Karanlık bir sinema. Boş
koltuklar, önlere doğru yer yer seyirciler görülüyor. Beyazperdeden geriye
doğru kırmızı ışıklar var. Perdeye yüzümüzü dönünce sağdaki duvar, kapı ve
süslü sütun, nispeten aydınlık. Resmin sağ yanında ise, şık koyu renk
üniformalı, şıkıdım papuçlu, sarı saçları yapılmış bir yer gösterici var. Genç
bir hanım. Dışarı açılan kırmızı perdeli (perdeler de yan yarıya açık) kapının
yanında, içerde duruyor. Tam tepesinde üç kırmızı abajurlu bir lamba var.
Hayli düşünceli bir genç hanım. Ve ne kadar, ne kadar yalnız.
Bir Edward Hopper tablosu
elbette: New York Movie (New York
Sineması-1939). Hopper, yalnızlığı her yerde bulurdu. 1930’lu yılların
sarayı andıran sinema salonlarında bile, insanların, Büyük İktisadi Bunalım’ın
onları ezip geçen cenderesinden kurtulmak için canlarını attıkları, beyazperde
fantezilerine sığındıkları o salonlarda bile. Herkes kendi düşüncesine dalıp
gitmiş. Genç hanım, beyazperdenin farkında bile değil, seyircilerin de. Hoş,
belki seyirciler de beyazperdenin farkında değildir. Onlar da kendi
düşüncelerine kapılıp gitmiştir. Resmin üstünde bir durgunluk, belirsiz bir
boşluk asılıdır sanki.
Sonra, Sunday (Pazar-1926), başka resimlerinin ikonografisinden bir kez
daha yararlanan resim.. Adam, ki doğal düzeni temsil eder, küçük, önemsiz
görünür. Düşüncelere dalmıştır. Kent düzeninin tesadüfi bir parçasıdır.
Baktığı, cıvıl cıvıl bir sokak manzarası değildir. Uygarlık diyarından ihraç
edilmiş ama doğadan da kabul görmemiştir. Boş bakışları, dükkânın boşa benzeyen
vitrinlerini yankılar. Kent de terk edilmiş, ölü gibidir.
Yalnız, tenha, bir başına, harap,
meyus, kederli. Terk edilmişlik, bir başına bırakılmışlık, ister canlı ister
cansız, Edward Hopper’ın resimlerinin süjeleri tarafından paylaşılan bir
kaderdir. Yalnız, kayıp, yutulmuş küçük insanlar; eski, boş, terk edilmiş
mekânlar.
Hopper, yalnızlığı, bir başına
olmayı resmeden bir ressamdı, yalnızca insanların değil, nesnelerin yalnızlığı
da ona konu olurdu. Az konuşan, derin derin düşünen Hopper, diğer ressamların
ihmal etmeyi tercih ettikleri sıradan manzaraları severdi. Onun Amerika’sı,
açılış saatinden önce bir dükkân, tek başına vakar içinde dikilen garip bir
eski ev, yaşlıca bir görevlinin dolanıp durduğu tenha bir benzin istasyonudur.
Rafine üsluplu resimlerdir bunlar. Her resim, kasvet ile huşunetin kıyısına
indirgenmiş bir acımasızlıkla, tek bir temaya odaklanmıştır. Bu fevkalade
kişisel üslup, bir Hopper resminin, aniden hatırlanan bir ân gibi, insanın
zihninde ışıklar saçmasına yol açar.
Gariptir, Hopper bu kişisel üslubu, resimden yıllarca uzak durarak geliştirdi. New York School of Art’da illüstrasyon ve resim eğitimi gördükten sonra, 1906’da Paris’e gitmiş ve gene resim üzerine çalışmıştı ama, insanların arasına pek karışmadı. Sanat çevrelerine çok ender girdi. Amerika’ya döndü. 1913’teki meşhur Armory Show’da bir resim sattı. Sonra da, on yıla yakın süreyle resim yapmayı bırakıp kendini ticari illüstrasyonlara verdi. Bir müddet de, oyma baskılar üzerinde çalıştı. Işık ve gölgeyi vurgulayışına son derece uygun bir türdü bu. Sonra suluboyaya başladı, derken yağlı boyaya döndü. Yağlıboya, onun yelpazesini genişletti.
Edward Hopper, Paris’ten ABD’ye
döndükten sonra hep aynı yerde oturdu, stüdyolarını da hiç değiştirmedi. Son
derece sakin ve düzenli bir hayatı vardı, ani değişimler ya da sarsıntıları
içermeyen. Hatta psikolojik ya da sadece coğrafî cinsten olsalar da (ikamet açısından).
Edward Hopper’ın mekânı, 1908’den itibaren hep New York’taki aynı adresti. Bu
tarihten öldüğü güne kadar, elli yılı aşkın süreyle, stüdyosu, 3 Washington
Square North’un üst katındaydı. 1920’lerden sonra şöhreti bulması da onu zerre
kadar etkilemedi. 1924 Temmuz’unda evlendiği karısı Josephine Verstille
Nivison, ya da kısaca Jo ile hep orada yaşadı, sakin sessiz. Hayatındaki tek
kalıcı değişik mekân, Cape Cod’daki South Truro’da bulunan, önce bir yıllığına
gidip, 1930'da satın aldıkları araziydi. Burada daha sonra bir evle bir stüdyo
inşa ettirdi.
Ama seyahat etti, Amerika
hudutları dahilinde hayli dolaştı ve (Fransa faslından sonra) sık sık
Meksika’ya gitti. Çoğu kez arabayla, bazen trenle. Kendine konu arayarak
dolaştı, izlenimlerini hafızasına nakşetti. İnsanlar gördü ve yerler,
nesneler. Onları sevgiyle resmetti. İnsan elinden çıkma ve genellikle
civarında ya hiç insan olmayan ya da tek-tük kişi bulunan yerlere duyduğu
sevginin doğal bir sonucu olarak sessiz deniz fenerleri, boş köprüler ile,
insanlardan çok binaların vurgulandığı parçalanmış şehir manzaraları yaptı,
insanın inşa ettiği şeylere karşı duyduğu bu tutku, onu bazen garip açmazlara
iterdi. New Mexico’dayken, kırların soluk kesici güzelliği ressamı şaşkına
döndürmüştü. Düşünceli bir şekilde muhteşem mekânlarda dolaşıp, resmini
yapacak manzara bulmaya çalışıyordu. Sonunda bir suluboya resmi hak ettiğine
karar verdiği objeyi buldu: Terk edilmiş bir lokomotif. Hopper’ın Yeni Dünya
resimlerinde, modern teknoloji imgelerinin kullanımı, çarpıcı bir sabit sayı niteliğindedir
zaten. Özellikle arabalarla rayları, demiryollarını sık sık kullanır. (New
York, New Hawn and Hartford)
“Benim için biçim, renk ve desen
sadece bir amaca yönelik araçlardır, çalıştığım aletler, ve onlarla kendileri
için pek ilgilenmem. Ben her şeyden önce, ne edebiyatın ne de saf bir plastik
sanatın ele aldığı o muazzam deneyim ve duyu alanı ile ilgiliyim. (....) Benim
resim yapmaktaki amacımı daima doğayı bir vasat olarak kullanarak, tuvalime,
süjeyi, onun en hoşuma giden andaki görünüşüne karşı duyduğum en mahrem
tepkiyle yansıtmaktır. Bazı süjeleri neden seçtiğimi bilmiyorum, belki de
onların kendi iç deneyimimin sentezi için en iyi vasatlar olduğunu düşündüğümdendir.”
Hopper’ın en baskın kişisel (ve
meslekî) özelliklerinden biri de, devamlılıktır. Hatta, devamlılık ve disiplin.
Ona göre gerçeğe yaklaşmanın yolu, biyografik devamlılıktan geçer. Bu.
devamlılık çizgisi, onun birbirinden en farklı eserlerinde bile bir sabit sayı
oluşturur.
“Her ressamın gelişiminde,
sonraki çalışmaların tohumu, daha öncekilerde daima bulunur. Bir ressamın
aklının eserini çevresinde inşa ettiği çekirdek, kendisidir; merkezî ego,
kişilik, ya da ne ad verilirse, ve bu doğumdan ölüme kadar pek az değişir. Bir
zamanlar ne olmuş idiyse, ufak tefek değişimlerle, daima odur. Yöntem ya da
konudaki gel-geç modalar onu ya çok az etkiler, ya hiç etkilemez.”
Bir ressam olarak gelişimi de
aynı şekilde istikrarlı ve şatafattan yoksundur. Ticari illüstrasyonlar yaptığı
dönemin ardından, pek de zorluk çekmeden daha iddialı sanat sularına yelken
açtı. Tercih ettiği tekniği oturtması ve yağlı boya üzerinde giderek
yoğunlaşması da, şaşılacak kadar sorunsuz bir kararlılıkla gerçekleşti. Mesleği
ya da özel hayatı açısından bir bunalım yaşadıysa eğer, bunu belli etmedi. Ya
da zapturapt altına aldı. Sadece bazı karikatür ve çizimlerinde, zaman zaman
bir psikolojik gerilim sezilir, ilk resimlerindeki çoğu şeyi, sona kadar
korudu. Örneğin, ışık ve ışık etkisi gibi. “Belki de ben pek insan sayılmam”
diyordu. “Bütün istediğim bir evin yan tarafına biraz güneş ışığı boyamaktı.”
Resimlerinde ilk dönemlerinden
son dönemine kadar varlığını sürdüren, sadece ışık ve ışık etkisinden ibaret
değildir. İnsan onun Fransız döneminden eserlerini gördüğü zaman, ilk ağızda
bu dönemin geri kalan resimleriyle hiçbir ilişkisi olmadığını düşünse bile,
bazı özellikler sanatında hep kaldı. Örneğin, nüleri. Daha başlangıçta,
Paris’te nüler çizerdi. Daha doğrusu, ressam ve onun işiyle ilgili şeyler:
Model, stüdyo, resim malzemeleri. Ve gene ta başlangıçtan, itibaren, nülerine
hiçbir yanılgıya yol açmayacak şekilde röntgenci bir tavırla yaklaştı. Örneğin,
çıplak kadının kendini rahatlıkla kapıp koyuverdiği, izlendiğinin farkında
olmadığı Uzanan Nü (Reclining Nude, 1924-27) gibi. Hopper, erkek gözünün kadın
vücuduna bilinçsiz arzularını yansıttığı bir tür perde gözüyle baktığını
gösterdi. Kendisi, bazı çağdaşları ve bir sonraki kuşağın genç ressamları
adına. Toplum ve cinsiyet normlarının şifrelediği bir gözdür bu. Röntgencilik
onun için yalnızca kişiye özgü bir şey değildi, uygarlığın bastırdığı arzuların
tahlil edilmesinin bir ürünüydü. Nü’lerindeki ve diğer resimlerindeki kadınlar,
neredeyse erotik bir nitelik taşır. Çelişki içinde, ama capcanlı kadınlardır
bunlar. Eğer boş bir anlarında, kendileri habersizken yakalanmadılarsa,
normlarla şifrelenmiş erkek gözlerine meydan okurlar genellikle: Meydan okur
duruşlarıyla, dekolteleriyle, dikkat çekici bir kavis oluşturan kalçalarıyla,
bazen transparan giysileriyle.
Hopper’in kadınlarının ortak
özellikler taşımasının bir nedeni de onun yıllar boyunca da aynı kadının
resimlerini yapmış olmasıdır: hem menajeri, hem eleştirmeni ve, (kendisi de bir
ressam olduğu için) bir anlamda rakibi durumundaki karısı Jo’nun resimlerini
(On beş yıla yakın süre Helga resimleri yapan Andrew Wyeth gibi). Jo Hopper, on
yılı aşkın bir süreyle çok değişik pozlar ve konumlarda, her rolde ve her
yaşta kocasının tuvalini kapladı. Bu durum Hopper’ın resimlerini izleyende bir
aşinalık duygusu yaratmıyor. Tam tersine, bu üzerine basa basa söyleme, ortak
zeminden ziyade, bir ‘ayrı oluş’ etkisi uyandırıyor. Çoğu nü’süne eşlik eden
mahremiyet duygusuyla birlikte. Daha çok, Hopper’ın karikatürlerinde ortaya
çıkan rekabet ise (karı-koca, iki ressam arasında), örneğin, son resmi iki Komedyen'de
(Two Comedians-1965) yokmuş gibidir.
Oysa bu, bir birliktelikten çok, bir tek başına olma resmidir. Kendi içinde
Hopper’ın hayatının küçük bir retrospektifi gibidir. Ressam, iki Komedyende
melankoli ve ironiyle geri dönüp kendi hayatına bakar.
Hopper zaman zaman resimlerinde
kendi sanatının küçük retrospektiflerini yapar gibidir zaten. Örneğin, 1914
tarihli resmi Soir de Bleu, aslında
kısmen, ressamın kendi, Empresyonist etkili Fransız dönemine ilişkin retrospektifıdir.
Ayrıca, henüz yapılmamış olan resimlere ilişkin işaretler, psikolojik
şifrelemeler de sunar. Soir de Bleu, aynı zamanda bir başka retrospektifi de
başlatır. Queensborough Köprüsü (Queensborough
Bridge-1913) ise, kendi sanatındaki Avrupalıdan Amerikalıya geçişi
tanımlar. Sonraki kompozisyonlarına da, nesnelere bakışı ile estetik
konusundaki daha önceki yaklaşımını uyarlamaya çalışmıştır hep. Evet, Edward
Hopper, devamlılık ve disipline önem veren bir adamdır. Kendi disiplinine. Soir
de Bleu'nun, Avrupa Modernizmi ile soyut sanatını Kuzey Amerika’ya sunan Armory
Show’un bir yıl ardından yapılmış olması, bir tesadüf değildir. Hopper bu
sergiden sonra hem bir Amerikalı ressam olarak kimliğini, hem de sanatının
psikolojik boyutunu vurgulamaya başladı.
Hopper’ın bir ressam olarak
resimlerinde ilk dönemden beri süren bir özellik de, peyzajlarındaki daha önce
sözü edilen açık seçik ‘demarkasyon’, ressamın çizdiği kesin sınırlardır. Doğa
ile uygarlığın buluştuğu kompozisyonlardır bunlar, eğer alanları böylesine
katı bir sınırla işaretlenen bir karşılaşmayı, buluşma saymak caizse. Doğal
dünya ile insan elinden çıkma dünya, kültür ile teknoloji, bir resimde
birleşir. Hopper için sınır konması, gerçekçi sanatın karakteristik
stratejisidir. Bütün bu farklı alanlar yalnızca tanımlanmaz, Hopper onları
dönüşüme uğratır. Empresyonist döneminin ardından gerçekçi ayrıntılara önem
vermeye başlamasıyla birlikte, Doğa- Uygarlık buluşması büsbütün vurgulanır.
Hopper, ilk döneminin ardından, malzemesine (özellikle bu anlamda) daha fazla
hakim olur, onları istediği gibi düzenler. Bu hakimiyet, Rolf Günter Renner’e
göre, 1909’daki Fırtınada Louvre (The Louvre in a ile Thunderstorm)
başlamıştır. Uygarlığın amblemi Louvre, bir doğal tehdit ânında resmedilmiştir.
Ama teknolojinin belirtisi olan köprü ile tekne, onu gözden saklar gibidir.
Hopper empresyonist üsluptan, onun açısından çok daha karakteristik olan
gerçekçi ayrıntı kullanımına, kendine yaraşır şekilde, tedricî olarak geçer.
Motif seçimindeki, sonra da tekniğindeki değişiklik, kendi Fransız resminden
kendi Amerikan resmine geçişi, nüanslar ve kademelerle gerçekleşir.
Böylece mimetik bir sanattan,
zerrece sarsılmaksızın sembolik sanata geçti. Resimlerindeki işaretler
sistemi, yalnızca gerçekçi unsurları ve sembolik ilişkileri yeniden
şifrelemez, yeni bir bağlam da yaratır: İkinci bir yüzey. Kelimelerle ifade
edilmeyecek bir izlenim, üstelik grafik sanata da yatkın değil. Hopper’a göre,
resim tamamen bu dönüşüm yasasına tabiydi. Ona göre, insan nesneyi görür, zaman
durur ve insan ruhundan sanattaki parallelerine yansımış olan heyecan gene
duyulur. Ona göre resmin bütün amacı, içteki dünya kanalıyla dıştaki dünyayı
yeniden yaratmaktı. Yeniden yaratmanın yolu da, dönüşümden geçerdi.
Deneyimlerden oluşan dünya ne kadar karmaşık olursa olsun, insan, onları sanatsal
paralellerine dökerken basit resmetme yöntemleri benimsemeliydi. Edebiyatta Hopper’i
etkileyenlerin başında Ralph Waldo Emerson’ın gelmesine şaşmamalı, demek ki.
Resmi üzerine konuşurken, bir yerde Goethe'ye de göndermeler yapar. “Bütün edebi
faaliyetin başı ve sonu, içimdeki dünya vasıtasıyla beni çevreleyen dünyanın
yeniden üretilmesidir” der. “Sanatın görevi, kendi üzerinde düşünmek, ve
gelecekteki bağımsızlığı amaçlamaktır.”
Görülen ile resmedilen arasında
uyum sağlamak için, iç deneyim ile ressamın şeyleri görüşü arasındaki
alışverişe ilgi duyuyordu. Onunkisi, yalnızca yerleşmiş olanı saptamakla
açıklanamaz bir yaklaşımdı. Doğrudur, resimleri için çoğu kez titiz ve
sistematik ön çalışmalar yaptı ama, serinkanlı, hesapçı bir sanatın peşinde
olmadı hiç. İç deneyimle ressamın görüşü arasındaki alışverişin sezgisel bir
kaydını yapmaktı meramı. Hopper, ilerleme ve uygarlık uğruna kaybedilmiş olan
otantik deneyim kapasitesini yeniden edinmeye çalışıyordu.
Bazen gerçekçiliği öylesine ileri
vardırır ki, hakikatte yapıtın kendisinde olmayan şeyleri de ona dahil eder
sanki. Resimleri, gerçekçi göründükleri halde, yalnızca varsayılan gerçekliğin
temsilinden ibaret değildir. Gerçek olanın yapısını bozar ve sonra onu yeniden
inşa etmek suretiyle, sadece deneyimsel olanın ötesinde bir şeye
dönüştürürler. Renner’e göre, Hopper resmi, algılama süreci sırasında ve
algılama kapasitesindeki bir parçalanmanın yarattığı bir gestalt'tır sanki.
Tüm parçalarından farklı olan ve parçalarının hiçbirisinde var olmayan
özelliklere sahip bir bütündür. Salt göze görünür bir gerçek değil. Onun resimlerine,
sessizliğin eğretilemeleri diyenler, ne dediklerini biliyorlardı. Söylenen her
şey nasıl aslında söylenmemiş olanın ve sessizliğin kontrolü altındaysa,
Hopper’ın resminin yerçekimi merkezinde de, aslında resimlerinde gözle görünür
olmayanlar yatar. Çarpıcılıklarını, ifade edilmemiş olandan alırlar. Onlardan
yükselen sükunet ve yoğunlaşma duygusu, topluma bir cevap olarak görülebilir.
Hopper’ı hep ilgilendirmiş olan
topluma. En kişisel görünen resimlerinde bile, ortaya konan şeyler yalnızca bir
bireye değil, topluma özgüdür çünkü. Amerika ve Amerikalıların neredeyse
alâmet-i farikası olan dinamizmi dondurarak katı hale getiren ressam, buna
rağmen tam anlamıyla bir Amerikan ressamıdır. Çünkü Hopper’ın resmi, peşin bir
Amerika imajını doğrular nitelikte bir resimdir. Üslubu ya da yaklaşımı
nedeniyle değil, seçtiği konular yüzünden. Avrupa geleneği ile yoğrulmuş Hopper’ın
Amerikan niteliği, resmetmeyi tercih ettiği şeylerdedir. Ama “Amerikan” gibi
görünen motiflerden yararlanması ve gerçekçi ayrıntılara olan düşkünlüğü, her
ikisinde de aşina olan unsurların ortadan kalkmasıyla sonuçlanır. Sonuçta da
ortaya, Peter Handke’nin deyişiyle “rüyamsı bir tehdit”, “keder verici ölçüde
gerçek” bir şey çıkar ama, gene Handke’ye göre, bu durum Hopper resimlerinin
“sihirli” bir etkisi olmadığı anlamına gelmez. Onları, de Chirico’nun” terk
edilmiş metafizik kareleri”ne benzetir. Ya da Max Ernst’in “ay ışıklı ve
kederli cengel şehirleri”ne, ya da Rene Magritte’in Işıklar
İmparatorluğuna"
Hopper’ın anlatmak istediklerini
anlatmasının bir aracı olan kendine özgü kompozisyon düzenlemeleri, tesadüfün
keyfine tabiymiş gibi görünür. Oysa o, Yeni Dünya’daki bireysel deneyiminin
özelliklerini verecek bir işaretler sistemi geliştiriyordu. Bu sistem
sayesinde, kompozisyon karakteri açısından çok farklı resimler yaratmayı
başardı. Hopper belli bir ikonografi ile kendini kısıtlamadı, yöntemini farklı
durumlara uyguladı. Ama uygarlık ikonları Hopper’ın resimlerinde ne kadar sembolik
görünürlerse görünsünler, isterlerse bir işaretler sisteminin parçası olsunlar,
aslında bunlar sanatçının günlük hayatın parçaları olarak kendilerinden basit,
hatta naif bir keyif aldığı şeylerdi.
Ticarî amaca yönelik çizimlere,
illüstrasyonlara yıllarını vermiş bir sanatçı olarak, markalar kullanır bazen.
Onları (ya da levhaları) vurgularsa eğer, zaman zaman ironiye kaçar. İlanları,
tabelaları zıtlıklar yaratır. Ayrıca, bir yandan da (ayrıntı sevgisiyle)
işaretler sisteminin boşluğuna işaret eder bazen. Yalnız, kayıp, yutulmuş ve
küçük insanlar görürüz. Bazı mekânları [Benzin-Gas), doğa ile uygarlık
arasında bir sınır karakolu gibidir, lronik zıtlıklar da vardır. Şehir
hayatının karmaşasında bir yönelim gösteren noktalar, reklam logolarıdır
sadece. Bu resimler psikolojik etkiyi amaçlamaz, sadece sembolik yorumlara da
açık değillerdir. Daha çok, istikrarlı bir şekilde işaretlerin (tabelaların ya
da-Drug Store, 1927) kendilerini odak noktası olarak alırlar. Hopper,
uygarlığın işaretlerinden duyduğu karmaşıklıktan ve önyargıdan uzak bir keyfi yeniden
inşa eder. Kendi ülkelerinin günübirlik gerçeklerini kaydetmeye meraklı
Amerikalılarla yeni dünyanın sihrini keşfeden Avrupalılarda da gözleriz aynı
keyfi. Hopper’in sanatı, yüzeyde yatanı yeniden keşfeder. Ve çoğu kez
psikolojik ya da sembolik kod çözmeye direnen bir sanattır. Bir yüzey bir
yüzeydir, bir yüzeydir, o kadar. İşaretlerin, kendileri ötesinde bir anlamları
yoktur.
Solitary Figure in a Theater, 1903
Modadan uzak kalmasını bilen
kişi, zamanı aşmaya yakınlaşır.
Sevin Okyay
*
Sevin Okyay
*
EDWARD
HOPPER
(1882-1967)
BİR KRONOLOJİ
(1882-1967)
BİR KRONOLOJİ
1881 22
Temmuz’da, Nyack, New York’ta doğdu. Garrett Henry Hopper ve Elizabeth
Griffiths Smith-Hopper’ın oğlu.
1899-1900
Lise’den sonra New York’taki bir illüstrasyon okuluna girdi.
1900-1906 Ne
w York School of Art'ta (Chase School) illüstrasyon ve sonra da resim eğitimi
gördü. Hocaları, Robert Henri ve Kenneth Hayes Millerdi.
1906
Avrupa’ya gitti. İngiltere, Hollanda, Almanya ve Belçika’yı ziyaret etti ama
vaktinin çoğunu Paris’te geçirdi.
1908 New
York’a yerleşti ve ticari bir çizer olarak çalıştı. Boş vakitlerinde resim
yaptı, ilk sergisi, Henri’nin diğer öğrencileriyle birlikte katıldığı, New
York, Harmonie Club’daki ortak sergidir.
1909
Avrupa’yı ikinci ziyareti. Fransa’da kaldı, vaktinin çoğunu Paris’te geçirdi.
1910 Üçüncü
Avrupa gezisi: Fransa ve Ispanya.
1912
Gloucester, Massachusetts ve Ogunquit, Maine’de resim yaptı.
1913 Armony
Show’da yapıtlarını ve tek yağlıboya tablosu Sailing’i sergiledi.
1915
Oymabaskıya başladı ve sekiz yıl içinde yaklaşık otuz levha üretti.
1916 Yazı,
Monhegan, Main’de çalışarak geçirdi.
1920 Whitney
Studio Club’da, Paris’te yaptığı yağlıboya tablolarından oluşan ilk tek
kişilik show’u.
1922 Studio
Club’da karikatürlerini sergiledi.
1923
Suluboyayla çalışmaya başladı. Oymabaskılarıyla, Chicago Society of Etchers
Logan Ödülü’nü aldı.
1924 9
Temmuz: Josephine (Jo) Verstille Nivison’la evlendi. Kasım: Son dönemde
yaptığı suluboya tablolarını, New York’taki Frank K.M. Rehn Galerisi’nde
sergiledi.
1926 Nisan:
Baskılarıyla suluboya çalışmalarını Boston’daki St. Botolph Club’da sergiledi.
Yazın Rockland, Maine’deydi.
1927 Şubat:
Rehn Galerisi’nde yağlıboya, baskı ve suluboya çalışmalarını sergiledi.
1928 Kasım:
Hartfor, Connecticut’taki Morgan Memorail’da suluboya çalışmalarını sergiledi.
1929 Ocak:
Rehn galerisinde sergi. Aralık: New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde
düzenlenen “Yaşayan On Dokuz Amerikalıdan Resimler”e katıldı.
1930 Yazın,
Burly Cobb’ın evini kiralayarak Cape Cod’daki South Truro’ya gitti.
1933 South
Truro’da bir ev inşa ettirdi. Burası, bundan böyle Hopper’ın yazlık mekânı
oldu. Kanada ve Maine’de arabayla dolaştı. Kasım: New York’taki Modern Sanat
Müzesi’nde retrospektif.
1934 Ocak:
Retrospektifın büyük bölümü Chicago Art Club’da görüldü. Arabayla Colorado,
Utah, Nevada, Califomia, Oregon ve Wyoming’i dolaştı.
1935
Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi Temple Altın Madalyası’nı ve
Massachusetts’deki Worcester Sanat Müzesi’nin Suluboya ilk Alım Ödülü’nü aldı.
1937 İlk W.A.
Clark Ödülü’nü ve Washington D.C.’deki Corcoran Sanat Galerisi’nin Corcoran
Altın Madalyası’nı aldı.
1940 Arabayla
Batı Kıyısı’nı gezdi.
1942 Chicago
Sanat Enstitüsü’nün Ada S. Garrett Ödülü’ne layık bulundu.
1943 Trenle
Meksika’ya gitti.
1945 Ulusal
Sanat ve Edebiyat Enstitüsü’nü üye seçildi.
1946 Trenle
Meksika’ya gitti.
1950
Şubat-Mart: New York’taki VVhitney Amerikan Sanatı Müzesi’nde retrospektif; bu
retrospektif daha sonra Boston’daki Güzel Sanatlar Müzesi’nde (Nisan) ve
Detroit Sanat Enstitüsü’nde de (Haziran) izlendi.
1951
Meksika’yı üçüncü ziyaret. Kısa bir süre Santa Fe’de kaldı.
1952 Amerikan
Sanat Federasyonu Hopper’ı, Venedik Bienali’nde ABD’ye temsil edecek dört
ressamdan biri olarak aday gösterdi; Meksika’yı dördüncü ziyaret (Aralık
1952-Mart 1953).
1953 Fahri
Güzel Sanatlar Doktoru, Chicago Sanat Enstitüsü. Fahri Edebiyat doktoru,
Rutgers Üniversitesi.
1954 Suluboya
ilk Ödülü’nü aldı, Butler Sanat Enstitüsü, Youngstown, Ohio.
1955 Amerikan
Sanat ve Edebiyat Akademisi’ne seçildi ve Akademi’nin Resim Altın Madalyası ile
ödüllendirildi. Meksika’ya beşinci gezi.
1956
Huntington Hartford Vakfı üyeliği.
1957 New York
Ticaret Kurulu’nun Sanata Selam Ödülü ile Birincilik ödülünü aldı. Dördüncü
Uluslararası Hallmark Sanat Ödülü.
1959 Kasım:
Currier Sanat Galerisi’nde tek kişilik gösteri, sonra Rhode Island Tasarım
Okulu (Aralık) ve Wadsvvorth Atheneum, Hartford, Connecticut’ta da (Ocak 1960)
yinelendi.
1960
Amerika’da Sanat Yıllık Ödülü’nü aldı.
1962 Ekim:
Grafik çalışmalar retrospektif sergisi, Philadelphia Sanat Müzesi; daha sonra
Massachusetts’deki Worcster Sanat Müzesi’nde de sunuldu.
1963 Arizona
Sanat Galerisi’nde retrospektif. Boston'daki St. Botolph Kulübü’nden ödül
aldı.
1964
Eylül-Kasım: New York’taki VVhitney Amerikan Sanatı Müzesi’nde düzenlenen
başlıca retrospektif, hem eleştirmenler hem de halk nezdinde büyük başarı
kazandı. Daha sonra Chicago’ya ve 1965’te de Detroit ile St. Louis’e gitti.
Hopper, Chicago Sanat Enstitüsü’nden, M.V. Kohnstamm Resim Ödülü’nü aldı.
1965 Philadelphia Sanat Koleji Fahrî Güzel Sanatlar Doktoru.
1966 Edward McDovvell Madalyası’nı aldı.
1967 Sao
Paulo Bienali’nde ABD’nin başlıca temsilcisiydi. Hastanede birkaç hafta kalan
Hopper, 15 Mayıs’ta New York’taki stüdyosunda öldü. Karısı Jo'da ondan sonraki
yıl onu izledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder