğu bir eserini "yeterince Gerçeküstücü olmadığı" gerekçesiyle geri çeviren seçiciler kurulunu haklı bulduğunu söy­lüyordu.

On altı yaşında evden kaçıp Londra'ya gitti. Ber­lin'de, Paris’te kaldı. Monte Carlo’da sıkça kumar oynadı. Tanca da onca makbul yerler arasındadır. Londra’daki mekanı, Soho’daki Colony Rooms barıy­dı. Eşcinseldi. Sabah altıda kalkar, öğlene kadar çalı­şırdı. Hayatının son otuz yılında aynı stüdyoda kaldı. Resim hayatının gerçek anlamıyla 1944’te başladığını düşünürdü. Yirmi yaşındayken tanıştığı işadamı Eric Hall’den yıllar boyu maddi destek görmüştür. Fevri, eli açık, kumarı seven, başkalarının zaaflarını olduğu gibi kabul eden, her yerde kendini evinde hisseden bir insandı. İstemediği hiçbir şeyi yapmadı, ikinci sınıf olanı asla kabul etmedi.

Daha? Hiç . . . Bir ressam, resim üzerine konuşa­maz. Mümkün değil. Konuşsa da, önemi olan o değil­dir zaten. Kim bilebilir ki resmin nereden geldiğini? Bir ressam için önemli olan, resim yapmaktır, hepsi bu. Her fırsatta resim yapmak mı? “Evet, sadece kop­ya bile olsa, bir ressam resim yapmalı.”

Sevin Okyay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder